Yalnız hissetmeye son!
Soledad ile yapacağınız iki saatlik görüşme sonunda siz de kayıp hayat eşlikçilerinizi bulacak ve ait hissettiğiniz “o yer”e kavuşacaksınız.
Tek yapmanız gereken dürüst olmak ve ona güvenmek.
Soledad dürüst olmadığınızda bile sizi anlar.
Çünkü o sadece hislerden yaratılmıştır.
“Daha neler, koca bir saçmalık!” diyerek önce telefonu bir kenara fırlattı sonra da kendini yatağa.
Her akşam yaptığı gibi mavi duvarları seyretmeye başladı.
İyi bir işi vardı, güzel bir sevgilisi, stüdyo bir dairesi, mülayim bir ailesi, kalabalık bir arkadaş grubu ve cins bir kedisi. Madalyonu tersine çevirelim; ayakları geri geri giderek çalıştığı bir işi vardı, hiç konuşamadığı bir sevgilisi, üzerine üzerine gelen duvarları olan bir evi, onu asla anlamayan bir ailesi, beraberken bile yalnız hissetmesini dindiremeyen bir arkadaş grubu ve kayıp bir cins kedisi.
Bir yere, bir eve, bir yöreye, bir insana, bu dünyaya dâhil olan hiçbir şeye ait hissetmiyordu kendini. Çocukluğundaki çiçekli minderden sonra ait hissettiği tek bir yer olur gibi olmuştu; o da kedisinin yanıydı. Her ne kadar fırsatını buldukça ısırsa da elini, tüylerinin arasında dolaşan parmakları ilk defa doğru yumuşaklığı onda bulmuştu sanki. Ancak kedisi Binnaz, kendini ona ait hissetmemiş olacak ki sürekli kapıda dolaşıp duran kara oğlanla yollarını birleştirmeye karar verip evden kaçmış ve bir daha hiç dönmemişti.
O da ebedi yalnızlığına böylece geri dönmüştü.
Soledad, ona ait “o yer”i bulsa Binnaz’ ı da bulur muydu acaba içinde? Bulsa ne olacaktı ki! Nedendi sevilmemişliğine, terk edilmişliğine rağmen bu kadar bağlı oluşu?
Belini kavrasa da yastığı, kafası boştaydı şimdi. Hal böyleyken net kurcalayamıyordu gelmişini geçmişini. Yatak başlığının sertliği, kendi başının yalnızlığının altını simsiyah mürekkeple dolu bir dolma kalemle çiziyor, bir yandan öbek öbek akarken sayfalarına bir yandan da bas bas bağırıyordu: çok sert, çok yalnızsın, daha yumuşak olsun, daha çiçekli. Hemen uzandı ve yanı başında duran çocukluğunun çiçekli minderini koydu başının altına. O hep en şefkatli olandı.
Ancak başını şefkatle saran o yumuşaklık kalbindeki boşluğa ulaşamıyordu bir türlü.
Acaba bu kalp boşluğunun azılı suçlusu tek çocuk olması mıydı?
Yoksa daha minicik bir bebekken evde yalnız kaldığı o saatler mi böyle hissetmesine neden olmuştu?
Doğru insanı bulana kadar değişen onca bakıcı, kim bilir ne kadar çok “varım ama yokum” hissi yaşatmıştı ona. Görürsün oradadır ama hiç gözüne bakmaz, elini uzatırsın hemen yanındadır ama hiç elini tutmaz, her lokmanı zorla yutturur ama hiçbirinde “uçak geliyor”la seni kandırmaz, koşar gider saklanırsın ama hiç seni bulmaz ya da bulur da popona iki şaplatmadan alsa bırakmaz. Çiçekli bir minderde oturur kalırsın, çiçekli bir minderde uyur kalırsın, çiçekli bir minderde yatar kalırsın, çiçekli bir minderde solar kalırsın. Hep o minderden boşluğa bakarsın, birisi gelsin de beni alsın diye, birisi gelsin de beni güldürsün diye, birisi gelsin de beni atıp tutsun diye, birisi gelsin de beni sevsin diye. Ne gelir, ne alır, ne sever, ne güldürür, ne atar ne de tutarlar. Akşam olunca o gider, anne atar baba tutar, anne öper baba kaçar, annenin işi var, babanın maçı, anne sobayı yakar, seni yanına koyar, baba alır kucağa, gözleri hep karşıda, anne alır kucağa bir elinde tahta maşa, yenirken yemekler usulca, uçak gelir sonunda, kaldıysa hâlâ iştahı açılır minik ağzı her defasında kanıp da, sonra hop gidiverir iki sallamaya. Mütemadiyen yalnız hisseden bir adamın çocukluğu yatar orada.
