Öykü

Çatlaktan İlk Sızan

Güldüğünde, gözlerinin altından yanağına doğru inen çizgiler oluşurdu bu çizgilere hainlik çizgileri dendiğini neden sonra öğrenmiştim. Geçirdiği iki sinir krizinden birinde telefonun ucunda ben vardım diğerinde kim bilir kim? Öyle çok yakın bir ilişkimizde yoktu aslında sadece evliydik. Bizi nikah bağıyla bağlarken aramızdaki gerilimi sürekli canlı tutsun diye ortamıza bir de çocuk koymuşlardı sanki. Arzularımız kadar hayata bakışımız da birbirimizden fersah fersah uzaktı. Ben özgürlüğe kanat çırparken; o, gücün peşinden soluksuz koşardı.

İş yerinde tavşana kaç tazıya tut yapar, herkesi kurnazca kendi oyununa çekerek beklenmedik krizler yaratır sonra da kahraman edasıyla ortaya çıkıp çözümler sunardı. Gerçekte asla böyle olsun istemediğini söyleyip dururdu oysa her kaosun ardında onun parmak izleri vardı ve bu durumdan sinsice bir keyif alırdı.

Bir gece ansızın evliliğimize son bir şans vermek adına, birlikte bir seyahate çıkmayı önerdi. Bu yolculuk, alışılmışın dışına çıkarak konfor alanımızı terk etme ve belki de kaybolan bağlarımızı yeniden keşfetme umudu taşıyordu. Bir an için gerçek bir umut beslemiş olsam dahi biliyordum ki bu beyhude bir çabaydı, tıpkı çatlamış toprağa düşen tek bir yağmur damlası gibi anlamsızdı.

Oğlumu babaannesine bırakıp yola çıkarken bir daha ne zaman bir araya geleceğimizi düşünmek zorunda kalacağımı söyleseler herhalde acı bir kahkaha atar, kaderin bu denli acımasız olacağına inanamazdım. Oysa kader, onunla tanıştığımdan beri benim için en absürt gösterilerin senaristi olmuştu. Neden şaşırıyordum ki!

Bir an durup sonra yeniden başlayan, kesik kesik uğultu şeklindeki siren sesleri sokağı doldurduğunda; afallayarak arkama baktım. O sırada direksiyon başında huzursuzca kıpırdanan Mert’in sesi kulaklarımı doldurdu, “Sorun edecek bir şey yok, yine biri dikkat çekmek için intihar girişiminde bulunmuştur, kesin onadır. Boş ver!”

“Nereye gidiyoruz?” valizime alelacele bir şeyler tıkıştırmaya başladığım andan beri sormak istediğim bu soru için uygun bir zaman mıydı acaba?

“Gidince görürsün!”

Değilmiş sanırım. İç çekişimi bastırmaya çalışarak radyoya uzandım. Britney Spears’ın “Circus”u arabanın içini bir anda doldururken şarkıdaki gibi elimdeki hayali kırbacı ona doğru savurduğumu hayal ettim. Şaklayan kırbaçtan en ufak bir korku duymayan bu yüzsüz palyaçoya, ben daha ne anlatabilirdim ki? Aracın içinde palyaço, alaycı gülüşüyle beni izlemeye devam ediyordu. Ona ne kadar öfkelendiğimi ne kadar ciddiye alınmaya ihtiyacım olduğunu anlatamadığım her an, kırbacım daha sert şaklıyor, ama o daha çok kahkaha atıyordu.

Mert aracın hızını bir anda artırdı. Araba viraja girerken geriye doğru savruldum. Yana yattığımız anda dirseğim sertçe kapı koluna çarptı. Gırtlağımdan kopup gelen bir çığlıkla aracın içini inlettim. Boğuk bir anons sisteminden çıkan, “Teslim olun, kaçamazsınız!” çağrısı yüzüme aniden atılan bir tokat gibi beni kendime getirdi. “Durdur aracı!” diye bağırmaya başladım. “Dursana!” Mert beni duymuyordu. Direksiyonu can havliyle kavramıştı ama bu umutsuzca bir çırpınıştan başka bir şey değildi. Ön konsola tutunmaya çalışarak, “Durdur şu lanet arabayı! Bizi öldürteceksin!” diye bağırdım, daha boğuk ve titrek çıkan sesim kendi kulağıma bile yabancı geliyordu. Yüzünde ne bir korku ne de bir pişmanlık vardı. Yalnızca kükreyen bir hırs… Onu daha önce defalarca böyle görmüştüm bu artık onun durdurulamaz olduğu andı. Gözleri, ön camdan yola değil, sanki bir intikam filmi izler gibi hızla gelip geçen manzaraya sabitlenmişti. O an kendimi onun düşüncelerine giden yolda gördüm, sinaptik ağların içinde geziniyordum ve onu duyabiliyordum.

“Tek arzum, şu lanet olası polislerden bir an önce kurtulmak. Sonra o bol sıfırlı banka hesaplarıma erişeceğim, yepyeni bir kimliğe büründükten hemen sonra! Bu tatil, yeni bir oyunun perdesi olacak benim için. Sevgili karım sağ olsun! Gittiğim yerde kanlı bir tiyatro yönetmeni gibi, her şeyi baştan yeniden kurgulayacağım. Seyircilerim ise, iplerini elime doladığım, küçük kuklalar olacak elbette! Sadece izleyecekler… oynayacaklar… ve ne olduğunu bile anlamadan sahneden silinecekler.”

Sirenler daha da yaklaştığında, polis aracının parlak ışıkları, sanki bir avcının namlusu gibi aynalardan içeri süzüldü; Mert’in dudaklarından fısıltı gibi döküldü, “Yakalamayacaklar…”

Aniden yapılan bir frenle öne savruldum. O an duyumsadığım şey, asfalta sürtünen lastiklerin çıkardığı tiz ve keskin çığlığına karışan ağır bir yanık plastik kokusuydu. Neyle ya da nereye… Bilemesem de çarpışma anında metalin birbirine girme sesi; ezilen, parçalanan plastik aksamların çıtırtıları, yanık yağ kokusu… Her şey… Anlam veremediğim bir duvarla toslaşma anı ve ardından koskoca bir boşluk… Tam da beklediğim son! Her şey durdu. Boğazıma kadar yükselen korkuyla nefesim kesildi. Her şey… bitti.

Yıpratıcı fısıltılar arasında geçen bir senenin sonunda, birkaç karton kutuya sığan geçmişimi, üzerindeki tüm eleştiri, aşağılama ve yargılarla birlikte ihtiyacı olanlara dağıtılmak üzere hayır kurumlarının kapısına bıraktım. Artık sadece geçmişimden değil, o adamın bana yaşattığı her duygudan, utançtan, öfkeden, boşluktan… geride bıraktığı tüm kırıntılardan kurtulma zamanıydı.  Artık iplerinden çekilen bir kukla değil, kendi sahnesini kuran bir oyuncuydum.

Omuzlarımı silktim. “Babası artık yanımızda olmasa da oğlum pek umursamıyor gibi,” dedim. “Zaten sorun yokluğunda değilmiş belki de hiç var olmamış olmasındaymış,” Umursamaz görünmeye çalıştım. Ama arkadaşlarımı her gördüğümde olduğu gibi şimdi de kendimi maske takmak zorunda hissediyordum ve bu beni çok yoruyordu.

