Öykü

Ardım Sıra

Eski bir evimdeyim.

Beyaz duvarları var, hâlâ.
Karşıma çıkan ilk odaya giriyorum.
Bir adam. Boş odada, tam da köşede diz çökmüş oturuyor.

Onu bir yerden çıkaracak gibiyim.

Elleri dizlerine sarılmış, başı dizlerinin arasında.
Yanına gidiyorum.

Karşısına çömeliyorum.
Elimi dizlerine değdiriyorum.
Ve onu yutuyorum.
Omuzlarım çökük bir şekilde dışarı çıkıyorum.
Salona giriyorum.
Her şey aynı, çocukluğumdaki gibi…
Bacakları oynayan sehpanın yanında kıpırdayıp duran biri var.

Onu bir yerden çıkaracak gibiyim.
Bir görünüyor bir kayboluyor.
Yanına gidiyorum.
Bir çocuk; neşeli, hareketli…

Sobe, yakalandın!
Omzundan tutuyorum.
Ve onu yutuyorum.
Hoplaya zıplaya dışarı çıkıyorum.
Diğer boş odaya gidiyorum.
Bir palyaço. Elindeki 3 yeşil topu döndürüp duruyor.
Kocaman, kırmızı ağzıyla; “hadi” diyor, “yakala”.
Yakalamaya çalışıyorum.

Hiç de zor olmuyor.
Yeşil topları yakalayıp, tek tek yutuyorum; 1, 2, 3.
Bana üzgün gözlerle bakıyor.
Kırmızı burnunu alıyorum, onu da yutuyorum.
Bu sefer bana gözyaşları ile bakıyor.

Yüzünün boyaları birbirine karışıyor.

Onu bir yerden çıkaracak gibiyim.

Acıyorum ona.
Silmek istiyorum gözyaşlarını ama dokunur dokunmaz içime giriyor.
Omuz silkip diğer odaya geçiyorum, gözyaşları ile.
Odada yatağım var.

Uzanıyorum, sırt üstü.

Bir ölü gibiyim.

Ne kadar ölüyorum bilmiyorum.

Sonra bir bakıyorum küle dönmüşüm.

Yatağın yanında dikilip yatakta uzanan külümü seyrediyorum.

Külüm birleşiyor, bir girdap gibi dönmeye başlıyor, dönüyor, dönüyor, dönüyor ve küçük bir yılana dönüşüyor.

Yeşil, siyah, küçük bir yılan…
Dokunuyorum, yılan büyüyor.
Bir daha dokunuyorum daha da büyüyor.
Dokundukça büyüyor.

Koca odayı kaplayacak kadar büyüyor.

Odadaki her şey yok oluyor; sadece yılan ve ben.

Yılan bacaklarımı sarıyor, sıkışıyorum çok sıkışıyorum.
Kuyruğunu buluyorum hemen ve ağzıma sokuyorum.
Bir spagettiyi içime çeker gibi çekiyorum onu içime.

Metrelerce çekiyorum, nefeslerce çekiyorum.

Sonunda kafası görünüyor.
Kafası içeri girmemek için çırpınıyor.
Ama direnmek faydasız, onu yutuyorum.
Ve sürünerek dışarıya çıkıyorum.
Geçerken, uğramadığım tuvaleti görüyorum.

Sahi, nasıl da görmemişim bu kapıyı!
Kapıyı açar açmaz eski alaturka tuvaletin deliğinden milyonlarca simsiyah hamam böceği fırlıyor.

Hızla çoğalıyorlar, hızla üzerime geliyorlar, hızla her yerimi sarıyorlar.
Hepsini yutuyorum.
Ve bir böcek gibi dört ayağımın üzerinde ilerliyorum.
Nasıl yani?
Boş odada palyaço yine yeşil toplarını döndürüyor.
Yanına gidiyorum.
Önce toplarını sonra kırmızı burnunu ve en sonunda kendisini yutuyorum.
Gururla uzaklaşırken arkamı dönüyorum.
Yine orada, yeşil toplarını döndürüyor.
Bu sefer toplarıyla birlikte yutuyorum onu.
Arkamı dönüyorum, tam çıkacakken bir bakıyorum, yine orada.
Üçüncü defa yuttuğumda önümde beyaz bir kapı beliriyor ve yanında yine o.

Bir türlü onu yutamıyorum!

Palyaço kaşıyla gözüyle kapıyı işaret ediyor.
Siyah kulpundan tutup beyaz, devasa kapıyı açıyorum.
İçinden başka bir beyaz kapı çıkıyor.
Onu da açıyorum.
Yine bir beyaz kapı.

Üçüncü kapıyı da açıyorum.

Yine kapı.
Sonsuz bir döngüde gibiyim, önüme çıkan bütün beyaz kapıları açıyorum.
Kaç tane kapı açıyorum, ne kadar süredir buradayım bilmiyorum.
Nihayet kapılar son buluyor.
Son açtığım beyaz kapının içinden önce yüzümü yalayan hafif bir rüzgâr esiyor ardından minik bir yaratık çıkageliyor.

