Sahne ışıkları hâlâ yanıyordu. Ama ışık, artık kimseye ait değildi.
Alkışlar çoktan susmuştu. Seyirciler gitmişti. Belki de hiç olmamışlardı. O, sahnenin tam ortasında duruyordu. Ne alkış istiyordu ne de kahkaha. Yüzündeki boya çatlamıştı; beyazlık, göz altlarından süzülmüş gibiydi. Ter değil… ağlamak mıydı bu? Bilmezdi. Belki yalnızca maskenin dağılmasıydı. Belki de maskenin asıl hali.
Bir adım attı. Sonra bir adım daha. Kulis kapısına yöneldi. Ayak sesleri ahşaba değdikçe bir şey titredi içinde: bir kırılganlık, çocukluktan kalma, açıklanamaz. Yıllardır her çıkışında geçtiği bu yolda, ilk kez nereden indiğini düşünüyordu.
Merdivenlere geldiğinde durdu. Ayak ucunda eğreti bir gölge salınıyordu; basamakların kenarına yapışmış bir tereddüt gibi. Elini paslı korkuluğa uzattı. Ahşabın soğukluğu, içinden geçen bir hatıranın direnciydi.
İlk adımı attığında gıcırdayan basamak değil, belleğiydi. İkincisinde — bir ses: “Herkes izliyor…” Oysa kimse yoktu. Basamaklar aşağıya değil, içeriye iniyordu. Gözleri, kulis duvarlarına asılmış kostümlere takıldı. Renkleri sönmüştü; sadece kumaş değildi orada asılı olan — geçmişin, zorunlulukla şekillenmiş yüzleri asılıydı.
Her iniş bir soyunmaydı: Bir kahkahadan, bir bakıştan, bir kimlikten. Son basamakta bir kırılma sesi duydu. Belki yalnızca ayakkabısının altındaki eski bir çiviydi. Fakat içteki sesler bazen dıştakinden daha gerçektir.
Odaya girdiğinde loşluk her şeyi içine çekmişti. Ortada bir sandalye. Ve karşısında — ayna. Oval biçimli. Kenarları pasla çevrili. Yüzeyi, lekelerle örtülü. içi… içi hâlâ canlıydı. Bir tanıklık gibi, yer değiştirmemiş, beklemiş.
Gözleri istemsizce aynaya kaydı. Camın içi su gibi titredi. Yansıma silindi. Boşluk belirdi. Ya da bir gölge.
“Ben değilim,” dedi fısıltıyla. Gül… Gül! Herkes bakıyor… Oysa yalnızdı. Ya da artık yalnız kalamıyordu.
Aynada bir figür belirdi. Gözleri yoktu, görüyordu. O, izliyordu. Tik… tak… tik… tak… Ses bedenine değil, geçmişine çarpıyordu. Her vuruş, sakladığını hatırlatıyordu.
“Ben yalnızca…” Cümle orada kaldı. Aynanın ardından bir ses süzüldü: “Sessiz kaldın. Ne zaman sustularsa, sen de indirdin başını.”
“Hayır.”
“Evet. Her alkışta bir şey silindi yüzünden.”
Ayağa kalktı. Aynaya yaklaştı. Karşısında duran, yalnızca kendi yansıması değildi artık.
Camın ötesinde bir çocuk vardı. Gülümsüyordu. Gülüş, eğlenceden değil — unutulmuşluktan doğmuş gibiydi.
Bir şey kıpırdadı belleğin unutulmaya terk edilmiş bir kıvrımında. Renkli bir lunapark, parlak bir balon. Sonra aniden soğuyan bir ses.
“Herkesin içinde öyle gülme. Kendine baktırma. Sessiz dur.”
O an, yüzündeki maskeyi ilk taktığı zamandı belki. Kimsenin fark etmediği o küçük cümle — yavaş yavaş bir role, bir mesafeye, bir zorunluluğa dönüşmüştü.
Gülüş, artık bir çığlığa benziyordu.
“Yeter…” Sesi, odaya ulaşamadı. Kendisine geri döndü, cılız bir nefes gibi.
Tik… tak… tik… tak… Her vuruş, içinde bir şey eksiltiyordu.
“Saklama,” dedi biri. “Ne kaldı elinde?”
Yanıt yoktu. Yalnızca camın içinden yükselen baskı, kemiklerine kadar sızan bir hatırlayış.
Sandalyesine çöktü. Ellerine baktı. Parmak aralarında dökülmüş boya parçaları vardı — kırmızı, sarı, mavi. Hepsi yıpranmıştı. Sanki bir zamanlar taşıdığı tüm yüzler şimdi soyulmuş, yerlere dağılmıştı.
Ayna kıpırdamıyordu. Yüzeyinde kımıldayan tek şey, içeriden ona bakan o figürdü.
Eğildi — tam karşısına.
Konuşmadı bu kez.
Sadece baktı.
O bakış, bir cümle gibi içeri sızdı.
Kapanmayan bir kapı gibi.
Soru sormayan, yanıt da istemeyen bir sessizlik bıraktı geriye.
Camın içinde hâlâ bir şey gülümsüyordu.
Gülüş, çoktan yüz değiştirmişti.
Kulis günlerce karanlıktı. Işık açılmadı, perde yeniden inmedi. Palyaçonun odası kilitlenmişti. Ama içeriden hâlâ bir şeyin bakıştığı hissediliyordu — göz değil, sezgi gibi.
Aylar sonra, tiyatroya bir çocuk geldi. Annesinin elini bırakmadan kulisin kapısından içeri süzüldü. Etraf toz içindeydi. Her şey yerli yerindeydi, ama hiçbir şey aynı değildi.
Oval bir ayna vardı odanın köşesinde. Pasları artmıştı. Camı çatlamamıştı — çünkü içeriden kımıldayan bir şey, çatlamaya izin vermezdi.
Çocuk, aynaya yaklaştı. Önce kendini gördü. Ardından bir gölge belirdi arkasında. Döndü — kimse yoktu. Yeniden baktı. Bu kez camın içinde kendi gülüşünü tanıyamadı. Gülüyor muydu? Yoksa biri onun yerine mi gülümsüyordu?
Geri çekilmek istedi. Ama bir ses duydu. Ne bir insan sesi, ne bir hayaletin fısıltısıydı bu.
Tik… tak…
Saniyeler değil. Sessizlik. İçine sızan bir tür zaman.
Ayna buğulandı. Üzerinde bir iz belirdi — küçük bir elin parmak ucu. Oysa çocuk dokunmamıştı.
Bir harf yazıldı yavaşça, buğunun içine: S. Sonra bir U. Bir S. Bir … Harfler tamamlanmadı.
Çocuk, aynaya daha fazla bakamadı. Koştu. Ayak sesleri ahşapta yankılandı — ama sadece kendi adımları değildi o duyduğu. Sanki biri onu takip ediyordu. Her adımı, başka bir zamanın yankısını da sürüklüyordu.
Annesi ona ulaştığında, çocuğun elleri soğuktu. Gözlerinde bir ifade vardı: gülüşün tanımadığı bir biçimi.
Ertesi gün, tiyatronun odası yeniden kilitlendi.
Ama ayna hâlâ oradaydı. İçinde hiçbir şey görünmüyordu. Görünen tek şey, görülemeyenin iziydi.
Ve geceleri, oradan geçen temizlikçiler, bazen tek bir ses duyduklarını söylediler:
Gülme sesi.
Neşeli değil.
Hatırlayan bir gülüş.
İçeriye hapsolmuş. Ama hâlâ yankılanan.
Otel odası sessizdi. Perdeler kalın, duvarlar koyuydu. Lambalar zayıf ışık veriyor, yalnızca gerekli olanı gösteriyordu.
Yeni gelen müşteri, çantasını yatağın kenarına koydu. Ceketini asmak için dolaba yürüdü. Fakat tam o anda bir ayrıntı gözünü aldı.
Oda numarası: 315. Koridorun sonunda. Tek başına bir sessizliğe yaslanmıştı.
Ve içeride… Bir ayna.
Oval biçimli. Paslı çerçevesi cilalanmış gibi, ama izleri hâlâ görünüyordu. Camında hiçbir parmak izi yoktu. O kadar parlaktı ki… Sanki biri her gece içeriden siliyordu.
Adam ilk gece, aynayı fark etmemeye çalıştı. Ama ışığı söndürdüğünde — karanlıkta bile camdan bir parıltı süzülüyordu. Bir bakış gibi. Yansıma değil — bakış.
Uykusu bölündü. Saat 03:15’ti.
Tik… tak…
Hayır, odada saat yoktu. Ses içeriden geliyordu.
Aynaya yaklaştı. Yüzü yansıyordu ama bir tuhaflık vardı. Gözlerinden biri solgun, diğeri hafifçe yukarı bakıyordu — sanki biri göz kırpıyor, diğeri bakmayı reddediyordu.
Ertesi sabah, aynanın dibinde boya parçaları gördü. Kırmızı. Sarı. Mavi.
Odayı temizleyen hizmetliye sordu:
— “Bu ayna… hep burada mıydı?”
Kadın başını eğdi.
— “Yönetici geçen ay getirdi. Antikacıdanmış. Ama sanki bu oda bekliyormuş gibi oldu.”
Gözlerini kaçırdı sonra. Ekledi:
— “Birkaç kişi uzun kalamadı bu odada.”
Adam artık aynaya sırtı dönük uyuyordu. Ama her sabah yüzünde garip bir gülümsemeyle uyanıyordu. Kendisi gülmüyordu. Ama yüzü öyle duruyordu.
Bir gece, ışığı açtı. Aynanın karşısına geçti. Ve bir ses fısıldadı — içeriden, cama çarpar gibi:
“Gülmenin bedeli hatırlamaktır.”
Cam buğulandı. Üzerine bir satır yazıldı:
“Ben hâlâ buradayım.”
Aynanın içi titredi. Yüzü… yavaşça silinmeye başladı. Yerine başka bir yüz geldi. Boyası akmış, gözleri olmayan bir palyaço. Ama dudakları kıpırdıyordu.
Adam bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. Dudakları hâlâ kıpırdıyordu. Aynadakiyle eşzamanlı.
O gece çıkmadı odadan. Ama sabah hizmetçi kapıyı açtığında, içeride kimse yoktu.
Sadece aynanın dibinde üç renk boya vardı. Ve camın üzerinde tek bir satır:
“Artık ben değilim.”
Tiyatro sessizdi. Işıklar yanmıyordu — yıllardır perdeler açılmıyordu zaten. Ama içeride birinin hâlâ her akşam geldiğini bilen tek kişi vardı: yaşlı ışıkçı.
Adı kimsenin belleğinde kalmamıştı. Ama herkes ona ‘Işıkçı İrfan’ derdi. Elleri titrerdi, ama perde zamanını hâlâ dakikası dakikasına hissederdi. Palyaçonun odasının kilitli olduğunu bilirdi. O odayı son görenlerden biriydi.
O gece de geldi. Cebinden küçük bir vida çıkardı. Aslında anahtar değil — kırık bir ışık konsolunun parçasıydı. Ama o odanın kapısını yalnızca o vidayla açabiliyordu, nedense.
Kapı aralandı. İçerisi hâlâ serindi. Ama artık bu, havanın değil, bir tür bekleyişin serinliğiydi.
Aynanın önüne geçti. Konuşmadı. Elini cama uzattı.
Bir anda bir cızırtı oldu, sanki eski bir projektör fişe takılmış gibi. Oysa kablo yoktu. Aynanın içinden loş bir ışık belirdi. Biri ona bakıyordu. Ya da o, kendine ait olmayan bir gülüşe tanık oluyordu.
“Sen hâlâ buradasın,” dedi fısıltıyla. “Işığı söndürdük ama sen gitmedin, değil mi?”
Cam buğulandı. Üzerine yazı belirdi:
“Işık gittiğinde, gülüş kalır.”
İrfan eğildi, cebinden bir eski mendil çıkardı. Aynayı silmek istedi. Ama camın üzerindeki yazı gitmedi. Sadece iz derinleşti. Altından başka bir yüz belirdi — geçmiş bir ifade, silinmiş bir mimik.
“Senin suçun yoktu çocuk,” dedi. “Ama biz hep sustuk. Biz ışıkçılar, yalnızca sahneyi gösteririz. Gölgeye bakmayız.”
O anda aynadan bir ses daha geldi. Ne fısıltıydı ne de yankı. Sadece bir şey hatırlatıyordu:
“…Siz de güldünüz.”
Işıkçı geri çekildi. Bir adım daha. Gözleri yaşarmıştı ama buna ‘toz’ derdi hep. Kapıyı kapatırken bir kez daha aynaya baktı. Figür yoktu. Sadece camın içinde, boş bir sandalye görünüyordu artık.
Ama o bilir:
Her gece, saat on bir sularında, kulisteki o odadan loş bir ışık sızar.
Ve duvarlardan tek bir şey duyulur:
“Gülme.”
Ama bu kez emir değil, yankıdır.
Ve İrfan, her sabah aynı şeyi söyler kendi kendine:
“Kimi güldürürsen, onu unutursun. Kimi güldürmezsen, onu hep hatırlarsın.”
Bu söz, hiç alkışlanmamış bir perdenin ardında, sessizce büyür.
Yazar taşındığında odadaki ilk şey masa değildi. Ne kalemlik, ne kitap rafı. İlk getirdiği eşya: oval biçimli, eski bir ayna.
Aynayı ikinci el bir dükkândan almıştı. Üzerinde etiket yoktu. Satıcı sadece demişti ki:
“Bu aynayı alan, kendini unutur.”
Yazar buna güldü. Ama aynayı tam da masasının karşısına yerleştirdi.
Oda sessizdi. Pencere sabitti. Ve saat 12:30’da hep aynı şekilde gölgelenirdi. Işık, aynanın sol yanına vurur; cam, yavaşça kararıp yeniden açılırdı. Tıpkı göz kırpar gibi.
İlk günler hiçbir şey fark etmedi. Ama yazarken, sanki bir cümle fazladan beliriyor gibiydi. Yazmadığı bir şey. Düşünmediği halde sayfada duran bir kelime.
“Gül…”
Bu kelimeyi kullanmazdı. Ama dosyanın ortasında, tek başına duruyordu.
Yavaş yavaş, aynaya göz ucuyla bakmaya başladı. Geceleri çalıştığında — odada sadece masa lambası yanarken — aynadan gelen bir titreşim hissediyordu.
Bir gece yazdığı cümle şöyle bitti:
“…ve maskenin altından gelen sızı…”
Oysa böyle bir şey yazmamıştı. Cümleyi tekrar okuduğunda, kelimeler yer değiştiriyordu.
Sabah aynaya doğrudan baktı. Kendi yansıması yoktu. Ama sandalyesinde biri oturuyordu. Gözleri yoktu. Ama yüzünde bir şey vardı:
Gülüş müydü, acı mıydı, belli değildi. Sanki her kahkaha bir çığlıktan kırpılmıştı.
Yazar ayağa kalktı. Aynaya yaklaştı. Cam buğulandı. Parmakla yazılmış gibi bir satır belirdi:
“Yazmadığın her şey, seni yazar.”
Yazar geri çekildi. Elleri titredi. Bilgisayar ekranına baktı. Dosya otomatik kaydedilmişti.
Dosyanın başlığı:
“Oval – Son Gülüş”
Açtı. Sayfada yalnızca tek bir cümle vardı:
“Ben artık senim.”
Kelimeleri silmek istedi ama tuşlar işlemedi. Geriye dönmek yoktu.
Aynaya döndü. Yansıma hâlâ yoktu. Ama sandalye boştu artık.
Kendi sandalyesine oturduğunda, aynada yeniden bir yüz belirdi.
Bu kez tanıdı onu:
Palyaço. Boyası silinmiş, bakışı eğilmiş bir figür.
Ve yazar, ilk defa gülümsedi.
Çünkü artık anlıyordu:
Gülmeyen, kendini yazamaz.
Şimdiye kadar okudukların, bir yazarın kaleminden dökülen sıradan bir hikâye gibi görünmüş olabilir.
Ama yanıldın.
Bu metni yazan bir yazar yok.
Çünkü yazan — aynaydı.
Her satır, camın buğusuna parmakla yazıldı. Her cümle, bir gülüşün ardından silinmiş bir bakışın tortusuydu.
İlk cümle:
“Sahne ışıkları hâlâ yanıyordu.”
O sahne artık yok.
Ama ışık…
O ışık şu anda senin gözbebeklerine vuruyor.
Ve sen, farkında olmadan o odaya girdin.
Sandalye hâlâ orada.
Ayna da.
Camına eğildin belki, parmak izini bırakmadan baktın.
Ama yansıma sende kaldı.
Şimdi kendi yüzüne dön.
Bir gülüş mü o?
Yoksa biri senin yerinde mi gülümsüyor?
Elini kaldır.
Camı sil.
Bak, bu satırda buğulanma var:
“Ben artık senim.”
Ve bir yerden sonra cümleler kendi kendini yazmaya başladı.
Yazar sustu.
Kâğıt sessizliğe teslim oldu.
Bu, onlardan biriydi.
Ve son satır, parmak izinin üzerine düşer:
“Okuduğun metin, sana aitti. Ama sen artık ona aitsin.”
- Aynanın İçinden - 1 Ağustos 2025
- Dişime Takılı Küçük Yazılı Kâğıt - 1 Ekim 2019
- Munchkinimi Seviyorum - 1 Eylül 2019
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.