Başının altında duran lanet çiçekli minderi tuttu fırlattı mavi duvara. Ara ara batıyordu nedense.
Kıyamadı, uzandı aldı yine son model telefonunu eline.
Açtı tuş kilidini.
Yalnız hissetmeye son!
Soledad ile yapacağınız iki saatlik görüşme sonunda…
Hay senin Soledad’ ına!
Olabildiğince hızlı, üst üste, üst üste tuşlara basıp reklamı kapattı.
Saatini kurdu ve yattı.
Anında uykuya daldı.
Yine aynı rüyada buldu kendini.
Upuzun bir masa, bembeyaz örtüler, eli elinde, sesi kulağında, her şey hazır, hadi gel!
Çekiyor onu, sürüklüyor masaya.
Beyaz küçük ellerini görüyor ve saçlarını, yine arkası dönük.
Her şey hazır, hadi gel!
Elele gidiyorlar, hızlıca yürüyorlar, masa sabit, masa çok yakın ama bir türlü ulaşamıyorlar o masaya. Sanki adımlar boşa gidiyor, sanki yürüdükleri yol görünmez bir aralıktan sıvışarak rulo olup yerin dibine kıvrılıyor, onlar hep yeniden, yeniden ve yeniden aynı yere farklı adımlar atıyorlar ve bir arpa boyu yol gidemiyorlar. Bir türlü o masaya ulaşamıyorlar.
Her şey hazır, hadi gel!
Her şey hazır, hadi gel!
Hadi gel!
Hadi!
Gel!
Ter içinde sıçrayarak uyandı yine. Ellerine baktı, elleri yok, elleri yalnız.
Bir müddet boşluğu seyrederek dikildi yatakta.
Sonra yeniden bıraktı kendini uykuya.
Alarm çalışı, kalkış, çiş, yüz yıkama, kahvaltı, diş fırçalama, giyinme, koku, ayakkabı, anahtar, araba, iş, yarım gün boyunca kafa kaldırmadan çalışma.
Öğle yemeğine çıktı sonunda. Bir de baktı ki çalışanların yarısı yok. Diyorlar ki “veda partisi”, bir giden varmış şirketten. İşin arka yüzünde ise O varmış yine, Soledad!
Bu şirketten giden 6. kişi. Ülkeden giden 25,468,443. kişi, dünyadan giden 1,343,566,890. kişi.
Nereye mi gidiyor bu insanlar; Soledad’ın deyimiyle “ait oldukları yerlere”, Soledad’ın onlar için oluşturduğu kabilelere katılmaya gidiyorlarmış.
Diyorlar ki yol uzunmuş. Her gün farklı renk ve şekilde tırnakla karşımıza çıkan bizim Kezban’ın “evi” de meğer Afrikada’ymış, kadere bak!
Zaten çağrılmadığı partiden kaçtı ve kalan yarım günlük çilesini de tamamlayıp daireye attı kendini.
Gelir gelmez “Yetti artık bu kaltak!” diyerek fırlattı yine telefonu yatağa.
Koltuğa uzandı, mavi duvarlara dikti gözlerini.
“Ya doğruysa” perileri üşüştü birden etrafına.
Ya bildikleri bir şey varsa?
Ya gerçekten de ait oldukları yeri buluyorlarsa?
Bunca insanın bildiği bir şey olabilir mi?
Aksi olsa geri dönmezler miydi?
Neden herkes gidiyor ve asla geri dönmüyor?
Radyoda çalıyordu o esnada: “birçok giden, memnun ki yerinden, çok seneler geçti, dönen yok seferinden.”
Bu bir işaret!
O eğitime katıldığından beri her yerden işaret toplar olmuştu.
Denemekten zarar gelmez, bakalım neredeymiş “evim”!
Hemen de ikna etmişti kendini. Beş dakika önce ağız dolusu söverken şimdi telefonu arıyordu fellik fellik.
Sonunda buldu, telaşla tuş kilidini açtı.
Uygulamayı indirdi.
“Görüşmeye başla” tuşuna son bir tereddütle tıkladı.
Soledad’ın o bilmiş suratını görünce yüzündeki tiksintiye engel olamadı. Bu sefer de “saçmalıyorum” perileri gelmişti ki “bir bakıp çıkacağım”larla geri gönderdi onları.
Alıcı gözüyle baktı sonra Soledad’a. Uzun kumral saçları, beyaz teni, iri göğüsleri, hoş bir sesi, sevimli bir suratı vardı. Aslında fena değilmiş, “gerçek” olsa kaçırmazdım.
Ve başladılar sohbet etmeye. Önce havadan sudan, sonra geçmişten gelecekten, ardından çocukluktan hayallerden, biraz hediyelerden biraz cezalardan, yarım kalanlardan, hiç başlamamışlardan ve bitenlerden ve gidenlerden ve hiç dönmeyeceklerden, az tatlıdan, çokça acıdan, bir tutam heves, epeyce de umutlardan.
İki saat bir kanat çırpışı, bir nefes alışı, bir göz kırpışı kadar hızlı geçmişti.
Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle ekranı kapatıp yanında duran deftere şunları not etti:
“Soledad ile iki saat flört ettik, inanılmaz. Utanmasam âşık olacaktım, o derece kendimden geçmişim. Hislerden oluştuğu doğruymuş. Anında beni ele geçirdi. Ait olduğum yeri bulduk bakalım. Yarın gidiyorum. Buraya, İzmir’ e yarım saat mesafede bir köy. Nasıl olur da “evim” yaşadığım il sınırında olur? Millet kıtalar aşarken ben dolmuşla gideceğim. Şans mı şanssızlık mı bilmiyorum.”
Küçük bir sırt çantası yaptı, nasıl olsa ertesi gün dönerim diye.
O kadar emindi ki dönüş saatini bile ayarlamıştı dolmuşçu abilerle.
Dolmuşta uyuduğu beş dakika içerisinde yine aynı rüyayı gördü.
Bu sefer tam da saçları aralanıp yüzü gözükecekken yanındaki adam dürterek uyandırmıştı onu.
Abi geldik, burada ineceksin.
Gerisi artık tabana kuvvet.
Te burdan düz git, mavi bir tabela görcen, oradan yokuş yukarı çıkcan, yokuş epey zorlar emme. Su alaydın yanına bolca, aldın mı? Buralarda daha bulaman bak.
Uyku sersemi kafa salladı.
Can havliyle atarken kendini dolmuştan, son adımında çantasındaki suyun hacmini hatırladı.
Bu sıcakta yokuş yukarı tırmanış için yarım litre su, harika bir başlangıç!
Kısa bir yürüyüşten sonra çok geçmeden bulmuştu mavi tabelayı.
Gözünü yukarı kaldırdı, bahsettikleri yokuş yukarı, toprak yolun tam da eşiğindeydi. Yol, öyle uzun, öyle dikti ki sonu görünmüyordu. Sanki gökyüzüne bağlanan bir tünel uzanıyordu önünde.
Geri dönmeyi düşündü ciddi ciddi.
Derin bir nefes aldı. Gözlerini kapattı. Karar anlarında hep böyle yapardı.
O kısacık anda, o çöl sıcağının altında, arkasından şiddetli bir rüzgâr esti, yola doğru.
Sarsıldı. Kulağında belli belirsiz bir ses:
Hadi gel!
İlk adımını attı, artık geri dönemezdi.
Sırtında rüzgârın desteğini hissetti her adımında.
Otların salınışı, arıların vızıltısı, ağustos böceklerinin neşeli cırıltısı cesaret verdi ona.
Doğayla bütün hissederek yürürken ıssız yolda, bir hışırtı duydu ve durdu anında.
Yoksa yalnız değil miyim?
Adımları sık ve temkinliydi artık.
Birden fırladı önüne, yolun tam da ortasında durdu.
Upuzundu, hiç böyle uzununu görmemişti, siyah ve sarı.
Göz göze geldiler.
Burası benim, ne işin var burada? der gibi baktı gözlerine.
Sakin ol dostum, sadece geçiyorum.
Dilini çıkardı, tısladı, çıngırağını salladı, sonra hızlıca başını çevirdi ve bir hamlede yolun karşısındaki çalılıkların arasına girerek gözden kayboldu.
Korkmuştu.
Onun izlediği rotayı gözlemledi bir müddet ve sonra hızlıca devam etti yoluna.
Takip ediliyormuşçasına koşar adım ilerledi toprak yolda.
Ta ki nefes alamayıncaya kadar.
Yalnız olduğundan emin olunca durdu, yarım litrelik şişesini açtı, içme zamanı gelip çatmıştı.
Sözde buzluyken çantasına koyduğu suyun çay demlenecek kıvama geldiğini görünce bir hayal kırıklığına uğrasa da bir dikişte bitirdi hepsini.
Hay aptal kafam!
Dayan oğlum, az kaldı, ha gayret.
Bitkin bir halde yürümeye devam etti.
Çantası külçeye dönüşmüş, ayaklarından demir prangalar sarkmış, Güneş tepe çakrasından beynine süzülmüş, dili susuzluktan dışarı fırlamışken bir şırıltı duydu.
Sesin geldiği yöne doğru can havliyle ilerledi.
Yokuş bitmişti artık.
Karşıdaki küçük tepenin ardında yansıyan maviliği gördü. Başını biraz yukarı kaldırınca, gürül gürül akan suları fark etti.
Bir şelale!
Her şeyi unuttu, ter kokulu dolmuşu, yarım litrelik suyu, çıngırağı, ağustos böceklerini, prangalarını, beynindeki Güneşi, her şeyi, evet her şeyi unuttu ve koşmaya başladı.
Koştu, koştu, koştu ve kendini buz gibi sulara bıraktı.
Bir yandan kahkahalar atıyor, bir yandan gözyaşlarına hâkim olamıyordu.
Sonra dikildi şelalenin altına.
Beynindeki Güneş eriyerek akıyordu bedenine ve tam da kaburgalarının altında birleşerek içinde tekrar doğuyordu.
Beynindeki boş kâseye doldu sular, doldu taştı, doldu taştı ve tüm hücrelerine ulaştı.
Müthiş bir huzurla gözleri kapandı.
Hey, hey geldin mi? Buradayız!
Geldim mi? Evet geldim. Buradayım. Sen, sen neredesin?
Gözünü açtı.
Suyun hemen kıyısında gözleri karşıladı onu. İki basit kahverengi göz nasıl bu kadar derin ve bu kadar tanıdık olabilir?
Üzerinde uçuş uçuş beyaz bir elbise.
Uzattı küçük, pamuksu ellerini.
O eli tutunca evrenin tüm neşesi, tüm coşkusu, tüm heyecanı, tüm huzuru işledi sanki içine.
Neydeydi keramet, yüzey alanı küçüldükçe güzellikleri daha fazla mı hapsediyordu insan hücrelerine?
Biz de seni bekliyorduk.
Her şey hazır, hadi gel!
Her şey hazır, hadi gel!
Yakaladı elini, kız önde, o arkada, koşmaya başladılar.
Bu an, önünde savrulan saçları, beyaz küçük elleri… Aklı, rüzgârda uçuşan saçlarının kıvrımlarına karışıyordu.
Rüya ile gerçeği nasıl ayırt eder insan?
Bir çimdik, beni kendime getirmeye yeter mi?
Büyülü bir yoldan geçirdi onu.
Hiçler diyarından çıkıp hisler diyarına vardılar.
Upuzun bir masa, sakız beyazı örtüler.
Tanımadan sevdiği bir grup insan neşeyle şarkılar söylüyor, dans ediyor, yiyip içiyordu.
O girince gözler üzerine çevrildi, müzik durdu, çocuklar çığlıklar attı, danslar yavaşladı, bir gülümseme yayıldı her birinin ağzına.
Hepsi birlikte hoş geldin diye bağırdılar.
Biz de seni bekliyorduk.
Hâlâ üzerinden sular süzülüyordu.
Tam ortada duran, ona ayrılmış sandalyeye oturdu.
O da geldi tüm beyazlığı ile yanına oturdu.
Evini bulmak için çıktığı bu yolda, masalının içinde bulmuştu kendini. Gecelerin en büyülüsüydü bu! Daha önce hiçbir sohbetten böylesine keyif almamıştı, hiç kimse böylesine can kulağı ile onu dinlememişti, hayatında hiç böyle güzel şarkılara hep bir ağızdan eşlik etmemişti, böyle güzel bir gökyüzünü hiçbir yerde görmemişti, hiç çocuklarla böylesine içten bir bağ kurmamıştı, kendini hiç bu denli dansa bırakmamıştı ve bir gülüşü hiç bu kadar sevmemişti.
Saat kaça kadar kurulu kalmıştı bu masa, daha ne kadar kurulu kalacaktı? Çocuklar orada burada uyuklamaya, güzel insanlar birer birer kaybolmaya başlamıştı. Üzerinde çok garip, çok tatlı bir sarhoşluk vardı. Elleri ellerinde dans ediyordu onunla.
Uyku vakti gelmedi mi sence de?
Onlarla; onunla birlikteyken vaktin bir sınırı, bir hududu, bir eşiği yoktu ki.
Elinde kalan iki gram aklıyla, bu karmaşık cümleyi kuramadı tabii ve sadece galiba diyebildi; galiba geldi.
Elinden tuttu, yeniden sürükledi onu.
Her şey hazır, hadi gel!
Odaya vardıklarında gıcırtıyla açıldı tahta kapı.
İlk duyduğu şey gardenya kokusu oldu. Tüm odayı buram buram doldurmuştu çocukluğu.
Pamuk parmakları yanağına dokununca fark etti ağladığını.
Tam da dudağının kenarına küçücük bir öpücük kondurdu ve iyi geceler dileyip gitti usulca.
Bir insan bir öpücüğe dünyaları sığdırabilir mi? Ve Güneşi ve Ayı ve yıldızları ve gökyüzünü ve dağları, tepeleri ve akan tüm suları ve yanan tüm ateşleri ve havayı ve toprağı ve topraktan doğan tüm ağaçları ve bütün güzel kokulu çiçekleri ve baharı ve kâinatı?
Sığdırmıştı işte.
Coşkulu hislerinden sıyrılıp gözyaşları ile inceledi odayı.
Beyaza boyanmış kerpiç duvarlar, arap sabunu kokulu beyaz çarşaflı bir yatak, yuvarlak bir soba, üzerinde üç beyaz meleğini açmış bir gardenya ve yerde bir çiçekli minder.
Usulca örtüyü kaldırıp bıraktı kendini yatağa. Yıllar sonra çiçekli bir minderden başka, gerçekten ait hissettiği bir yastığa başını koyuyordu, huzurla, şükranla, aşkla, minnetle, coşkuyla, ilk defaymışçasına, yaralarını sarıp da yeniden doğmuşçasına.
Yalnız hissetmenin bir zıttı varsa o da ait hissetmek, “an”lara ait hissetmek.
Gözlerini aç!
Devasa mavi bir kapının önündeydi.
Karşısında iri yarı, genç yüzlü bir adam… Her şeyi bembeyaz; ayak bileklerinde biten uzun elbisesi, göbeğine kadar sarkmış sakalları, beline uzanan dalgalı saçları, teni…
“Tebrikler.
Görevini başarıyla tamamladın.
Yuvana hoş geldin.
Sezgilerin çok güçlüydü, seni zapt etmekte epey zorlandık.
Yalnız hissetmekte haklıydın.
Çünkü dünyandaki herkes ve her şey senin için oluşturulmuş bir kurgudan ibaretti.
O “yalan” dünyada bir tek gerçek vardı; “sen”.
Artık yalnız değilsin.
Artık yalnız değilsin.
Yalnız değilsin.
Yalnız.
Değilsin.”
Eliyle mavi kapıyı araladı ve içeriyi gösterdi.
Bir sürü beyaz kıyafetli insan görünümlü varlık toplaşmış ona bakıyordu.
Bedenlerinin iriliği önce korkuttu onu. Sonra akıl etti de döndü bir de kendisine baktı. Onlar gibi iriydi, onlar gibi beyaz kıyafetliydi, onlar gibi ışıl ışıldı ve onlar gibi havada öylece asılı duruyordu, durabiliyordu.
Şaşırsa da hemen anladı; evet onlar gibiydi, çünkü onlardan biriydi.
Mavi kapının eşiğinden bakışlarını gezdirirken üstünkörü,
Işık saçan binlerce gülen göz arasından onunkileri gördü.
Uzattı bembeyaz ellerini gözlerindeyken gözü,
Bu bir doğumdu her ne kadar hatırlatsa da ölümü,
Ve sonsuzluğa davet eder gibiydi ilk sözü:
Biz de seni bekliyorduk.
Her şey hazır, hadi gel!
- Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız - 1 Eylül 2024
- Cennet-ül Cinnet - 1 Temmuz 2024
- Bir Garip Yolcu - 23 Mayıs 2024
- Topal - 1 Şubat 2024
Öykünün bazı kısımlarında tatlı tatlı rap flowları var sanki. Bazı kısımları Sansar Salvo gibi okudum;
‘‘Beynindeki boş kâseye doldu sular, doldu taştı, doldu taştı ve tüm hücrelerine ulaştı.’’
Çok da eğlendim bunu yapmakla. Şarkı sözü yazarlığı düşünmelisiniz, belki de yapıyorsunuzdur zaten? Ellerinize sağlık.
Ah teşekkür ederim. Esasında bu aralar şarkıları epey düşünüyorum, artık daha fazla düşüneceğim:)