Bembeyaz, elleri var, kolları var, bacakları var, bir yaşında bir bebek gibi ama konuşuyor ama yürüyor ama uçuyor.
“Merhaba, ben Jojo.”
Merhaba Jojo.
Jojo gidip orada hâlâ üç yeşil topunu çeviren palyaçonun sırtına biniyor.
Onu güzelce palyaçonun sırtına bağlıyorum, sıkı sıkı, sımsıkı bağlıyorum.
Ve sonra hepsini birlikte yutuyorum.
Yutar yutmaz üçümüz bilinmez bir diyarda buluyoruz kendimizi.
Palyaço, sırtında Jojo ve ben. Sanki hiç yutmamış gibi karşısındayım onların.
Palyaçoya dokunuyorum.
Bir yeşil top yuvarlanıyor ayaklarımın dibine.
Topu yutuyorum.
Yutar yutmaz palyaçonun arkasında iki kadın sureti beliriyor.
Solda yaşlı ve alabildiğine çirkin bir büyükanne, sağda ise inanılmaz güzel ve genç bir kadın…
Tekrar dokunuyorum.
Yine bir yeşil top fırlıyor önüme.
Topu yutuyorum.
Bir önceki suretlerin arkasında daha çirkin, daha yaşlı, daha güzel ve daha genç olan ikinci çift beliriyor.

Tekrar dokunuyorum.

Bir çift daha…

Kaç top yutuyorum bilmiyorum.
Kaç suret beliriyor ardında bilmiyorum.
Sonsuz bir sıra oluşuyor palyaçonun ve kucağındaki Jojo’ nun arkasında.
Kadınların her biri bir adım yana kayarak diziliyorlar.

Bir üçgenin en sivri kenarının önünde saygıyla dikiliyorum.
Hepsini çok net görüyorum.
Nihayet döngü son bulduğunda palyaço usulca elini uzatıyor ve beni içine çekiyor.

Şimdi üçgenin en sivri kenarı benim.
Önce sola gidiyorum. Birinci çirkin ve yaşlı kadını içime alıyorum.

Sonra sağa gidiyorum. Birinci güzel ve genç kadını içime alıyorum.
Ardından yine sola ve sonra yine sağa.
Bir sola, bir sağa.

Aradaki mesafe giderek açılıyor.

Nefes nefese kalıyorum.
Ama pes etmek yok!

Hepsini tek tek içime alıyorum.

Hepsi içimde bir zincirin halkaları gibi diziliyor.
En sonunda yine onu karşımda görüyorum.
Üç yeşil topunu döndürüyor.
Toplarını tek tek yutuyorum.
Kırmızı burnunu yutuyorum.
Bu sefer kırmızı dudakları aralanıyor ve sarı dişlerini göstererek bana kocaman sırıtıyor.
Gülümsemeyle karşılık verip onu yutuyorum.
O anda elektrikli süpürgenin geri çağrılan fişi gibi sürükleniyorum yuvama.
Bahçedeyim.
Elimde bir hortum, ağaçlarımı suluyorum.
Ayaklarımın ucuna bir yeşil top geliyor.
“Aa Joey, burası çamur, az ötede oyna!” diyerek topu köpeğime fırlatıyorum.
Suyu kapatıyorum.
Çardaktaki bankta uyuyan sevgilimin yanına gidiyorum.
Üzerinde yeşilli, kırmızılı bir örtü…
Belli ki çok derin bir uykuda.
Bir müddet onu seyrediyorum.
Hafifçe aralanmış ağzını, gizli kapılar ardında oynayan gözbebeklerini, nefesine yol olan burun deliklerini, yavaşça inip kalkan göğsünü, dokunmaktan kendimi alamadığım karmaşık, gür ve alabildiğine kumral saçlarını izliyorum.
Kokusunu duymak için usulca eğildiğimde gözlerini aralıyor.
Ela bir cennet bahçesine giriyorum gözlerinden. Yeşiline mi tutunayım yoksa kahvesine mi, sarısını mı seveyim, yoksa karasını mı?
Ellerim saçlarında geziniyor, gözlerim dudaklarına uzanıyor.
Cır cır böceklerinin sesi kulaklarımızda…
“Hadi sevgilim uyan, zamanı geldi.”

Dilay Kütük

İsmim Dilay; “gönlü aydınlatan Ay gibi güzel”. Oysa benim için hep “annemle babamın isimlerinin ilk hecelerinin birleşimi” idi. Çekindiğim sözlük anlamını artık gururla ve üzerine bastırarak söylediğim zamanlardayım. Gıda mühendisi olarak 20 sene boyunca Hacettepe Üniversitesi'nde, akademik alanda, aynı binada çalıştım. Yollarımızın ayrıldığı şu dönemde her türlü yeniye ayak uydurma aşamasındayım. İçimdeki sanat aşkı pandemi döneminde çocuk hikayeleri ile ortaya çıktı; resim, masallar, anlatıcılık, dans, müzik ve nihayet öykülerle tazelendi. Şimdilerde öykü, şiir ve çocuk edebiyatı alanlarında okumalar ve yazım çalışmaları yapıyorum. Bu çalışmaların yanı sıra mikrobiyoloji, resim, masallar ve anlatıcılık alanlarında da faaliyet göstermeye devam ediyorum. "Topal" adlı öyküm Kayıp Rıhtım dergisi "Perili Ev" temalı seçkisinde, "Yalnız" isimli öyküm Panzehir Dergide yayımlanmıştır.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *