Sabah uyandığında her şeye yeniden başlamaya hazırlanmak için aynanın karşısına geçti; dünkü ağlama krizlerinin neden olduğu şişlikleri ve morlukları gidermek için epeyce bir makyaj yaptı. Makyajını bitirdikten sonra aynaya tekrar baktı, mutsuz ifadesini derhal terk etti, suratına kocaman bir gülümse yerleştirdi: Dangalakça ve ahmakça bir sırıtış. Topuklu ayakkabılarını giydi, Channel parfümünü el bileklerine sıktı, bileklerini birbirine sürttü, iki bileğini de iki kulağının arkasına, boynuna doğru olan bölgeye oval çizecek şekilde gezdirdi. Bir fıs da göğüslerinin arasına değecek şekilde sıktı. Aynaya baktı son kez. Anahtarını askıdan aldı, kapıyı çekti ve kilitledi, anahtarı çantasına koydu, telefonundan saate baktı ve merdivenlerden inmeye başladı. Tek kat indikten sonra dış kapıya yöneldi, kapıdan çıktığında gözleriyle yola ve -sanki bir araba arıyormuş gibi- etrafına bakındı. Sağına, ışıklı caddeye doğru yürüdü, çantasından ince bir sigara paketi çıkardı. İçinden bir tane aldı ve ağzına götürdü, paketi çantasına koyarken bir taraftan da çakmak aradı ama bulamadı. Etrafına bakındı, sigara içen birinden çakmak rica etmek için. Etrafına bakınırken siyah, sedan bir araba yanaştı kaldırıma. Arabanın sağ camı aralanmaya başladı. Şoför koltuğunda, alttan iki ya da üç düğmesi iliklenmiş bir siyah gömlek giyen, göğsü neredeyse tamamen açık, göğüs kılları da boğazı sarmaya başlayan bir adam vardı. Arabanın içi ışıl ışıldı. Altın renginde bir ambiyans vardı. Deri koltuklar krem rengindendi. Arabanın hem dikiz aynasında ve hem de vites topuzunda tespih vardı. Adamın saç ektirdiği çok belliydi. Saçları kısa ama dimdikti. Ağır bir parfüm sıkmıştı, koku belki caddeye kadar gidiyordu. Adamın ince suratı üzerinde aşağı doğru uzamış simsiyah ve kıvırcık sakalları kendisini karanlık bi tip olmaya zorlamış birisi izlenimi veriyordu. Dudakları kocaman, dişleri bembeyazdı, ince suratına rağmen dolgun yanakları vardı. Yanakları kırmızı denecek derecedeydi. Adam esmerden hallice kestane ten rengindeydi. Adamın boyu uzun olduğu belliydi. Arabanın koltuğu geriye doğru yatık olmasına rağmen bacak boyu arabanın neredeyse yarısı kadardı. Derin çukurdaki gözleri kaşlarının kalınlığından zor seçiliyordu. Kulakları geriye doğru yatıktı. Kulak memeleri normalden biraz büyük, ortası çukurdu. Dokunulduğunda yumuşak hissi verecekmiş gibi duruyordu. Burnu uzun ve kemerliydi. Sert bir yüzü vardı. Sanki hep sinirliymiş havası veriyordu karakterine bu yüzü.
– Neredesin İpek?
– Buradayım. Biraz hava alayım dedim. Seni göremeyince yürümek istedim.
-Sana evin önünde bekle diyorum ya her zaman. Her akşam nerede olduğunu tahmin ederek buluyorum seni. Telefonuna da bakmıyorsun. Vallahi bilerek yapıyorsun. Akıllı ol biraz. Geç kaldık millet seni bekliyor!
Millet kimdi? Neden bu kadar önemliydi? İpek neden onları bekletemiyordu? Fatih’in millet dediği; müşterileriydi. İpek, Ankara’nın en büyük pavyonlarının birinde çalışıyordu. Mekâna gelen erkeklerin ödedikleri paranın hakkını veriyordu. Dertlerini dinliyor, içki ısmarlatıyor, bazen sahnede onlarla oynuyor, ellerinin vücudunda gezmesine izin veriyor, onları bu şekilde mutlu ediyordu. İpek işteyken sürekli gülmek ve milleti eğlendirmek zorundaydı. Milletin yavşamalarına, tacizlerine, küfürlerine ve hatta hakaretlerine gülerek, aptalca sırıtarak cevap vermesi gerekiyordu. Dokunduğu yeri kurutmuş, girdiği her işte başarısız olmuştu; son çabası, palyaçoluk yapan adamın tanımadığı yüzlerce kişiyi güldürmeye çalışmasından farksızdı. Gecesinde bütün derdinden ağlamış olsa da sabahında tüm dünyaya mutlu olduğunu kanıtlarcasına kahkahalar atması gerekiyordu hem İpek’in hem de Palyaçonun! İğrenç insanların ellerinin dokunduğu teninin her yerini lifle kanatırcasına temizlemeye çalışmasının sabahında o dokunuşlardan ne kadar memnun olduğunu millete hissettirmesi gerekiyordu İpek’in, yani sabah yüzüne boyalardan yaptığı maskeyle hüznünün, huzursuzluğunun belli olmamasını isteyen Palyaçonun. Yüzünde renkli renkli boyalar olan İpek, dünyaya eğlendiğini kanıtlamaya çalışan basit bir Palyaçoydu sadece. Evrende kapladığı hiçbir alanı, yaşamak için bir nedeni bile olmayan, sadece gününü doldurmak, sabaha uyanmak için yaşayan İpek’in Palyaçonizm tarzında hayatının hiçbir değeri yoktu. Geceye doğru işe gidiyor, sabaha karşı işten çıkıp evine gidiyor, bir şeyler yiyor, banyo yapıp uyuyor, akşama doğru kalkıyor tekrar duş alıyor, yüzünün boyasını yapıyor ve tekrar işe geliyordu. Hayatının akışı sürekli böyleydi. Hafta da bir gün izni oluyordu: Pazartesi. O günlerde de bazen dışarı çıkıyor, ışıltılı caddede ışıltısız bir kahve dükkanından kahve alıp evinin yakınında ağaçlarla kaplı yemyeşil, tertemiz ve sakin olan parka gidiyor, çimlere oturup müzik dinliyor, saman kağıdına karakalem çalışıyor, bir şeyler çiziyordu. Ya da