Balta girmemiş ormanın derinliklerine, kuş cıvıltıları, farklı türden hayvanların çağrıları ve yakınlarda melodi gibi akan nehrin büyüleyici sesi eşliğinde daldı. Buraya ayak basan kişinin ilk kez kendisi olduğunu düşündü. Fakat birden, karşısına yıkık dökük harabelerin olduğu, ormanın hazmettiği bir yerleşim yeri çıktı. İskelet artıkları, yıkılmış, her tarafı yosun ve ağaç kaplamış harabeler haricinde, bir canlı dahi bulamadı. Şaşkınlıkla etrafı incelerken, yerleşim yerinin girişinde tabelaya benzeyen bir levha, dikkatini çekmişti. Adam levhaya yaklaştı, paslı ve yosun tutmuş tabelayı parmak uçlarıyla sildi. Çok zor da olsa okuyabilmişti.
“Genetik Adaya Hoş geldiniz”
“Kuruluş: 2768”
Uzun süre yalnız yaşadığı için, kendi kendine konuşmayı alışkanlık haline getirmişti. Alaycı bir gülümsemeyle “Demek eski kafalar buraya da el atmış” dedi. İşine yarar bir şeyler bulabilmek umuduyla, harabelerin içine daldı. Zamanın dişlerinde parçalanmış, yer yer yosun ve bitki bitmiş parke taşlı yollarda ilerledi. Zaman zaman yıkılan binaların geçit vermediği oldu. Duvarları tırmanarak, dehlizlerden geçerek kendine yol buluyordu. Sağda solda karşılaştığı iskeletlerin üzerinde hala giysi kalıntıları mevcuttu. Yıpranmış kıyafetler, adama o dönemin giyim tarzı hakkında az da olsa yardımcı oldu. Ne olmuş burada böyle? diye düşündü. Sanki şehir yok olurken, hüznü ve dehşeti hala duruyor gibiydi. Bir katliamın olduğu açıkça belliydi. Adam, iskeletleri inceleyerek ilerledi. İçinden “Hiç şaşırmadım insanın olduğu her yerde kan ve gözyaşı mutlaka eksik olmaz” diye geçirdi.
Biraz daha ilerledi, puslu ve yağmurlu hava, ölü şehirle birleşince insanın ruhunu elleriyle sıkan, kasvetli bir havaya bürünmüştü. Canı iyice sıkıldı. Meydan diyebileceği genişçe bir alana vardı. Yeşillenmiş melek figürlü süs havuzuna bakı. Bir kolu kırılmış ve yıpranmış melek, ona burada ne işin var der gibi bakıyordu. Gidecek yolu kalmamış, sıkıntılı gözlerle etrafı tarıyordu. Üçüncü kat penceresi kırılmış bir binayı gördü. Herhalde buraya tırmanırsam geçebileceğim bir yol bulabilirim diye düşündü. Üç katlı binanın en üst katına kadar tırmandı ve pencereye yöneldi. Pencereden atlarken ayağının dibindeki paslı metal zemin gıcırdadı. “Tanrım binlerce yıl yaşlı olmalı! Yaşlı Tabo amca gibi inledi” diye söylendi kendi kendine. Keskin pas ve küf kokusu genzini yaktı. Yavaş ve emin adımlarla pencereden uzaklaştı. Burası tamamen metalden yapılmıştı. Büyük bir alandı ve duvarlara sıra sıra dolaplar dizilmişti. Her taraf pas ve kir içindeydi. Metal bile küflenmişti. Bir umutla dolaplara yöneldi, birkaçının kapısını oynattı, açamadı. Çevreyi kolaçan etti. Gidebileceği tek bir yer olan merdivenlere yöneldi. Yer yer delik deşik olmuş merdivenlerden ihtiyatla ikinci kata indiğinde, genzini yakan hava daha da kötüleşmiş, öksürmesine neden olmuştu. Birinci kat tamamen çökmüş, merdiven yok olmuştu. Şansına yan odalara açılan kapılar açıktı. “Burası….” Daha kötü demek isteyecekti ki öksürme nöbetine tutuldu. Gözleri yaşardı. Botunda unuttuğu maskesi aklına gelince, kendine lanet okudu.
Sağında kalan odaya daldı. Küçük kare bir masa, çevreye saçılmış sandalyeler ve duvara monte edilmiş dolapları gördü. Sandalyesinin üzerine yığılıp kalmış bir iskelet dikkatini çekti. İskeletin ayağının yanında sararmış ve suda yıpranmış bir parça kâğıt gözüne ilişti. Hemen gidip kâğıdı dikkatlice yerinden kaldırdı. Eski kafalar kâğıt mı kullanıyordu veya benim gibi bir yolcu, buraya düşüp açlıktan mı ölmüştü? diye düşünerek kâğıdı merakla inceledi.
“Çokbilmiş atalarımız ve biz başarısız olduk!
Büyük Mantar Savaşı’ndan sonra kurtulanlar, yani atalarımız bu adayı kurdu. Teknolojiden arta kalanlarla bu cennetten köşe adayı inşa ettiler. Bir canlı gibi genetik yollarla bu şaheseri oluşturdular. Her şey bir bütün şeklinde inşa edildi. Anne karnında bir bebeğin büyümesi gibi büyüdü adamız. Bir çocuğun saçları doğduktan sonra nasıl uzuyorsa, adamızdaki bitkiler ve ağaçlarda öyle uzadı. Burası muhteşem genetik bir adaydı.
Uzun süre barış içinde yaşadık. Böbürlendikçe böbürlendik. Kibrimiz semaya yükselmişti. Çocuklarımız bile doğal yoldan çoğalmıyordu. İstediğimiz gibi çocuklar üretiyorduk. Büyük Mantar Savaşı’ndan sözde ders çıkartmıştık. Hiçbir şekilde savaş olmayacak ve savaşa neden olan silahlar üretilmeyecekti.
Kibrimiz, aç gözlülüğümüz, küstahlığımız ve kendimizi tanrı ilan etmemiz, bizi lanet bir hastalığa yakalanmış gibi sardıkça sardı. Silah üretmeden bir birimiz öldürmeyi başardık. Sözde, genlerimizden savaş isteğini çıkartmıştık ama unuttuğumuz bir şey vardı; Açgözlülük, kibir ve her şeyin benim olma içgüdüsü, bizi bu duruma bunlar soktu.
Sonuçta bu da bir savaş ve hepimiz kaybettik. Elimde değerli kalan bu kâğıt parçasına neler yaşadığımız kısaca anlattım. Eğer bizden sonra yaşayan olursa, bu yaşadıklarımızdan ders çıkarması için, kâğıdı uzun süre koruyabilecek bir solüsyona batırdım. “
Şehir Konsey Başkanı
Alive Tunki
Kâğıdı özenle katlayıp cebine koydu. Hüzünlü bir sesle ve öksürerek “Üzgünüm Alive, insan nankördür ve tavsiyelere hiç uymaz” dedi.
Bulunduğu katı iyice kontrol etti. Gidebileceği bir yol bulamayınca, geldiği yoldan geri döndü. Şehrin tabelası önünde durdu, acı bir bakış attı. “İnsan var oldukça kibrine ve açgözlülüğüne yenilmeye mahkûmdur” dedi ve tam adadan ayrılmak üzereyken, daha önce fark etmediği, ikinci bir tabelayı gördü. Silikleşmiş ama kırmızı renkle yazılan yazıyı okuyunca, kalbine bıçak saplanmış duygusuna kapıldı. Bir an öylece sessizce bakakaldı yazıya. Şöyle diyordu;
“İnsanların olduğu yerde her zaman kan ve gözyaşı vardır”
Hikayenizi zevkle okudum gerçekten sürükleyici bir yazım tarzınız var, kendinizi biraz daha geliştirerek inanın bana iyi işler çıkarabilirsiniz (Hikaye kısa ve akıcı aynı akıcılık ve heyecanla uzun soluklu bir öykü yazdığınızı görürsem gerçekten elinizi sıkmak isterim 🙂 )
Benim öykümü de zaman ayırıp okursanız sevinirim gerçi uzun ve bu kadar akıcı olduğunu sanmıyorum ama yapıcı yorumlara ihtiyacımız var- Not; öyküm, Gök Ada-
Merhaba, uzun süre oldu yazmayalı. Çalışmayı gönderirken acaba oldu mu? Diye düşündüm. Güzel yorumunuzu görünce rahatladım ve ayrıca teşekkür ederim.
Okuyanı sıkmadan akıcı, güzel ve uzun yazmak zaman ve maharet ister. Bunu yapmayı isterdim fakat günümüz tekenoloji çağında, hikaye okuyanı uzun süre ekran başına bağlayıp, okuyucunun gözlerinin yorulmasını açıkça istemem.
Merhaba, kısa ve etkili bir öyküydü. Betimlemeler ve dil güzeldi.
Uzun öyküye gelince; öykü güzelse inanın kısa uzun fark etmiyor; gerçek okur hepsini okuyor ya da en azından kendi adıma söyleyeyim seçkideki tüm öyküleri okuyorum ve elimden geldiğince yorum yazmaya çalışıyorum. Gözler bozulacaksa okumaktan bozulsun 🙂
Öyküye dönersek; içeriğindeki felsefeyi sevdim. Daha da uzatılabilirdi, güzel yerden yakalamışsınız temayı. Kaleminize kuvvet.
Merhaba, beğenmenize sevindim ve güzel yorumunuz için teşekkür ediyorum. Konuyu biraz daha uzatırsam toparlayamam diye düşündüm. Ekran başında yazı okumak gerçekten zahmetli bir şey, ben hala ekrandan bir yazı okumak yerine kâğıdı tercih ediyorum. Uzun bir yazı olsa mutlaka basıp okuyorum 🙂 zaten okumaktan gözlerimi bozdum. Buna değdi mi diye sorsalar bana, evet değdi derim 🙂
Konuya dönecek olursak anlatmak istediğim asıl konuyu fark etmeniz beni ziyadesiyle mutlu etti.
Teşekkürler. .
Değişik bir öyküydü. İnsanoğlu ne kadar gelişirse gelişsin, insani ilkel dürtüleri olduğu sürece, bencillik ve kibir gibi, sonunda yok olmaya mahkumdur ? Biraz daha uzun olabilirmiş ama böyle de güzeldi ? Ellerine sağlık ?
Not: Lisede çok okumaktan gözleri bozulan biri de benim ?
Güzel yorumunuz ve beğendiğiniz için teşekkür ederim. İnsanlık geliştikçe içindeki ham duygu her zaman var olacaktır. Biraz kaba yazacağım, “İnsanlık takım elbise giymiş ayıya benzer” 😀 gün gelir takım elbiseyi yırtar ve aylığını ortaya çıkartır 😀
Not: Anlaşılan ikimiz de bu uğurda gözleri feda ettik :). Ayrıca şunu bir öyküde kullanayım. “Takım elbise ve ayı “:D
Merhaba; Kaleminize sağlık. Alive Tunki’nin zamanında yaşananları çok merak ettim. Biraz daha geniş anlatsanız benim gibi meraklılar için daha da güzel olurdu. Eğer kabul ederseniz öyküde takıldığım yerleri şöyle belirttim. Sadece farklı bir gözün değerlendirmesi olarak görürseniz sevinirim. Çünkü burada yapılan yorumların hepimizin kalemini güçlendireceğini düşünüyorum.(umarım yanılmam ve bana kızmazsınız)
*Buraya ayak basan kişinin ilk kez kendisi olduğunu düşündü.Bu cümlede ilk kez düşündü dediğinizde sanki oraya birkaç kere gelmiş de ilk kez öyle düşündü gibi algılanıyor. Cümle şöyle olabilir miydi? Buraya ayak basan ilk kişinin kendisi olduğunu düşündü.
*Şaşkınlıkla etrafı incelerken, yerleşim yerinin girişinde tabelaya benzeyen bir levha, dikkatini çekmişti.Bu cümlenin devamına göre çekti sanki daha doğru gibi. Bir de virgül girişinde kelimesinden sonra konulsa ve diğeri(levha) kaldırılsa okurken daha akıcı oluyor.
*Hiç şaşırmadım insanın olduğu her yerde kan ve gözyaşı mutlaka eksik olmaz” diye geçirdi. Bu cümleyi yüksek sesle okuduğunuzda rahatsız eden bir şeyler var ya da bana öyle geldi. Hiç şaşırmadım, insanın olduğu yerde kan ve gözyaşı eksik olmaz” ya da “Şaşırmadım bile, insanın olduğu yerde kan ve gözyaşı hiç eksik olmaz ki.”
Üçüncü kat penceresi kırılmış bir binayı gördü. Buradaki bir kalkmalı sanki. Üçüncü kat penceresi kırılmış binayı gördü.
Gidebileceği tek bir yer olan merdivenlere yöneldi. Buradaki bir de mi fazla acaba?
Silah üretmeden bir birimiz öldürmeyi başardık. Birbirimizi
Küçük bir not daha hala yerine hâlâ
Sevgiler, bu didikleme umarım sizi rahatsız etmez, lütfen yanlış anlamayın.
Merhaba Nurdan Atay,
Yorumunuz için teşekkür ederim. Öyküyü ayrıntılı incelemeniz ve tavsiyeleriniz için ayrıca teşekkür ederim.
Merak etmeyin yanlış anlamadım ve kızmadım 🙂 bilakis çok mutlu oldum. Gözümden kaçan hatalar elbette olacaktır. Fakat birilerinin bu hataları farketmesi benim gelişmem için mutlaka olumlu olacaktır.
Tekrar teşekkür ederim. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…
Bir kısa hikaye olarak oldukça oturmuş. Farklı, etkili bir kurguya sahip, akıcı. Daha önce de öykünüzü okuduğumu sanıyordum. Fakat 2 senedir hiç öykü yollamamışsınız. Belki de bir isim benzemesiydi.
Elinize sağlık.
Merhaba
Güzel yorumunuz için teşekkür ederim. İsim benzerliği değilde soyisim benzerliği olabilir; çünkü kardeşim de öykü yazıyor. Büyük ihtimalle onun öyküsüne denk geldiniz 🙂
Tekrar teşekkürler…
Ilk Alive Tunki ‘nin başına gelenleri okuyunca burası epey heyecansız oldu. Malum her şeyi biliyorduk ama yine de bir şey var: Bu adam kim ve adaya girerkan söylediği söz, çıkarken gördüğü tabela da nasıl yazılıydı? Bence bu kurgudan devam etmelisiniz, çok ilgi çekici.
Kaleminize sağlık, sözcükleriniz daim olsun.
Yorumunuz için teşekkür ederim. Bu evren çok geniş ve doğal olarak her şeyi buraya yazamam ama belki ileride bu adamı kaleme alabilirim. Gelecek seçkide daha güzel çalışmalarda görüşmek dileğiyle… 🙂