Gööö-özz b-b-boy-aaa-mak göz boyamak, gööz boya-mak
Biii-rrrrr şee-yii iii-yyiii iyi gg-giii-biii göö-sss-teerrr-mek, kk-aan-dıırrrr-mak
Saman kâğıtlardan oluşan sayfalardaki soluk satırları sabırla okumaya çalışmasının peşine sabırsızca bir soru gelmişti: “Anne, bu kitap ne kitabı?”
Soru sormak, Şükran’ın gündelik eylemlerindendi. Ceylan gözlerini her yeni güne açtığında elini yüzünü yıkaması, daha sonra annesinin hazırlamış olduğu kahvaltı masasına penguen koşularıyla ulaşıp oturmasından farksız değildi Şükran’ın da meraklı sorular sorması. Bedensel gelişimi için ihtiyaç duyduğu besinleri kahvaltıdan alarak güne başlayan perçemli küçük kızın merak duygusunu beslemesi için de sorular sorması gayet tabii bir durumdu. Dünyaya geliş hikâyesini de bu sorular sonunda öğrenmişti Şükran. Sokakta beraber oyunlar oynadığı akranlarının ağabeylerinden, ablalarından kendisinin bir adak olduğunu duyup bunun ne olduğunu öğrenmek için annesine sorular sorduğunda kendi hikâyesinin dinleyicisi olmuştu. Devamı bununla başlamıştı.
Dörtlü yaşlarının ortalarında duyduğu bir sözcük Şükran’ın zihninde herhangi bir manaya şekil vermiyordu. Annesi ve babası için bu sözcüğün anlamı ise oldukça başkaydı. Evlendikten sonra geçen on yıl boyunca hep anne olma isteğinde olan Zehra ile babasız büyümenin noksanlığını içinde hissederek baba olmayı arzulayan Nihat’ın geç kabul olmuş duasının adıydı Şükran. Gidilen doktorlardan, bağlanan çaputlar, duyulan medetlerden sonra adanan bir adağın mükafatı olmuştu. “Bir çocuğumuz olsun, Kurban Bayramı’nda iki kurban keseceğim vallahi.” cümlesi Zehra’nın ağlamaktan bitap düştüğü bir gecenin sonundaki Nihat’ın yakarışının dışa vurumuydu. Bu yakarışla çocuk sahibi olduklarına ve Allah’ın artık onlara acıdığına kani geldiler. Allah’a bir şükür sebebi olarak kızlarına “Şükran” adını verdiler.
Şükran’ın merak ettiği her şeyi sorup öğrenmeye koyulması kendi hikâyesinin dinleyicisi olmasıyla böylece başlamıştı. Gördüğü, duyduğu, aklına gelen ne varsa annesine sormaktaydı. “Öğretmen, herkese birçok şeyi öğreten kişidir.” diye kendi mesleğini kızına anlatan Zehra’nın bu ateşin ilk kıvılcımı olmasının da etkisi büyüktü. Bu durum, Şükran için artık ardına kadar açılmış bir kapıydı. Polis babası yerine öğretmen annesine sorular sormak Şükran için ilk duraktı.
* * *
–Kızım, bu kitap deyimler sözlüğü. İçerisinde deyimlerin…
–Deyim mi? Deyim ne?
Her yılın nisan ayı itibariyle kurulan panayır, bu yıl da ilçe merkezinin geniş meydanında kendine yer bulmuştu. Cep telefonu diye bir şeyin bu yılki panayırda sergileneceğinin dedikodusu aylarca ilçede yayılsa da cep telefonu, Anadolu’nun boz baharındaki panayırda değil de yine televizyon ekranlarından görülecek bir hayret olarak kalacaktı. Panayır alanı her yıl daha yoğun katılımlı geçiyordu. Konserlerin düzenlendiği, dev salıncaklar, çarpışan arabalar, gondollarla dolu lunaparkın, eğlence alanlarının yanında el emeği göz nuru ürünlerin sergilendiği iğne oyalarından, reçellere kadar birçok ürünün satışını mümkün kılan tezgahlarla dolu alanda ilçedeki bazı sahaflar da tezgâh açmışlardı. Çoğu çocuk oyun alanlarına koşarken Şükran kendini istiflenmiş kitaplardan oluşan sahaf tezgahlarında bulmuştu. Okumayı henüz sökmüş olmanın heyecanını, yakalı mavi elbisesini savura savura kitap tezgahlarına koşmasıyla belli ediyordu. Onun bu heyecanını yalnızca annesi ve babası biliyordu.
–Nihat Komiserim, vallahi olmaz. Hediyemiz olsun yavrumuza. Büyümüş, okullu olmuş. Hem madem okumayı da öğrenmiş, İhsan amcasından bir hediye olsun bu deyimler sözlüğü he, değil mi?
Her bir noktasından bambaşka seslerin yükseldiği, çığlıkların sevinç nidalarıyla birleştiği panayırda adımlarını önde götürüp gözlerini geriden getiren bir tek Şükran vardı. Annesinin uyarılarına aldırış etmeden kendisine hediye edilen sözlüğün sayfalarında gözlerini gezdiriyordu. İlgisini çeken bazı sayfaları okumaya çalışıp yazılanları kendi dünyasında anlamlandırmaya gayret ediyordu. Annesi, Şükran’a deyimin ne demek olduğunu anlatmıştı ancak yine de o deyim sözcüğünün kendindeki karşılığını bulamamıştı. Aldırış da etmedi bu duruma çünkü okuduğu sayfalar, ilgisini beslemeye devam ediyordu.
–Aaa! Anne, burada jetonu geç düşmek yazıyor. Hani geçen hafta babam postanedeki telefondan babaannemleri aramıştı ya, o zaman sen jeton geç düşüyor bunlarda demiştin. Burada da aynısı yazıyor. Jetonu geç düşmek, diyor.
Ağır adımlarla yürüdükleri yolda kızlarının yapmış olduğu tespite gizli gizli güldü her ikisi de. İşin gerçeğini anlatmaya kalkışan Nihat’ı, Zehra engelledi. Kızlarının kurmuş olduğu anlam dünyasına dışarıdan bir müdahale yaparak istila etmekten kaçınmayı yeğleyen Zehra, işaret parmağını büzülmüş dudaklarına bastırarak sözcüklerini kursağında bıraktırdı kocasının.
Binlerce kişinin uçurtma gibi savrulduğu panayır alanında, minik ellerinde tuttuğu eskimiş sözlüğe sıkı sıkıya bağlanmış olan Şükran’ın ardında iki kişilik kuyruk vardı. Oyun alanlarına, tezgahlara bakan gözler gibi değildi onların alandaki varlığı. Her ikisi de önlerinde sesi hecelemeli yükselen kızlarını izliyor, aralarında fısıltıyla konuşuyorlardı. Her mutlu anın içinde acı bir tat vardır. Onlar da bu tatlı an içinde acı zamanlarını anımsayarak ileri atılan adımlarının yanında zihinlerini geçmiş yıllara sevk ediyorlardı.
Evlendikten sonra Nihat’ın ilk görev yerinin güneydoğuda adını o ana değin bilmedikleri bir beldeye çıkması, kocasının eve sağ salim gelmesini dört gözle bekleyen Zehra’nın stresi, çocuk sahibi olmalarını çok istemelerine rağmen bir türlü nasip olmayışı, yeni bir tayinle başka şehirleri gezerek yaşadıkları zorlukları, aile büyüklerinin vefat haberleri… Konuştular. Hatırladıkları kadar unuttukları da vardı bunca zamanda. Kötü günlerini unutturan o minik şey şu an önlerinde yürümekteydi. Şükran’ın dünyaya gelmesiyle geçmiş zaman, yüklüğe kaldırılan yorgan olmuştu. Gönülleriyse sonsuz bir yaz mevsimiydi.
Şükran, satışların yapıldığı tezgahların önündeki taşlı geniş koridordan çıkarak, peşine taktığı ailesini alanın beton zeminine kurulmuş lunaparka götürmekteydi. Beş dakikayı aşmayan bu yürüyüşün emir ve komutası Şükran’ın hislerinden geliyor, atılan adımlar eğlencenin en yoğun biriktiği noktaya doğru ilerliyordu. Dev salıncaklara binerek eğlenen gençler ile çarpışan arabalarda sıra kapmaya çalışan içi çocuk yetişkinlerin sesleri ayırt edilebilecek frekanslara sahipti. Bir başka noktada ellerindeki reklamlı balonları sevimlikler yaparak gördükleri çocuklara dağıtan renkli kostümlü, çizgi film karakterli panayır çalışanları vardı. Beton zemindeki pürüzsüzlüğün yürüyüşe sağladığı konforu fark eden Şükran, elindeki sözlüğe dikkatini daha çok verdi. On ikinci adımın sırası sağ ayağındaydı. Tam da bu adımda, toplamış olduğu tüm dikkat dağılmış ve adımlarını durdurup başını sayfalardan kaldırmıştı. Zehra ile Nihat hemen Şükran’ın yanına eğilerek ne olduğunu anlamak adına kızlarına sesleniyorlardı. Şükran ise yalnızca ağlama sesi duyuyordu. Herkesin çılgınca gülüp eğlendiği panayır alanında bir ağlama sesine konuk oluyordu. Şükran, sesi algıladığı yöne dönüp bakınca yere çökmüş vaziyette ağlayan bir palyaçoyu gördü.
Bir bacağı kırmızı diğer bacağı siyah renkten oluşan pantolonlu palyaçonun beyaz gömleğinin iki yakasını yeşil renkli dev papyon birleştirmekteydi. Göbekli görünüm verilmesi için gömleğinin içine dolgu malzemelerinin konulduğu barizdi. Arkası yırtmaçlı mavi puantiyeli geniş ceketi omuzlarından düşmüş, yüzündeki boyalar göz yaşlarıyla dağılmıştı. Gördüğü manzara Şükran’ın gizleyemeyeceği şaşkınlığı yüzünde peyda olmuştu. Gördüğü tezatlık idrakini pek bir zorluyordu. Önce annesine ardından da babasına bakarak anlam aradı. Elindeki sözlüğü babası almıştı. Bu boşluğu annesine sarılarak doldurdu. Soluna doğru yaptığı hamleyle dizleri üzerinde duran annesinin kucağına attı kendini. Güvensizlikten değildi bu mağaraya kaçış. İlk kez ağlayan bir palyaçoya şahit olan Şükran’ın boğazında yumrulaşan duygudaşlığın gizlenmesi için bir tercihti. Tercihini yaparken sağ ayağını kaldırdığı gibi altında kırmızı renkli yumuşacık, yuvarlak bir sünger çıktı. Şükran’ın merak duygusu, tepesinde bulunan hüzünlü bulutların dağılmasını beklemeden de ortaya çıkabiliyordu. Yumruğu kadar olan kırmızı yuvarlak süngeri parmaklarının arasına sıkıştırarak annesine uzattı. Zehra yine Şükran tarafından sorguya çekiliyordu.
– Bu, palyaçonun burnu. Palyaçolar komiklikler yapar ve çocukları güldürür, biliyorsun ve onların kırmızı renkli yuvarlak yumuşacık burunları vardır. Sanırım onu kaybettiği için ağlıyor. Sen de onu bulmuş oldun. İstersen…
Şükran, annesinin cümlesinin devamını beklemeden kırmızı yuvarlak süngeri alarak palyaçonun yanına gitti. Zehra da Nihat da pür dikkat kızlarını izliyordu. Her ikisi de Şükran’ın ağlayan palyaçoyu görünce duygusal olarak hassasiyet yaşadıklarını fark etmişlerdi. Şimdi de kızlarının ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyorlardı.
Şükran, elindeki kırmızı yuvarlak sünger ile palyaçonun yanındaydı. Ne yapacağına karar veremiyor oluşu, küçük avuçlarının içinde kırıştırılan elbisesinin eteğinden anlaşılabiliyordu. Elinde tuttuğu kırmızı yuvarlak süngeri geri götüremezdi. Palyaçonun yanına bıraktı. Büzülmüş dudağının arasından çıkan mahcup sesinden bir cümle duyuldu:
“Burnunu ezdiğim için özür dilerim palyaço.”
- Kırmızı Yuvarlak Sünger - 1 Ağustos 2025
- Maskesiz Adam - 1 Mayıs 2025
- Otogar - 15 Ocak 2025
- Kukla - 23 Mayıs 2024
- Mahalleme Hoş Geldin - 1 Mayıs 2023
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.