bazı zamanlarda evde kalıyor, kendine mısır patlatıyor, bütün gün film ya da dizi izliyordu. Sadece bunlardan keyif alıyordu artık. Sadece bu zamanlarda yaşadığının farkına varıyordu. Ki çok yaptığı bir şey de yoktu aslında; ya parkta çizim yapıyor ya da evde bir şeyler izliyordu. Varlığının kanıtı için bunlara ihtiyaç duyuyordu sadece. Hayatına kimseyi almıyordu. İnsanlardan, toplumdan, cemiyetten nefret ediyordu. Bütün insanlar ona yapmacık geliyordu. Hepsinin suratında birer maske vardı; ama en büyük maske de kendindeydi halbuki. Bunun da farkındaydı. Kendisi bile yapmacıkken başka yapmacıklara tahammülü kalmıyordu. İşte de bazen müşterilere yükselecek gibi oluyor ama sonra Fatih’in o muşmula suratını hiç mi hiç çekmek istemiyor, hemen onları alttan almaya başlıyordu. Erkek arkadaşından ziyade, kız arkadaşı da yoktu İpek’in. Bir şeyler paylaşacak, dertleşecek, hüznünü ya da sevincini anlatacak kimsesi yoktu. Etrafındakilerin hepsi birer oyuncak maketti. Bir kız kardeşi vardı aslında ama o da yurt dışında yaşıyordu. Bazen Türkiye’ye gelirdi, o da Antalya’da kocasıyla tatil yapmaya. Geldikleri zaman bir gün görüşürlerdi sadece. Görüşmeseler de olurdu aslında. Aralarında tam anlamıyla bir kardeş ilişkisi yoktu. Kardeşi sırf aralarındaki kardeşlik mefhumu devam etsin diye her geldiğinde İpek’in yanına uğrardı. İpek’in bu durumuna çok üzülüyordu. İpek’in başından geçen elim hadiseden sonra İpek çok değişmiş, tamamen yalnızlaşmıştı. Kardeşi İpek’i tekrar hayata döndürmek için çok uğraşmıştı. Hele ki şu anki mesleğini duyduğunda üç gün boyunca ağlamış, Türkiye’ye dönmeye karar vermiş ama İpek asla kabul etmemişti. Dönerse yüzünü göremeyeceği tehdidiyle kardeşini vazgeçirmişti. İpek’in kardeşi İngiltere’de master yaptığı sırada üniversite hocasıyla birliktelik yaşamış ve iki yıl sonra evlenmiş ve orada kalmıştı. Kızların anne ve babasıyla pek bir bağları yoktu. Anne ve babaları yaklaşık on yıl önce ayrılmış, çocukların yaşları da büyük olduğu için hiç ilgilenmemiş, kendi hallerine bırakmışlardı. Neredeyse hiç görüşmüyorlardı anneleriyle. Herhangi taraftan iletişim talebi de olmuyordu zaten. Sanki birbirlerini tamamen unutmuşlardı. Baba da ayrılıktan sonra alkolik olmuş, Balıkesir’deki yazlıkta yaşamaya başlamış ve son beş yıldır da hiç haber alınmamıştı. Kısacası İpek’in bir ailesi de yoktu. Tamamen kendi başına yaşamaya çalışan bir kadındı. Sekiz yıldır bu işi yapıyor, sekiz yıldır Fatih’in dırdırını çekiyordu. Fatih aşıktı ona. Ama asla taviz vermiyordu İpek. Normal insanlara tahammülü yoktu, bir de böyle bir tiple hiç uğraşmazdı. Fatih mekân sahibinin küçük kardeşiydi. Bazen İpek’e yanaşıyor, sabahları eve bıraktığında kendini eve davet ettirmeye çalışıyor ama her zaman ret cevabını alıyordu. Bunun karşılığında Fatih bazen işten kovmakla tehdit ediyor, İpekse “durduğun kabahat!” cevabını veriyordu. İpek’i kovmak öyle kolay değildi. Mekânın en güzel kızıydı, patronun da en gözdesi. Herkesin onda gözü vardı. Mekâna gelen en zengin müşteriler ilk olarak İpek’i çağırırlardı. Vahşi bir cazibesi vardı İpek’in. 32 yaşında kadınlığının doruğundaydı. Uzun boylu, bembeyaz tenli, simsiyah kıvırcık saçlı harikulade bir kadındı. Zayıf olmasına rağmen göğüsleri dolgun, yüzü yuvarlak ve yanakları Amasya elmasını andırıyordu. Elleri o kadar kibar ve naifti ki dünyanın bütün ressamları bu elleri çizmek için birbirlerini öldürebilirlerdi. Parmakları ince ve uzundu ama kemikli değildi, dümdüz göğe uzanan kavak ağacı gibiydi. Bacakları ne çok kalın ne çok inceydi. O kadar muntazam bacaklara sahipti ki ayak bileklerinin inceliğini bir kez daha ortaya koyuyordu. Her görenin gözünü alamadığı ve her detayını incelediği İpek’in beli ise incecikti. Belinin inceliği dolgun ve yuvarlak kalçalarını gözler önüne seriyordu. Siyah kıvırcık saçları incecik belinden kalçasına kadar salınıyordu. Saçlarının önündeki küçük kıvırcık perçemleri alnına dökülüyordu. Perçemleri siyah ve kavisli kaşlarını gizlemiyordu. Upuzun kirpiklerle çevrili gözleri ise adeta insanı içinin derinliklerine çeken kömür karasıydı. Dolgun dudaklarının tebessümüyle ortaya çıkan gamzesinin sağında kalan küçücük burnu hafif kalkıktı. Her şeyi o kadar muntazamdı ki her detayını dikkatlice yavaşça incelemekten kendini alamıyordu insan. Kısaca Tanrı’nın altın oranı İpek’te mevcuttu. Onu görenler böyle bir güzellik görmediklerine yeminler ediyor, ona sahip olabilmenin yollarını arıyorlar ama sonu hep hüsranla bitiyordu. İpek’in bu işe başlamadan önce Fatih’e tek şartı kimseyle bir şeyler yaşanmaya zorlanmayacak olmasıydı. Fatih bunu tabi ki anlayışla kabul ederken ise güzelliği karşısında akıllı düşünemiyor, İpekle ufacık bir şey yaşamak için bütün servetini feda edeceğinin farkına varıyordu. Belki de ömrünün sonuna kadar bu çaba içerisinde olacağını daha ilk günden biliyordu.
İpek çantasını omzuna astıktan sonra arabaya yanaştı, kapıyı açtı ve sakince koltuğa oturdu.
-Çakmak verir misin?
Konuşurken Fatih’in yüzüne asla bakmıyordu. İpek’in parfüm kokusu Fatih’in burnuna ulaştığında kendinden geçmişti. Denizin ferahlığını andıran teniyle sonbaharda yağan yağmur sonrası toprak kokusunu andıran parfümün birleşimi, baş döndüren bir kokuya neden oluyordu. Teninden ferahlık fışkırıyordu. Bütün kölelerini kendine çeken bir tanrıçaydı. Fatih çakmağı vermek yerine sırf eline dokunabilmek için kendi uzattı, İpek sigarayı dudaklarına götürdü, eliyle Fatih’in eline değmeden siper almaya çalıştı, çakmak alev aldı, derin bir nefes çekti, o kadar derin çekti ki sigarayı, sigara alev alçaktı neredeyse. Usulca dudaklarından kurtulan duman arabanın her yanına yayıldı. Fatih belli etmeden dumanı burnundan içeriye hapsetmek için komik bir çaba harcıyordu. Işıltılı caddenin arasında araba hareket etti ve mekâna gidene kadar çıt çıkmadı.
…
-Yavrum senin ne işin var burada. Gel seni kraliçem yapayım. Emret gülüm!
Aynı cümleleri her gün belki de onlarca defa duyuyordu. Beş para etmez adamların metresi olmaları için her teklifi gülerek, dangalakça sırıtarak geri çeviriyordu.
-Bu özgür ruhu bir yere hapsedemem yakışıklı!
Hepsine verdiği yapmacık ve samimiyetsiz cevap aynıydı. Ruhu mu? Yaşadığının bile farkında değildi. Ama onlara hep mükemmel ve mutlu görünmek zorundaydı. Yüzündeki boya asla eskimiyordu, hep capcanlıydı. Bunları her söylediğinde göğsünde hep bir şeyler kopuyordu. Kendinden hep biraz daha uzaklaşıyor, geri dönülemeyecek karanlığa gittiğinin farkına varıyordu. Ama umurunda değildi. Beklediği ya da istediği hiçbir şey yoktu. Burada nasıl işe başladığını her kendine sorduğunda kalbi katlanılamayacak kadar acıyor, nefes alamıyor, burnu titremeye başlıyor, hemen düşüncesinden vazgeçiyordu. Çubuk’ta turşu fabrikası olan adamın yanından tuvalete gideceği bahanesiyle ayrıldı. Oturduğu koltuktan ayağa kalktı, uzun topukluları her yere vuruşunda herkes ona bakıyordu; o yürüdükçe millet gözlerini ondan alamıyor, yaratıcının varlığının bir kere daha ispatlanmasının şerefine kadehler tokuşturuluyor ve derin oflar çekiliyordu. İpek hava almak için sahnenin arkasından dışarıya çıkmaya hazırlanırken birden kolu sertçe geriye çekildi. Birden ne olduğunu şaşırdı ve geriye baktı. Fatih kolundan sıkıca tutmuş ve geriye çekmişti. İpek ona ne yaptığını sorarcasına baktı.
-Ne var Fatih?
Gözlerini onun gözlerine dikmişti. Rahat bırak beni dercesine bakıyor, bir eliyle de onun elini kolundan kurtarmaya çalışıyordu. Fatihle temas kurmaktan hoşlanmıyor, onun bunun sürekli bi şeyleri bahane ederek yaptığını fark ediyor, uzatmadan o durumdan kurtulmaya çalışıyordu.
-Ne yaptığını sanıyorsun kızım sen?
-Ne diyorsun Fatih, hava almaya çıkıyorum.
-Adamın yanından öylece kalkıp gidemezsin. Bunu defalarca konuştuk. Yanına oturman için bir aylık kazandığın parayı verdi haberin var mı?
-Çok da umurumdaydı verdiği para!
-Kendine gel İpek, adamı çileden çıkartma. Ben sana kalk deyinceye kadar masalardan kalkmayacaksın.
-Ne sanıyorsun sen? Benim sahibim falan olduğunu mu? Ha? Kendine gel. Sigara içeceğim.
Fatih, İpek’in kolunu daha sert sıkmaya başlamış, diğer eliyle de İpek’in diğer kolunu sıkmaya başlamıştı. İpek’i sarsıyor ve bir şeyleri anlamasını, dediğini yapmak zorunda olduğunu anlatmaya çalışıyordu. O sırada İpek’in gözü sahnenin sol ön masasında oturan genç bir adama takıldı. Adam rahat ama biraz da dikkatlice onlara bakıyordu.
-Bırak kolumu herkes bizi izliyor. Hayvan mısın? Tamam geçiyorum. Rahat bırak beni.
İpek kalktığı masaya tekrar döndü. Yüzünde kocaman bir sırıtışla fabrika sahibi adamın yanına oturdu. Adam elini İpek’in bacağına götürdü. Zafer kazanmış edasıyla tek kaşını kaldırarak ona baktı. Bu zaferi İpek üzerinde tahakküm kuracağını düşündürdü. Elini bacağında gezdirerek daha yukarılara kaymaya başladı. Elleri tombul ve kıllıydı, kendisi gibi. Ter kokusu salatalık turşusunu andırıyor, İpek kısık kısık nefes alıyordu. Adamın elini engellemeye sınırı geçmemesini anlatmaya çalışırcasına serçe parmağından tutup dizine koydu. Adam ilk olarak dizini ovmaya, kulağına bir şeyler fısıldamaya çalışıyordu. İpek o kadar tiksiniyordu ki o anda adamın kel kafasına kusabilirdi belki de. Fatih uzaktan onları izliyor, İpek’in ters bir hareket yapmasını beklercesine tetikte bekliyordu. İpek adamın kulağına eğildi.
-Canım bana bir viski ısmarlar mısın?
-Viski senin köpeğin olsun gülüm? Bütün şişeler sana feda olsun. Sen yeter ki iste, bana şöyle gül he. Adem! Bir şişe viski gönder buraya. Diye bağırdı garsona. Adam bütün servetini onun ayaklarına sermek için kendini paralıyordu. Niyeti belliydi ama boşuna uğraşıyordu. Üçüncü gelişiydi adamın buraya. İpek’i görmüş ve onu elde etmeye yemin etmiş gibi Fatihle, patronla konuşmuş ama istediği cevabı alamamasına rağmen yine de denemekten vazgeçmemişti. Elbet onun kollarına geleceğini düşünüyordu. Elini dizinden yukarıya bacağına doğru sürterek çıkarmaya başladı yine. Usulca zaferine yaklaştıkça özgüveni artan bir savaşçı gibiydi adeta. Asla vazgeçmiyor, sonunda onu elde edeceğini kesin olarak görüyordu. Diğer eliyle de kıvırcık saçıyla oynamaya başladı. Saçının sonuna doğru götürdü elini. Saçının sonu incecik belinin başladığı yerdi. Niyeti belliydi. İncecik beli kavramak. Sağ elini bacağının en üst kısmından, sol elini belinin sol tarafında karnına yakın oval yerinden yakaladı. Avını boğazından yakalayıp ölmesini bekleyen aslan gibi, ne tepki vereceğini beklemeden İpek’in kulaklarına yaklaştırdı kuru dudaklarını. Kulaklarına üfleyerek konuşmaya başladı.
-İnat etme, benim olacaksın bu işin sonunda. İnat etme tadını çıkar.
İpek’in tahammülü kalmamıştı artık. Adamın kollarından kurtulduğu gibi masadan kalktı. Adam daha ne olduğunu anlamadan O çoktan masadan uzaklaşmış sahnenin yanına kadar gelmişti. Arkasından Fatih’in bir hışımla kendisine yetişmeye çalıştığını biliyordu. Daha demin Fatih kolunu sıktığında onları izleyen genç adamın masasının yanından geçerken göz göze geldiler. Gözlerinin hemen kurtardı, hızlıca sahnenin solundaki kısa holden geçerek dışarıya açılan kapıya yöneldi. Elini kapı koluna uzattı, kolu indirdi, kapıyı ileriye doğru itti; dışarının o soğuk ve keskin havasını bir anda yüzünde hissetti. Olabildiğince bütün havayı ziyan etmeden içine çekmeye çalıştı. Sol ayağının kapıdan dışarıya attı. Sağ ayağını atamadı. Fatih sağ kolundan hızlıca kendine doğru çekti İpeği. O kadar sert çekmişti ki kafası bir anda geriye düştü. Fatih kolunu tutmaya devam etmeseydi yere kapaklanacaktı. Neye uğradığını şaşırdı. Fatih diğer eliyle İpek’in saçından tutup aşağıya doğru çekmeye başladı. Büyük acı duyan İpek çığlık atmamak için kendini zor tuttu. Acıdan gözleri sulandı. Fatih kolunu daha sert sıkarak bağırmaya başladı. Orkestra, müziğin en coşkulu yerinde olduğundan sesini sadece İpek duyuyordu.
-Nereye gidiyorsun seni aptal? Senin kemiklerini kırarım. Müşterileri huzursuz etmeyeceksin diye kaç kere söyledim lan sana? Kafana vura vura öğreteceğim bunu sana.
-Bırak beni! Hava alacağım.
Kolunu elinden kurtarmaya çalışa da saçını ondan kurtaramıyordu. Ve her çabası daha fazla acıyla sonuçlanıyordu.
-Bırak ulan. Öküz! Bırak beni. Hava alacağım.
Daha çok bağırmaya başladı İpek. Şarkının da sonuna gelindiğinden ses azalmıştı. Yılkı atını ehlileştirmeye çalışan seyis gibi, müzik bitmeden onu susturmak için saçını tuttuğu elini saçından kurtarıp yukarıya kaldırdı.
-Seni orospu!
Elini sertçe İpek’in yüzüne indirecekti ki elini hareket ettiremez oldu. Geriye döndü. Kolunu kavramış adamın gözleriyle karşılaştı. Kızı bıraktı, adama döndü. Elini kurtardı. Adama bir yumruk salladı. Adam yumruktan geri çekilerek kurtuldu. Sol eliyle adamın sağ elmacık kemiğine sert bir yumruk indirdi. Fatih neye uğradığını şaşırdı. Yanağından kan geliyordu. Yanağı yarılmıştı. Adamın yüzüğü yüzünü kesmişti. Fatih tam kendini toparlayıp karşı hamle yapacaktı ki adamın cümlesi ona engel oldu.
-Fazıl Büyük. Cumhuriyet Savcısı.
Fatih kazanamayacağı savaşın içinde olduğunun farkına vardı. Ama erkekliğinden de ödün vermemesi gerekiyordu.
-Savcı sen bu işe karışma. Aile meselesi bu. Senlik bi şey yok. Adem! Bana çabuk buz ayarla. Diye bağırarak cümlesini sonlandırdı. İpek’e nefretle, tiksintiyle baktı. Gözleriyle adeta küfürler yağdırıyordu.
-Sen içeri geç İpek. İşinin başına dön. Hadi!
-Ulan utanmıyor musun kadını darp etmeye. Ahlaksız adam.
-Ooo! Savcı ağır ol biraz. Bizim mekanımızda bize mi posta koyuyorsun?
-Ulan aptal herif. Sen kimsin lan? Mekânın kim? Kamera kayıtlarını ister, şimdi seni şuracıkta tutuklatırım. İki sene içerde takılırsın.
Fatih tam cevap verecekti ki abisi araya girdi. Savcıdan özür diledi. Kardeşinin kusura bakmamasını, daha toy olduğunu, kanının kaynadığını ama iyi niyetli biri olduğunu anlatmaya çalıştıktan sonra savcının koluna girip onu oradan uzaklaştırmaya çalıştı. Abisi üst katta asma balkonun bir bölümünü oluşturan ofisinde viskisini içiyor, yeni açacağı mekanın hesabını yapıyor, gerekli izinlerin alınması için ulaşması gereken siyasilerin isimlerini deftere yazıyordu. Ofisin penceresi olayın olduğu holü direkt cepheden görüyordu. Olayı görmüş ve hemen aşağı fırlamıştı.
-Siz kimsiniz?
-Sayın Savcım ben Furkan. Mekânın sahibi bu dangalağın da abisiyim.
-Furkan Bey! Bir dakika bi bırakın beni. Kardeşiniz ne yaptığının farkında değil sanırım. Ona ne yaptığını anlatmak lazım.
Furkan’ın kolundan sıyrıldı. Geriye döndü ve İpek’in garip, soru sorarcasına bakışıyla karşılaştı. Yanına gitti.
-Nasılsınız? Bir şeyiniz yok ya?
-Teşekkür ederim ama sizin ilginize gerek yok. Kendim halledebilirim deyip döndü ve kapıdan dışarı çıktı. Fazıl bu karşılığı soğukkanlılıkla ve tebessüm ederek karşıladı. Adamlara döndü,
-Tamam beyler. İşinize dönün. Böyle bir şeyin de bir daha tekrarlanması için tedbirinizi de alırsınız artık. Erkek adam kadına el kaldırır mı? Adam dediğin?
Döndü ve kapıya yöneldi.
Furkan, savcının arkasından bakıp İpek’in peşinden gittiğini görünce derin bir nefes çekti ve yanında duran Fatih’e döndü,
-Lan ahmak. Sen benim işime taş mı koymaya çalışıyorsun. Yediğin kaba mı pisleyeceksin. Şimdi devlete ne kadar muhtaç olduğumuzu bildiğin halde. Sana bu defteri kapat demedim mi lan? Şu kızla uğraşmayı bırak artık da işini yapsın? Bir daha görürsem kapı dışarı ederim seni.
Furkan, İpek’in mekân için ne kadar faydalı olduğunu biliyordu. Böyle bir güzelliği mekânında tuttuğu için diğer mekanlardan her zaman üç adım öndeydi. Onun sayesinde yeni mekânı açacak duruma kısa zamanda gelmişti. Onu kaybetmeyi göze alamazdı. Ama kardeşini de çok seviyordu. Aradaki dengeyi hep korumaya çalışıyordu ama Fatih artık sabrını taşırmaya başlamıştı. Kolundan tuttu ve itti.
-Mahmut’a söyle odaya gelsin. Yiyecek bir şeyler de yaptır bana. Yeşillik meşillik bi şeyler gönder. Avrat kolesterolüm var diye başımın etini yiyor. Hadi lan avel. Mal mal bakma suratıma yürü!
Fatih döndü. Mutfağa doğru yöneldi. İçinden sinkaflı, dolu dolu küfür savurdu. İçini çekti. Bunu İpek’e ödeteceğine dair yemin etti. Savcı’ya da iyi bir saydırdı. Yürümeye devam etti.
Savcı kapıyı açtığında beş adım uzakta çınar ağacının altında bankta oturan İpek’i görünce onun ne kadar güzel olduğunu bir kere daha düşündü. Böyle bir güzelliğin buraya nasıl düştüğünü romanlar yazarak anlatsalar yine de anlamayacaktı. Olağanüstü bir güzelliği vardı. Bir kere baktığında böyle bir güzelliğe sahip olamadığı için insanın yüreği hemen sızlıyordu. Bacak bacak üstüne atmış sigarasının son fırtını çekiyordu artık. Siyah mini bir elbise altına da siyah topuklu ayakkabı giymişti. Bacaklarının bütün güzelliği ortadaydı. Elbisesinin tek askısı vardı. Sol kolu kapalıyken sağ kolu göğsüne kadar tamamen açıktı. Teni o kadar beyazdı ki biri hafifçe dokunsa kıpkırmızı olacaktı sanki. Sağ omzu bir meleğin kanadı gibi parlıyordu. Köprücük kemiği çok belli, derin bir çukur gibiydi. Yağmurda oraya dolan suyu kana kana içecek binlerce insan bulunabilirdi kuşkusuz. Elbisesi üstüne tam oturmuştu. Göğüsleri tamamen ortaya çıkmıştı. Vücudunun görünen kısmı görünmeyen kısmının güzelliğinin taahhüdünü veriyordu besbelli. Tanrıça gibi görünüyordu.
Savcı ne çok uzun ne de kısaydı. Omuzları geniş, göğüs kasları belli oluyordu. Zayıf ama yapılıydı. Kumral, dalgalı saçları kaşlarına kadar düşüyordu. Kulak arkaları ve ensesi tıraşlıydı. Kaşları ince ve kirpikleri az olduğundan bal rengi gözleri sokak ışığında parlıyordu. Küçük ama sivri burnu kendisine karizmatik hava katıyor, kendisini oldukça ciddi gösteriyordu. Çenesinin ortasındaki gamzenin dolgun dudaklarıyla orantılı olması savcının bir kat daha çekici olmasına neden oluyordu. Esmer teni daha yeni denizden çıkmış birini andırıyor, insanı kendine çekiyordu. Yavaşça İpek’in yanına giderken O çoktan sigarasını söndürmüş banktan kalkmaya hazırlanıyordu. Savcı biraz hızlı hareket ederek adımlarını sıklaştırdı. Selam vermeye hazırlanıyordu ki İpek kalktı ve içeri geçmek için kapıya yöneldi. Savcı tam karşısında durdu. Onu durdurmaya çalışacak gibiydi. Bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ki İpek ondan hızlı davrandı.
-Birinize daha katlanamam kusura bakmayın. Rahat bırakın beni. Ucuz kahramanlıklarla işim olmaz benim.
İpek yanından geçerken öyle bir koku bırakmıştı ki savcının başı dönmüştü. Kış ortasındaki Ankara’ya sanki sonbahar gelmiş gibi her yerde toprak kokusu duyuluyordu. Arkasından bakarken sigarasını yaktı, derin bir nefes çekti ve ona doğru üfledi. Sigarası bitince masasına döndü. Garsona el yaptı. Hesabı istedi. Rakısının son yudumunu kafasına dikti. Peynirinden bir parça aldı. Kafasını kaldırdı. İpek’in simsiyah gözleriyle karşılaştı. Masanın başına gelmişti. Yaptığının ayıp olduğunun farkına varmasına savcının yanından geçerken savcının mağrur bakışı neden olmuştu. Biraz da mahcup olarak savcıya doğru eğilip konuşmaya başladı.
-Özür dilerim! Bunlarla çalışınca insanın aklı başında kalmıyor. Sinirimden sizi kıracak şeyler söyledim.
-Hiç önemi yok. Farkındaydım. İçinizde yanan bir alev var hemen söneceğe de benzemiyor. Bütün dünyaya karşı savaşıyormuş gibi. Merhaba ben Fazıl.
Ayağa kalktı ve elini uzattı.
İpek güldü. Elini sıktı savcının.
-Ben de İpek. Memnun oldum. Oturabilir miyim?
-Tabi buyurun. Bir şeyler ısmarlayabilir miyim size?
O sırada hesap geldi. Savcı sonra diye eliyle bir işaret yaptı.
-Ay hayır. Teşekkür ederim. Lütfen! Bugün yeterince içtim zaten. Ben sizden özür dileyip teşekkür etmek için geldim. Siz rahatınıza bakın lütfen.
Saat neredeyse üçe geliyordu. Mekân kapanmak üzereydi. Son istekler çalınıyordu artık. Fatih uzaktan İpek’i izliyordu. İpek de bunun farkında olmasına karşın hiç oralı olmuyordu. Çıkışta taksiye binecekti, onunla hiç uğraşamazdı. Ama taksiye binmek hep O’nu tedirgin ediyordu. Bu yüzden neredeyse hiç ama hiç binmiyordu. Çok elzem zamanlar hariç. İşi bırakmayı bile düşünüyordu artık. İş. Yaptığı iş. Nasıl onursuz, nasıl ahlaksızdı. Nasıl katlanıyordu tüm bu saçmalıklara? Bazen katlanamıyor evde ağlama nöbetleri geçiyor tekrar işe döndüğünde ise yüzü boyalı şekilde gülüyor oluyordu. Aslında kendisine acı çektiriyordu. Kendisinden nefret ediyor. Bu hayatla kendisini cezalandırıyordu. Tüm bu düşüncelerle meşgulken savcının tok sesi duyuldu kulaklarında.
-Size dedim?
-Ha! Özür dilerim. Kafam çok dalgın. Yorgunum da. Ben en iyisi hazırlanıp çıkayım. Tekrar teşekkür ederim bugünkü centilmen davranışınız için.
-Sizi evinize kadar ben bırakayım?
-Hayır. Hiç gerek yok. Zahmet etmeyin hem. Taksiyle geçerim ben. Çok uzak değil zaten.
-Lütfen! Bunu yapayım en azından. Bir şeyler de ısmarlatmadınız. Bir sürü de soru sordum duymadınız da.
Mağrur bakışını savcının yüzüne çevirdi. Bakışlarında gururun ifadesi vardı. Bir soylu gibiydi. Kafasını hafifçe kaldırdı. Kapkara gözlerini savcının gözlerine dikti. Savcı bir anda ürperdi. Gözleri kendisini bir girdaba sürüklüyordu. Kendine çekiyordu. Derinden birisi çağırıyordu onu. Hipnotize olmuş, başı dönmüştü. Neye uğradığını şaşırdı yine. Aralık olan ağzını kapattı, derin bir nefes aldı ve İpek’in dudaklarından dökülecek kelimeleri bekledi.
-Benim biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var. Anlayın beni.
Savcı ne diyeceğini bilemedi ilk anda. Hipnotize olmuş zihni sadece onun verdiği komutları uygulayacak gibiydi.
-Peki o halde. Nasıl isterseniz. İyi bakın kendinize.
“Sizde” diye cevap verip masadan kalktı İpek. Kulise doğru yürümeye başladı. Mekânda kimse kalmamıştı artık. Ortalık toparlanmaya başlamış, diğer kızlar çıkmıştı. Sahnenin sağından biraz içeriye doğru yürüdü. İkinci kapıyı açtı. Çantasını aldı. Tam çıkacaktı içeriye Fatih girdi.
-Bunun hesabını soracağım sana.
-Fatih beni rahat bırak. Çok yorgunum başka zaman sorarsın.
-Düş önüme. Yolda konuşuruz bunları.
-Taksiyle gideceğim ben.
-Salak salak konuşma. Ne zaman taksiyle gittin de şimdi gideceksin. Ben bırakacağım. Hem bugün yaptığının hesabını vereceksin bana.
İpek daha fazla tahammül edemiyordu artık. Ona tiksinerek baktı.
-Siktir git!
Yanından geçti sahneye doğru yürümeye başladı. Sahnenin yanına gelmişti ki Fatih arakasından bağırmaya başladı.
-Seni orospu! Elimden kimse alamayacak bu sefer seni.
Arkasından koşmaya başlamıştı ki, İpekle savcının konuştuğunu gördü. Savcı İpek’e bu durumda içinin rahat olmayacağını, onun kendisinin eve bırakmasının daha uygun olacağını söylemiş, bu sefer İpek de Fatih’ten kurtulmak için kabul etmişti.
-İpek Hanımı ben bırakacağım.
Fatih bunları duyduğunda oldukça öfkelenmişti. Ama elinden bir şey gelmeyecekti tabi.
-Tabi savcı bey nasıl isterseniz. Ben bu saatte taksiyle eve gitmesin diye… İti kopuğu belli olmaz. Biri şeytana uyar bir zarar vermeye kalkarlar. Belli mi olur savcı bey. Ben ondan şey ettim.
Sanki İpek’e bir şeyler ima etmeye çalışır gibi ona bakarak konuşuyordu. İpek duyduklarından sonra burnu sızlamaya başladı. Yüreğine kocaman bir şey oturdu. Gözlerinde yaşlar dökülmeye başladı. Kafasını yere eğdi, hemen gözyaşlarını silmeye kendini toparlamaya çalıştı. Savcı, İpek’in aniden böyle duygu değişimine girmesine şaşırdı. Kolundan tuttu.
-İyi misiniz?
Gözlerini kuruladı, burnunu çekti, Fatih’e nefretle baktı.
-Gidelim
…
Eve geldiklerinde İpek savcıyı eve davet etmeye karar vermişti. Savcı yakışıklı adamdı. İpek bu iki olaydan sonra da ona farklı gözle bakmayı başarmıştı artık. Çekici geliyordu ona. Ama uzun zamandır ilişkisi olmamıştı. On yılda ya iki ya da üç kişiyle bir şeyler yaşamıştı. Bir şeylerdi bunlar, hiçbir zaman ilişki boyutuna ulaşamamıştılar. Hatta hepsinden sonra pişman olmuş, bir daha asla bunu tekrarlamayacağını kendine küfürler savurarak anlatmaya çalışmıştı. Kendinden nefret ediyordu genellikle. Kendisine olan kızgınlığı hiç geçmiyordu. Bir şeylerde bir hatası vardı belli ki. Savcıya teklifinde bulunmuş, savcı bunu memnuniyetle karşılamıştı. Savcının kafası oldukça karışıktı. Mesleği gereği böyle bir kadınla ilişki yaşaması olanaksızdı; ama onun kusursuz güzelliği başını döndürmüştü, bu nedenle sağlıklı düşünemiyordu. Kendini akışa bırakmıştı. Ağa takılmış sinek gibi hissederken çırpınmayı bırakmış ne olacaksa olsun diyordu artık. Merdivenlerden çıkarlarken aralarında karşı konulmaz bir çekim başlamıştı. İpek önden yürüyor, savcı arkadan onu takip ediyordu. Kalçası o kadar dolgundu ki bir erkeğin bunu kayıtsız kalması olanaksızdı. Savcı iç çekti. Evin kapısına geldiklerinde ikisinde de hafif bir titreme başlamıştı. İpek anahtarı deliğe sokmaya çalışırken biraz zorlanmış, kapının dilinde sorun olduğundan kapıyı kendine doğru çekerken anahtarı çevirmeye çalışmış ama başaramamıştı. İkisi de hafif çakırkeyifti. Savcıdan kapıyı kendilerine doğru çekmesini istedi. Kendisi de anahtarı çevirerek kilidi açacaktı. Savcı ona biraz daha sokuldu. Sağ eliyle kapı koluna uzandı. Solunda duran İpek sağ eliyle anahtarı çevirmeye başladı. O an aralarında inanılmaz bir elektrik oldu. Savcının sol bacağı İpek’in kalçasının sağ tarafına değdi. İkisi de ürperdi, belli etmemeye çalıştırlar. Kapı açıldı İpek hiçbir şey demeden içeriye girdi. Arkasından savcı içeri atıldı. İpek onu kapının hemen yanında portmantonun başladığı yerde bir eli kapının kolunda bekliyordu. Savcı girişten tamamen kurtulduğunda kapıyı hızlıca kapattı ve savcının dudaklarına yapıştı. Savcı, belini sıkıca kavradı kendisine çekti. Boşta duran eliyle de İpek’in ensesinden kavradı sıkmaya başladı. Sert bir öpüşme devam ederken aynı zamanda yatak odasına doğru yürümeye başladırlar. Savcı, İpek’i arkasında duran yatağa itti ve ardından bütün vücudunu onun üstüne bıraktı. Kulak memesinden boynuna doğru dudaklarını gezdirdi. Nefesini teninde dans ettiriyordu. İpek dayanamayarak onu hafifçe kaldırdı, beyaz gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Savcının omuzları gömlekten kurtulduğunda kavruk teni çırılçıplak ortadaydı. Hafif baharatla yıkanmış ağaç kokusu yayıldı ortaya. İpek omzundan öptü ve derin bir nefes çekti. Yaz sıcağında buğday tarlalarının ortasında gezerken elleriyle de buğdayları dokunduğunu hissetti, başı döndü. Savcı, İpek’in kulağına yöneldi ve kulağına hafifçe bir şeyler fısıldadı.
-Böyle bir güzellik nasıl yalnız olabilir aklım almıyor.
İpek duymazdan geldi sağ işaret parmağını savcının dudağına götürdü.
-Şşş!
Savcı kendinden geçmişti. Böyle güzel bir kadınla aynı yatakta olmaktan gurur duyuyordu. Kulağına fısıldamaya devam etti.
-Taksi muhabbetinde neden gerildin bu kadar?
İpek neye uğradığını şaşırmıştı. Böyle bir anda böyle saçma bir soru tabi ki asla beklemiyordu. Aptal mıydı bu adam? Şimdi sorulacak soru muydu bu? Kendini çekti birden. Kendini anda bırakmak için zaten yeterince zorluyordu. Geçmişten kurtulmak için her an her dakika savaşıyor, çaba harcıyordu. Çabalamayı bıraktı. Dayanamadı. Gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Yatağa bıraktı kendini. Tavana bakarak ağlamaya başladı. Savcı ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Tekrar, tekrar, tekrar, her şey İpek’in zihninden film şeridi gibi geçmeye başladı.
Bundan 14 yıl önce sevgilisiyle birlikte Bilkent’te tam burslu olarak üniversite eğitimine başlamıştı. Çok zeki kızdı. Sevgilisi de öyle. Sevgilisiyle Aydın’da okuduğu lisede tanışmışlar, ilk görüşte âşık olmuşlardı birbirlerine. Aşıklar şehri Ankara’da üniversite okumayı hayal etmişlerdi. Beraber ders çalışmışlar istedikleri bölümü ve üniversiteyi kazanmışlardı. İpek onu delicesine seviyordu. Her şeyin ilkini onda yaşamıştı. Ona sonsuz saygı duyuyor, gözlerine hep aşkla bakıyordu. Beraber eve çıkmışlardı Bilkent’te. Her şey çok güzel gidiyordu. Okulları güzeldi, iyi anlaşıyorlardı, Ankara’yı çok seviyorlardı. Haftada bir Tunalı’ya gidip bir şeyler içip eğlenir, gecesinde evlerine dönerlerdi. Bir hafta sonu takıldıktan sonra her zamanki gibi taksiye binmişlerdi. Sevgilisi öne, kendisi arkaya oturmuş kafaları da iyi olduğundan gülüşüyorlardı. Taksici dikiz aynasından sürekli İpek’i kesmiş, güzelliğini gördükçe içi gitmişti. Mini etek, askılı bluz vardı İpek’in üzerinde. Bembeyaz bacakları taksici için oldukça davetkardı. Bilkent girişinde, ormanlık alanın girişine doğru arabayı çevirmeye başlamıştı. İpek bu değişiklikten tedirgin olmuştu. Kuşkulanmaya, taksiciyle dikiz aynasından göz göze gelmeye başlamışlardı. Sevgilisi İpek’ten daha çok sarhoştu ve olup bitenden bir şey anlamamıştı. İpek taksiciye neden bu alana yöneldiklerini sormuştu. Taksici de arabada arıza göstergesinin yandığını müsait bir yerde ona bakacağını söylemişti. Arabayı tenha bir tali yolda sağa yanaştırmıştı. Ne sokak lambası ne de bir tabela vardı etrafta. İpek nerede olduklarını bile anlamamıştı. Adam İpek’in sevgilisinden kendisi motora bakarken ışık tutmasını rica etmiş, çocuk da bunu hiçbir şeyin farkında olmadan kabul etmişti. İpek ona bir şeyler söylemiş ama dediklerinden hiçbir anlam çıkaramamıştı. Adam kaputu açmış, motorla bir şeyler yapmaya başlamış, ışığı daha yakından tutmasını rica etmişti. Çocuk kafasını iyice eğerek kaputun altına girmişti artık. Adam hızlı manevrayla kafasını kaputun altından kurtarmış, eliyle kaputun dirseğini yerinden çıkarmış, çocuğun kafası motorla kaputun arsında kalacak şekilde sertçe kaputu aşağı indirmişti. Çocuğun kafasından oluk oluk kanlar akmaya başlamıştı. Bir şeyler olduğunu fark eden İpek hızlıca arabadan kurtulmaya, arabanın kapısını açıp arabadan inmeye çalışmış, avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamıştı. Adam İpek’i bir çırpıda yakalamış, bir eliyle ağzını kapatmıştı. İpek’in gözleri sevgilisini aramıştı. Kafasını arkasına çevirmiş, kaputta sıkışan omzunu görmüştü. Arabanın altından yağmur gibi kan aktığını gördüğünde kalbi duracak gibi olmuş, nefes alamamaya başlamıştı. Her şey belirsizleşmişti artık. Çocuk can vermiş, vücudu kaputa sıkıştığından dizlerinin üstüne düşmüş, kolları aşağıya sarkmış vaziyetteydi. İpek onun bu halde olmasına hala inanamamış, çığlık atmaya çalışmış ama takatinin tükendiğini fark etmişti. Her şey bitmişti artık. Bütün dünyası yıkılmıştı. Hayatta en çok değer verdiği şey gitmişti. O’nun uğruna yaşadığı bu dünyanın hiçbir anlamı kalmamıştı artık. Neden bu O’nun başına gelmişti? Adam onu ağacın altına götürmüş, yere yatırmıştı. İpek artık hiç karşılık vermemişti. Sadece arabanın altından akan kanlara bakmış, her bir damlada kendinden bir şeyler gittiğini, her bir saniyede yok oluşunu hissetmişti. Her geçen zamanda gerçekle biraz daha yüzleşmiş, düşünmeyi bırakmıştı. O kadar çok yaşlar boşalmıştı ki gözlerinden belki de çocuğun kanlarıyla gözyaşları toprakta buluşmuşlardı. Adam işini bitirdiğinde ağlaması da geçmişti. Yüzünün sağ tarafını toprağa bırakmış, adamın çocuğu kaputun arasından çıkarıp yere fırlatışını izlemişti. Bütün hikâye tekrar canlanmış, film şeridi başa sarılmıştı.
Tüm bunlar zihninden bir kez daha geçtiğinde İpek sinir krizi geçiriyor, bağırıp ağlıyordu. Savcı ona yanaşmış ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. İpek defolup derhal gitmesini istedi. Hatta ona yalvarıyordu. Yalnız bırakması için yalvardı savcıya. Avazı çıktığı kadar bağırmaya başlayınca savcı toparlanıp evden çıktı. Ne olduğunu anlamadan gömleğini sırtına geçirdiği gibi çıktı evden kapıyı çekti. Kapanan kapıyla birlikte İpek de üstüne bir hırka geçirip yalın ayak dışarı çıktı. Gözyaşlarını hırkanın koluyla sildi. Derin bir nefes çekti. Kafasını göğe kaldırdı. Parladıkça ihtişamı artan yıldızlara baktı. Kafasında bir şeyler parladı. Aydınlandı. Kahkahalar atarak sokakta yürümeye başladı. Garip bir mutluluk sarmıştı zihnini. Parka doğru yürüdü. Parkın ortasında duran çeşmenin başına geldi. Yüzündeki boyayı temizledikçe bir rahatlama geliyordu. Suratındaki boyayı iyice temizledi, hiçbir şey kalmadı. Parkın içinde yüzünde rahatlığın verdiği ama sızısını hala hissettiği acının tatlı tebessümüyle yalınayak yürümeye, yüzleşmenin verdiği huzurla gülmeye başladı. Yüzleşmek. Bilmek rahatlığı. Delirmiş miydi acaba? Yapmacık değildi artık. Bunu biliyordu. Kimseyi eğlendirmesine gerek yoktu artık. Çünkü her şeyin farkındaydı. Kimsenin palyaçosu değildi. Kendine olan kini geçmiş, kendini suçlu hissetmiyordu. Kendine acı çektirmesine gerek yoktu artık. Çünkü yüzleşmişti. Karanlığa doğru yürürken ıslak dudaklarından Ferdûnî’nin şiiri dökülmeye başladı.
“Tek bir kadın değil, bütün aşklarım
Burun sızısı gibi yayılır acısı
Geçmişe, özlem ve kaygı dolu bir bakış
Biriken fotoğraflardan seçerken bir anıyı.
Hüzün, ama yüzleşmek gelecekle
Bilmek, tekrar yaşanılamayacak diye
Dantelli, eski püskü fotoğraflar geriye
Aptal bir sırıtış
Dangalakça bir ışıltı
Ve
Yüzleşmek rahatlığı
Tanrıdan bana hediye.
Beklentisiz, bomboş ahmakça bir gelecek
Ve yatağımda ifrit bir kadın bekliyor olacak
Bir kadın da değil
Bulutsuz bir yatak,
Ağaçsız bir yastık,
Ama yüzleşmek,
Bilmek rahatlığı
Yaşamak iktidarı
Bilmek, bilmek, bilmek
Ve
Anlamanın huzuru;
Hayat yalnız bitecek.”
- Makyaj - 1 Ağustos 2025
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.