Kaza olduğu sırada içime çöken o lanet olası sesler, zaman zaman yeniden uyanıyordu. Zihinler susmuyor, bir uğultu halinde etrafımı sarıyordu. Kalabalıklar artık çekilmezdi benim için. Olduğum yerde tedirgince kıpırdandığım sırada arkamdan gür bir erkek sesi, “Zekana aşığım zaten hayatım!” diye haykırdı. Ama zihninin fısıltıları kulağıma çok daha yüksek perdeden çarptı, “Akıllı olsaydın, burada neden oturduğumu bilirdin kaltak! Uzatma işte, ver şu binliği de Ayla’yı alıp keyfime bakayım. Ne kadar da aptal bir kadınsın! Anlamıyorum ki bu kadar çok mu zevk alıyorsun bu oyundan?”

Adamın her kelimesinde öfkem buharı düzgün boşaltılmamış düdüklü tencere misali patlama noktasına geldi. Müdahale etmeden duramadım. Aniden koltuğun kolçağına tutunup yerimden kalktım. O an aklıma ilk geleni yaptım. Restoranın kapısından içeriye adım atan genç ve alımlı bir kadına kalabalığın uğultusunu yaran bir sesle; “Ayla! Buradayız tatlım!” diye seslenip el salladım.

Zihnimde duymayı beklediğim erkek sesinin yerine paniğe kapılmış, içten içe çığlık atan bir kadın sesi haykırdı. “Lanet olsun… Bu bir yüzleşme mi? Bugün benim sıramdı, o ortalarda olmayacaktı! Anlaşmıştık!”

Kadın restoranın kapısında donakaldı. Adam bir hışımla yüzünü kapıya döndü. Karşısındaki kadın sandalyesinden kalkmadan ardına dönerek kapıya odaklandı. Ben arkamda duran arkadaşlarıma sırtımı dönmüş, ayakta dikilirken zaman sanki bir süreliğine askıya alındı. Adam karşısındaki kadının kapıya bakışına baktı. Hiç kimse hiç kimseyle göz göze gelmedi ama her şey anlaşılmıştı. Sessizlik konuştu, ben ilk hamleyi yaptım.

Kızlara doğru döndüm, “Karıştırdım herhalde!” diyerek yerime oturdum. Kızlar zaten kendi aralarında derin bir sohbetteydiler, umursamadılar bile. Adamın bakışları yeniden karşısındaki kadına döndüğünde zaten olanı biteni kavramıştı. Ava giderken avlanmak böyle bir şeydi sanırım. “İkinizin de Allah belasını versin!” diyerek masadan kalkan adamın ardından nihayet kadınla göz göze geldik.

“Demek oyun böyle oynanıyor…” diye geçirdim içimden. Zihnimde kadının sesi yankılandı. “Evet” Sessizce yerinden kalktı, ama yanıma uğramadan gitmeyecekti belliydi. Uzun mavi ojeli tırnaklarıyla camı tıklatarak masanın yüzeyine bir kartvizit bıraktı, ardından bana dönüp gülümsedi. Gülümseyişi şaşırtıcı şekilde içtendi.

O uzaklaşırken tüm neşemi takındım, “Kızlar,” dedim yüzümde koskocaman bir gülümsemeyle, “Ben şehirden ayrılmaktan vazgeçtim.”

“Ah harika bir haber! Canım ama ne yapacaksın… yani geçinmek için?” dedi kızlardan biri.

“İş kuracağım” dedim sanki uzun süredir bu fikri benimsemişim gibi bir rahatlıkla. Çatlaktan ilk sızan, masumiyet değil; çoktan mayalanmış bir karanlık olacak gibi duruyordu.

“Yine emlak üzerine mi?” dedi en saf olanı artık o işi yapamazdım mimlenmiştim, kazada ölen kocam yüzünden…

“Yok canım ya! Hep çöpçatanlık hizmeti veren bir işletme açmak istemişimdir aslında… Ya da ne bileyim… belki bir güzellik merkezi falan açarım ne dersiniz?”

İçimdeki ses daha dürüsttü, “Aslında sadece işe yarayacak, beni kamufle edecek herhangi bir şey… yeterli.”

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *