Öykü

Adaletin Chucky’si ®

“Ne olmuş lan burada!” dedi Savcı Adil Kesen, cinayet mahalline girer girmez. Parke zemindeki küçük kan gölüne makosenlerini değdirmeden cesedin yanına yaklaştı.

“Cinayet mi?”

“Vallahi daha önce böyle bir şey görmedim sayın savcım…” Başkomiser Akın Devrek göbeğini içeri çekerek ceketini ilikledi. Garip görünümlü, lazer tabanlı hologramın bulunduğu masaya doğru işaret etti. Takım elbiseli kurbanın başı çalışma masasına paralel bir şekilde öne eğilmişti. Gırtlağındaki derin kesikten başlayan kurumuş kan şelalesi, gövdesinden geçerken kavis alıyor; pantolonunu aşıp zemine dökülerek sonlanıyordu. Masanın üzerinde semavi dinlere ait kutsal kitaplar, modern klasik ofis malzemeleri, yarım metre boyunda bir palyaço figürü ve maktulün askeri üniformalı gençlik fotoğrafı nizami şekilde diziliydi. Masanın altında ise, antik bir uzaylı lahitini anımsatan üç boyutlu yazıcı, TROY kabartmalı ışıkları yanıp sönerek uzanıyordu. “Bugün siz izinlisiniz sanıyorduk…”

“Öyle mi!” Manidar bakışıyla, haddini bilmesini ima etti. “Olay yerine çok yakındım ve bir bakmak istedim. Ne var elimizde? Anlatın bakalım!”

Ne hikmetse her olay yerine yakınsın zaten diye mırıldandı Akın Devrek. Ardından kinayeli bir özür dileyip boğazını temizleyerek anlatmaya başladı;

“Merhumun ismi İbrahim Karakoyun, 1970 Trabzon doğumlu. Çok kısa bir süre önce öldüğünü düşünüyoruz. Ölüm morluğu mevcut, fakat ölüm katılığı henüz gerçekleşmemiş; en fazla üç dört saatlik… Kapıdaki kurye yemek siparişini getirince zili çalıp bir süre beklemiş, kimse kapıyı açmayınca geri dönecekmiş; fakat aniden içerden bir çığlık atılmış ve ‘Ben Albay İbrahim Karakoyun! Yardım edin! Polisi arayın!’ falan diye sesler gelmiş. O da arayıp ihbarda bulunmuş. Bizimkiler biraz araştırdı; şahıs emekli albay ve ülkenin yakın tarihinde, çok önemli birisi… Bu hafta işlenen diğer cinayetlere uygun bir profil; hatta öldürülenler arasında, en önemli kişi diyebiliriz! Ünlü iş insanı ve eski milletvekili İsmail Karakoyun’un da babası aynı zamanda. İki ihtimal var bence; ya derin devlet kendi içinde tepişiyor ve bu adamlar konuşmasın diye teker teker ortadan kaldırıyor… ki öyleyse birazdan ortalık karışır zaten! Terörle Mücadele, İstihbarat, Organize, hepsi yığılır buraya! Bu işi de bize bırakmazlar…”

“Ona ben karar veririm!” dedi Adil. “İkinci ihtimal?”

“Estağfirullah,” Başkomiser kafasını sağa çevirip yukarı kaldırarak kelimelere falso verir gibi yanlış anlamayı savuşturdu. “Öyle demek istemedim savcım…”

“Neyse! Devam et.”

“Ya da… Düşman istihbarat servislerinin işi! Maktullerin hepsi geçmişte bu ülkeye hizmet etmiş, önemli insanlar… Öyle kolay kolay öldürülebilecek adamlar değil. Kesinlikle profesyonel bir operasyon bu!”

“Nasıl yani? Diğer cinayetlerin faillerini yakaladık zaten. Hepsinin katili belli, itiraf etmediler ama önemli değil; onlarca delil vardı olay yerlerinde! Kamera görüntüleri de cabası… Nasıl dış servislerden şüphelenebilirsin ki? Sen o insanların masum olduğunu, bizim hata yaptığımızı mı kastediyorsun!?”

“Estağifrullah savcım. Sadece o insanlara komplo kuruldu diye düşünüyorum… Her biri geçmişinde devletin kritik makamlarında görev almış adamlar, arka arkaya cinayete kurban gidiyor… Ne hikmetse hepsinin de katilleri birinci dereceden akrabaları! Sizce de garip değil mi?! Olay yerleri deliller ile dolu ama itiraf yok… Ayrıca cinayet işlemeleri için mantıklı hiçbir motivasyon yok! Kamera görüntülerine gelince… Artık hangi görüntünün gerçekliğinden ya da sahteliğinden emin olabiliyoruz ki? Bence birisi ya da birileri onları katil ilan etmemiz için tezgahlamış her şeyi… Siz işinizi yapıyorsunuz, sonuçta delilden katile gidiyoruz… Bu doğru. Fakat içime sinmeyen bir şeyler var işte!”

“O zaman delil getir başkomiserim! Masum insanların suçsuz yere ceza çekmesi, bedel ödemesi seni rahatsız ediyorsa; onlar için bir şeyler yap! Zaten senin işin sadece suçluları yakalamak değil, masumları da korumak ve kollamak! İşini doğru yap.” dedi Adil. “Başka ne biliyoruz?”

“Haklısınız savcım… Yapacağımdan şüpheniz olmasın!” Maktule doğru dönüp devam etti; “Şahıs hakkında birçok dava açılmış, şu 2016-2027 yılları arasında devlet içinde mafya düzeni kurduğu iddia edilen ekip ile birlikte yargılanmış, ancak delil yetersizliğinden beraat etmiş. 2034’ün sonunda ise kendisine yeniden dava açılmış; hâlâ sürüyor… Aslında tutuklu yargılanması gerekiyor; ama saklanmayı başarmış. Yani bugüne kadar…”

“Hatırladım kim olduğunu; okumuştum haberlerde. Hakkındaki suçlamalara da vakıfım. Nasıl ölmüş?”

“Bilgisayar başındayken boğazı kesilmiş. Kusursuz bir kesik… Bana sorarsanız işinin ehli bir cerrah yapmış derim. Hatta bir cerrah bile insan boğazını böyle hatasız kesemez! Ayrıca kapılar ve tüm pencereler içeriden kilitliydi. Hiçbir zorlama belirtisi yoktu. Baştan aşağı akıllı tasarım evlerden, son derece güvenlikli. Bu eve zorla girmek imkansız zaten! Öyle ki, bizimkiler koçbaşı ile bir saat uğraştı, lakin kapıyı kıramadılar. Teknoloji biriminden arkadaşlar da şifreyi aşmayı denediler; ama nafile… Zar zor maktulün oğlu İsmail Karakoyun’a ulaştık ve haber verdik. Durumu anlatınca hemen geldi zaten; kapıyı o açtı. Girince de karşılaştığımız manzara bu işte… Boğuşma izi yok, ayak izi yok. Odada, hatta evde ikinci bir kişinin bulunduğuna dair hiçbir emare yok! Cinayet aleti de masada, fakat parmak izi yok! Bıçağın ucunda, maktule ait olduğunu düşündüğümüz doku parçaları mevcut; birazdan kesin sonuçlar gelir. Mobil adli tıp laboratuvarı getirdik; arkadaşlar hızlandırılmış analiz yapıyorlar şimdi. Bıçağın yapısı da kesik ile uyuşuyor; bu bıçak ile öldüğü kesin diyebiliriz. Fakat… Sanki…” Birkaç saniye duraklayıp biraz sonra söyleyeceği saçma şeyi önce kendisi hazmetmeye çalıştı. “Sanki bıçak az önce var olmuş gibi, gıcır gıcır! İntihar etti diye düşünsek… Adam bıçağa hiç dokunmamış; zaten o durumda bıçağın zeminde, rastgele düştüğü bir yerde bulunması gerekirdi. Kendi boğazını böyle nizami bir şekilde kesmesi de, bıçağı tertemiz masanın üstüne bırakması da mümkün değil. Tabii bir de içeriden yardım çığlıklarını duyup bizi arayan kurye var… Belli ki birisi adamın boğazını kesti; ancak maktulün kendisi de dahil, bıçağa daha önce hiç kimse, hiçbir varlık dokunmamış adeta… Karşılaştığım en garip vaka budur herhalde. Hâlâ ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Hiçbir ipucu yok!”

“Bıçağın üzerinde yazan şey ne?” dedi Adil, delil torbasına doğru eğilip gözlerini kısarak.

“Küçük bir yazı var kenarında sanki…”

“Evet epey ufak yazılmış ama büyüteç ile bakınca okunuyor. ‘The silent curse of the oppressed is the loudest in the ears of justice.’ yazıyor.”

“Mazlumun sessiz ahı, adaletin kulağındaki en gürültülü sestir… Neden katil böyle bir şey yazmış ki bıçağına?”

“Hiçbir fikrim yok savcım…”

“Yok,” dedi Adil öfkelenerek. “Bu akşam kaçıncı kez ‘yok’ dediğinizin farkında mısınız başkomiserim!”

“Maalesef farkındayım sayın savcım; fakat bu vakayı çözmek için, Sherlock Holmes olmak lazım. Ya da… en azından Adil Kesen!”

Savcı, bu sataşmaya hiçbir reaksiyon göstermeden birkaç adım ileriye açıldı, Akın Başkomiser’in daha fazla üstüne gidip, kızdırmanın lüzum yoktu. Adam yaklaşık iki metre boyunda bir kas ve yağ yığınıydı; tek hamlede kendisinin uzun ve ince bedenini ikiye katlayıp, bu önemli akşamın büyüsünü erkenden bozabilirdi. Hem zaten gecenin sonunda nasılsa onunla çatışacak vakti ziyadesiyle bulacaktı… Şimdilik duymazdan gelmek daha mantıklıydı.

Beyaz tulumlu olay yeri inceleme ekipleri ellerindeki fırçalar, tarayıcılar, termal kameralar ve mor ışıklar ile mekanı didik didik arıyordu. Sivil ve üniformalı memurlar kasvetli bir çaba içindeydiler. Birçoğu günlerdir izin yapmayı bırak, birkaç saatten fazla uyumamıştı bile.

Kapı girişinde, emniyet şeridinin hemen önünde kurbanın oğlu İsmail Karakoyun, avukat ordusu, gazeteciler ve muhtelif akrabalarından meydana gelen bir grup dikiliyordu. Bazıları içeriye girmek için ısrar ediyor; memurlar ile tartışıyordu. Arka planda ‘İbrahim Karakoyun yıllarca bu vatana hizmet etti! Teröristlerle mücadele etti. Yazıklar olsun. Nasıl kıydınız lan!’ muadili sitem cümleleri uğuldarken, diğer köşede cinayet büro ekibinden bir eleman kuryenin yazılı ifadesini alıyordu. Akın Başkomiser’in bahsettiği gibi, TEM yelekli polisler, takım elbiseli gizemli adamlar ve sivil kıyafetli istihbarat elemanları villaya giriş yapıp etrafı incelemeye, duruma el koymak için birbirlerine kimlik göstererek, sidik yarıştırmaya başlamıştı. Adil Kesen ile göz göze gelenler ‘yine mi bu herif’ der gibi bakıyor, ardından bakışlarını kaçırıyordu. Onun varlığı, herkesi huzursuz ediyordu. Savcı, uğursuzluğu ile beraber gelmişti adeta! Göreve başlayalı henüz on gün bile geçmemişti; fakat geldiği günden beri, başkentte neredeyse her gün garip bir cinayet işleniyordu. Öldürülenlerin hepsi eski subay, polis, bakan ve bürokratlardan meydana geliyor, bütün vakaları polisten rol çalarak dakikalar içinde çözümlemesi de, herkesin sinirini bozuyordu. Tüm teşkilat ondan işkilleniyor; ancak makamından ötürü abartılı bir hürmet göstermeye mecbur kalıyordu. Oysa bu defa durum epey zorlu görünüyordu; öyle birkaç dakika içinde çözülemeyecek kadar karmaşık bir cinayet mahalli vardı. Bu kez savcının çuvallayacağına kesin gözüyle bakan asi başkomiserin isteksiz partnerliği ve ‘hadi bunu da çöz sıkıyorsa ibnenin evladı’ bakışları altında, koca lüks villanın içinde adım atmadık yer bırakmadılar. Adil bir kez daha etrafa bakacağını söyleyip bir süre gözden kayboldu. Verandadan, bahçedeki müştemilata, çatı katından bodrumdaki ardiyeye kadar her yeri didik didik etti. Ardından devasa garaja girdi. Garajın içinde şifreli, metalik bir kapı buldu. Şifreyi kırıp içeriye girdi; onlarca klasik ve son model özel tasarım araba nizami bir şekilde park edilmişti. Birbirlerinin kopyası gibi görünen beyaz arabaları özellikle inceledi. Ardından cesedin bulunduğu odaya döndü ve kimseye bir şey söylemedi. Nöbetçi savcının olay yerine intikal ettiğini görünce Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yazan kimliğini adama gösterip vaka ile bizzat ilgileneceneğini iletti.

“Cinayet büro hariç tüm şubelerin buradan ayrılmasını istiyorum. Arkadaşlara iletin; dosya cinayetin! Siz de onlarla birlikte gidebilirsiniz.”

Nöbetçi savcı, canıma minnet der gibi başını sallayarak söyleneni yapmaya koyuldu.

Adil diğerlerinin ayrılmasını bekledi. Birkaç sivil memurun çaktırmadan kapıdaki kalabalığın arasına sızarak beklediği gözünden kaçmadı; fakat aldırış etmedi. Akın Devrek’e dönerek sordu;

“Bilgisayarı incelediniz mi?”

“Hayır savcım, şifresi var açamadık. Bilgisayar dehşet bir şey. Şu blok zincir tabanlı, Bittensor TAO cihazlardan… Maktulün ölüm soğukluğunu bile algılıyor meret! O yüzden parmak izi ve retina taraması da işe yaramıyor. Teknoloji biriminden arkadaşlar manuel şekilde parolayı kırmayı denediler; fakat başaramadılar. Götürüp şubede bakacağız artık. Pek umut yokmuş ama… Satoshi’nin cüzdanlarını patlatmak bile, bunu açmaktan daha kolaydır diyorlar!”

“Onlar da her şeyi abartıyor ya! Neden uzaktan bağlanıp kuantum bilgisayarlar ile denemiyorlar?”

“Fare kafesi mi ne varmış evde; telefon falan hiçbir şey çekmiyor burada. O yüzden uzaktan bağlanamıyorlar…”

“Faraday kafesi!”

“Heh işte ondan savcım…”

Adil Kesen siyah uzun paltosunun yakalarını çekiştirip düzeltti. Dalgalı, geriye yatırılmış gri saçları, takım elbisesi ile kusursuz bir ahenk içindeydi. Sert bakışlı, soğuk ama sarkastik bir karizması vardı. Yüzündeki ifade ve hareketlerindeki ölçülü ağırlık, birazdan yapacağı hamlenin fragmanı gibiydi.

Dikkatlice eğilip parmaklarını holograma yaklaştırdı ve şeffaf ekran aydınlandı.

 

Kullanıcı : Kökbörü

Şifre : ……….

Uzanıp delil torbasındaki dijital kimliği akıllı gözlüğünün kadrajına denk getirerek fotoğrafını çekti. Ardından hologramın klavyesinde birkaç tuşa basıp karmaşık yazıların ve rakamların kaydığı ekranın akışını kaydetti. Görüntüleri gözlüğünün ekranında bir orkestra şefi zarafetiyle kaydırdı ve bizzat geliştirdiği ADraİL isimli araştırma uygulamasına yükledi. Ardından komutları girdi: yöntem brute force, şahsın kimlik bilgilerine uygun denemeler yap, hızlıca çöz. Dört dakika boyunca hiç kıpırdamadan gözünün önünden akıp giden rakamları ve harfleri sabırla takip etti ve sonunda başardı. Her zehrin bir panzehiri, Her Firavun’un bir Musa’sı vardır diye geçirdi aklından. Parmakları, holografik klavyenin üzerinde hızla gezinip doğru şifreyi tuşlamaya koyuldu. Herkes meraklı gözlerle savcıyı izliyordu.

Ekranda bir yazı belirdi;

 

Oturum Sona Ermiştir. Katılımınız İçin Teşekkür Ederiz!

The Judex

Adil hologramı dondurup cihazın görüntüsünü akıllı gözlüğüne bağladı; bu sayede bilgisayarda yaptığı işlemleri sadece kendisi görebiliyordu. Hemen yazı ekranını kenara aldı ve bilgisayar içindeki klasörler arasında gezinmeye başladı. Birine tıklayınca, karşısına yüzlerce belge ve görüntünün bulunduğu bir bölüm çıktı. Her biri şifreyle korunan dosya isimleri şöyleydi;

 

Lock 2016, HSYK Tasfiye 2017, Çipli Kimlik Uygulaması 2017,

Kuruluş TCCİB 2018, Zarrab 2018, TYYEİA Tam Liste 2019, S-400 2019, Ekonomi 2021, HDP 2021, Borsa 2022, Pelikan VS Aslan 2022, Gerilimi Tırmandırma Süreci 2023, CHP Operasyonu 2024-2025, Çözüm Süreci Vol2 2025, Dijital Merkez Bankası Parası 2026, Milli Sadakat Yasası 2026, Suriye ve Irak’ın Fethi 2027, Cemaat Entegrasyon Haritası 2027, Yargı Revizyonu V2 2027, Kapalı İhale Yetki Yasası 2028, Bilal 2028, Kanal İstanbul İhale Süreci 2030, Büyük Veri 2031, İç Savaş 2031, Dijital Göçmen Kayıtları 2032, Sosyal Medya Patronları 2033, Siber Sessizlik Tatbikatı 2034, E-Seçim 2035, Şeriat Teklifi 2035, İç Savaş ve Darbe 2036, Yeni Türkiye 2036, Hilafetin Geri Getirilmesi Projesi Hedef 2038, Büyük Ortadoğu: Türkiye Birleşik Devletleri Projesi v2 2040…

 

Tüm dosyaları gözlüğüne aktardığından emin olduktan sonra, bilgisayardakileri geri döndürülemez şekilde sildi. Diğer klasöre geçti. Sanatçılardan siyasetçilere, sporculardan askerlere, polislerden yargı mensuplarına, özel kalem müdürlerinden bakanlara kadar, kritik mevkilerdeki isimlere ait, şantaj amacıyla toplanmış özel görüntülerin, ses kayıtlarının, yasadışı bağlantıların ve kişisel zaafların sistematik biçimde arşivlendiği, pratik şantaj malzemeleri niteliğinde bir klasördü bu. Tüm isimlerin karşısında adresleri, telefon numaraları, makamları, zaafları, yasal ve yasak ilişkileri, özel bilgileri, rutin davranışları ve dijital merkez bankası para birimli hesap numaraları yazılıydı. Bu klasörü de gözlüğüne aktardıktan sonra kalıcı şekilde yok etti. Ardından kapıdaki memurlara gazetecileri içeriye almasını söyledi. Hologramı tekrar aktif etti ve yapacağı tüm işlemlerin kayda alınmasını istedi.

“Ne yaptığını sanıyorsun sen ya!” diye bağırdı takım elbiseli gizemli adamlardan biri. “Gazeteciler buraya sokulur mu? Neyin peşindesin!”

“Kes ulan!” diye inledi Adil. Ardından memurlara döndü ve otoriter sesiyle ekledi; “Atın bunu dışarıya! Gazetecileri de içeriye alın!” Herkes birbirine bakıp harekete geçmek hususunda tereddüt gösterince, dişlerini sıkarak ekledi. “Hemen!”

 

Bulunduğu ortamda patron gibi hissetmek ve emir vermekten aldığı zevk, bir anlığına Adil’i rahatsız etti. Savaş açtığı koltuk sevdalıları gibi, kendini güç zehirlenmesine kaptırmaktan imtina etmeliydi. Yoksa yaptığı hiçbir şeyin anlamı kalmaz; uğruna kan, ter ve gözyaşı döktüğü bu dava, nihai amacına erişemezdi. Küçük bir kaosun ve itiş kakışın ardından sorun çıkaran takım elbiseli adam küfürler savurarak evden ayrıldı. Gazeteciler yavaş yavaş yerlerini alıp kameralarını kurduktan sonra hologramdaki Oturum Sona Ermiştir. Katılımınız İçin Teşekkür Ederiz. The Judex yazılı ekranı tekrar açtı. Oturumun kaydını başa sardı ve oynat tuşuna tıkladı.

 

Sahne hazır, şov başlıyor.

Kollarını göğsünde kavuşturup seyretmeye koyuldu ;

The Judex isimli kullanıcı çevrimiçi toplantıyı başlattı; oturumda toplam yedi kişi vardı. İbrahim Karakoyun ve Judex hariç tüm kullanıcıların takma isimleri şöyleydi; Semjaza, Azazel, Baraqijal, Kokabiel, Ezequeel.

İbrahim epey heyecanlı görünüyordu. Herkese ‘efendim’ diye hitap ediyor ve son derece saygılı davranmaya gayret gösteriyordu.

İbrahim ve Judex hariç tüm katılımcılar mat beyaz, uzun göz çukurları olan ve alın kısmına altın renkli Horus’un gözü sembolü işlenmiş masonik maskeler takıyordu. İbrahim takım elbiseliydi. Judex’in maskesi ve kıyafetleri simsiyahtı. Elinde tepesine ters duran bir gümüş terazi figürü işlenmiş siyah baston tutuyordu.

“In nomine Dei et Magni Architecti Universi, hanc conventum aperio!” dedi Judex gür bir sesle ve Türkçe tekrar etti; “Tanrı’nın ve Büyük Mimar’ın adıyla, bu toplantıyı açıyorum!”

İbrahim Karakoyun’un örgüte kabulü için toplandıklarını anlatan bir açılış konuşması yaptı; ardından adayın geçmişi hakkında kendisi hariç hiç kimsenin bilemeyeceği, hatta İbrahim’in bile yaşandığını çoktan unuttuğu, özel sırları açıkladı. İbrahim, gözlerindeki endişeli şaşkınlıkla içinden, nasıl her şeyi bilebiliyorlar diye düşünerek söylenenleri dinledi. Örgüt üyeleri birbirlerinden hiçbir kayıt ve şart altında sır saklayamaz; örgüte ihanet eden kardeş ise sonsuza dek uykuya alınırdı.

“Yalan söylemekten beri durunuz,” dedi Judex tok sesiyle. “Çünkü bizler size şah damarınızdan bile daha yakınız! Bu akşam tüm günahlarınızı bizzat itiraf etmelisiniz. Ancak bu şekilde ruhunuzu arındırabilir ve kardeşliğimize katılabilirsiniz!”

İbrahim, elini masadaki kutsal kitabın üzerine yerleştirerek asla yalan söylemeyeceğine dair Allah ve resulü üzerine yemin etti. Sırayla tüm kullanıcılar ona geçmişi, mal varlıkları, inancı, arzuları, korkuları ve muhtelif günahları hakkında sorular sordu. İbrahim talep edilen her şeyin cevabını tereddütsüz ve kendinden emin bir şekilde verdi. Oturumun sağ alt köşesinde Tarih 17.12.2037 saat 17:25’i gösterirken İbrahim, sabık ve sakıt hükümet içindeki yüksek makam sahibi güçlü ortaklarından ve onlarla nasıl işbirliği yaptığından bahsediyordu. Zengin bir işadamının mal varlıklarına çökerek başladığı karanlık tarafa geçiş hikâyesini, bastonunu üç kez yere vurarak bölen Judex sordu;

“Onurlu ve üstün hizmetlerle geçen bir ordu kariyerinizden sonra neden kötü yola saptınız? Neden devletin gücünü kendi gücünüz gibi kullanarak, masum insanlara zarar verdiniz?”

“Bunu yapmamak için başta epey direndim efendim. Hatta bunu yapanlar ile tüm yetkilerimi kullanarak mücadele ettim. Ta ki bir gün oğlum İsmail’in kanser olduğunu öğreninceye dek… Memur maaşı ile onu tedavi ettirmem mümkün değildi. O zamanlar kanser, şimdiki gibi bir iğne ile tedavi edilebilen bir hastalık değildi; hem çok zahmetli hem de maliyetli bir lanetti… Dönemin en tehlikeli hastalığıydı ve milyonlarca insan kanser yüzünden hayatını kaybetmişti. Aylarca gitmediğimiz doktor, hastane kalmamıştı. Tüm birikimlerim suyunu çekmiş ve bir çıkar yolum kalmamıştı… Bir gün içişlerinden üst düzey yetkili bir dostum yanıma geldi ve bana bir listeden bahsetti; teröre yardım ve yataklık eden işadamlarının listesi. Mazlum Kesen isimli bir restoran zinciri sahibi vardı; listenin alt sıralarındaydı. Kolay bir hedefti, çünkü güçlü ortakları yoktu. Sıfırdan kazanarak gelmiş, vergi rekortmenleri listesine girecek kadar zenginleşmişti… Arkasından hak arayacak ve sorun çıkaracak kimse olmadığı için onunla başladık. Bir terör destekçisinin elinden parasını almak, ve oğlumun canını kurtarmak… O günlerde, takdir edersiniz ki bana çok cazip gelmişti!”

“Anlaşıldı,” dedi Judex. “Peki nasıl çöktünüz Mazlum Kesen’in mal varlıklarına? Hiçbir detayı atlamadan anlatınız!”

“Çok basitti. Medyada, mafyada, bakanlıklarda, aklınıza gelebilecek her yerde ve tüm kritik noktalarda zaten güvenilir dostlarımız mevcuttu. Önce Mazlum Kesen’in restoranlarında kullandığı ürünlerde domuz eti tespit edildiğine dair sahte bir bakanlık raporu hazırlattık. Sonra bu belgeleri gizlice ana akım medyaya servis ettik. Ardından sosyal medyadaki trol ordumuz vasıtasıyla toplumda şahsa karşı öfke başlattık. Marka değerini yerle bir ettik. Gerekli yerlere rüşvet vererek hakkında FETÖ dosyası hazırlattık… Yargılanıp hapse atılması uzun sürmedi… Bir kayyum atayıp, firmayı satın almak için uygun zemini hazırladıktan sonra da, finansörlerimiz devreye girdi. Herşey en ince ayrıntısına kadar planlanmıştı. Bu sadece başlangıçtı; devam eden yıllarda teröre destek veren onlarca haine aynı şeyi yaptık! Oğlum İbrahim’i o melun hastalığın pençesinden kurtarabilmek için, kendimi tek seferlik diye kandırarak başladığım bu yolda, bu kadar ileri gidebileceğim… Aklıma bile gelmezdi! Bugün bu ülkede istediğim herkese, her şeyi yaptırabilecek kudrete sahibim! Gerçi şu sıralar bazı sıkıntılarımız var, maalesef yerimden ayrılamıyorum. Durumları biliyorsunuz; yeni hükümet, organizasyonumuza karşı hain bir operasyon başlattı… Fakat yakında bu sorunu kökünden halledeceğim! Aşırı tedbirimi saygısızlık olarak nitelemeyin lütfen, sizlere güvenmediğimden değil… Uzun süredir sorgulamadan, sadakatle ve başarıyla verdiğiniz görevleri yerine getiriyorum! Bunu biliyorsunuz… Yeni hükümet ile sorunlarımızı çözene kadar yakalanmamam çok önemli; bu yüzden konumumu sizlerden bile gizli tutmak durumunda kaldığım için affınıza sığınırım. Neyse, yıllar sonra kandırıldığımı ve Mazlum Kesen’in terör örgütleriyle hiçbir bağının olmadığını, tam aksine namuslu ve şerefli bir vatansever olduğunu öğrendiğimde ise… Çok üzülmüştüm! Adamcağız gururuna yediremeyip hapishanede intihar etmiş. Başka insanlara da haksızlık etmişiz…Gerçekten o dönemde kandırılmıştım; fakat işler bir süre sonra kontrol edemeyeceğim kadar rayından çıkmıştı. Kısa bir süre sonra da Mazlum Kesen’in karısı dayanamayıp vefat etmiş… Keşke tüm bunlar yaşanmasaydı… Fakat her şerde bir hayır vardır! Eğer bunlar yaşanmasaydı ben bugün sizlerin huzurunda bulunamaz ve aranıza katılmak şerefine nail olamazdım!”

“Haklısınız,” dedi Judex. “Ayrıca bunu öğrendikten sonra Mazlum Bey’in yetim kalan oğlu Adil Kesen’i maddi olarak desteklediğinizi ve ona sahip çıktığınızı, diğer mağdurların da ailelerine destek sağladığınızı biliyoruz.”

“Evet efendim.” dedi İbrahim en mağrur yüz ifadesiyle. Judex’in ona arka çıkması hoşuna gitmişti. “Gerçekten her şerde bir hayır vardır! Bir çok kadın dul, bir çok çocuk bizim yüzümüzden yetim kaldı, öksüz kaldı, aileleri parçalandı… Allah bizi affetsin! Fakat dolaylı zayiat bu işin doğasında var zaten; ülkenin bekası için bazen masum vatandaşların da bedel ödemesi gerekebiliyor… Ayrıca mağdurlar, onlara sağladığım maddi imkanlar ile ömürlerinin sonuna kadar dertsiz tasasız yaşayacaklar zaten!”

“Peki,” dedi Judex. “Siz Mazlum Kesen’in suçsuz olduğunu anlayana kadar, oğlu Adil’in neler yaşadığını, nasıl hayatta kaldığını biliyor musunuz?”

“Hayır efendim…” dedi İbrahim toplantının başından beri ilk defa şüphe ile kaşlarını çatarak. Onlarca skandaldan ve yolsuzluktan bahsetmişti. Anlattığı şeyler bırak kolluk kuvvetlerini, teşkilatı, ülkeyi falan; dünyada birçok taşı yerinden oynatıp, üçüncü dünya savaşını tetikleyebilecek kadar kritikti. Judex’in neden bu kadar basit bir detaya takıldığını kavrayamadı. “Bunu hiç düşünmedim!”

“Ben size hikâyeyi en baştan anlatayım…” dedi Judex.” Adil Kesen on dört yaşındaydı. babası ve annesi vefat ettikten sonra hiçbir yerde tutunamadı. Bir teröristin oğlu olarak anılmak, kolay değildi takdir edersiniz ki! Askeri liseden resmi olarak atılmadı; fakat dolaylı yollarla kendi kendisine bırakması sağlandı. Ona akrabaları bile sahip çıkmadı. Aç kaldı, sokaklarda yattı… Birçok kez intihar edip bu ızdıraba bir son vermeyi düşündü; fakat cesaret edemedi! Sokak sokak gezip insanlardan iş istedi. Yaşı küçük olduğu için çalışması yasaktı ve ismini öğrenen hiç kimse de ona iş vermek istemiyordu zaten. Asmayıp da besleyecek halleri yoktu ya! Terör ve terörist konusunda hiç tahammül ve taviz göstermeyen bir topluma mensuptu… Adil, ölmemek için çöp konteynırlarında yemek aradı. Bir gün yine çöp konteynırında yemek ararken kaldırımın kenarında, bir palyaço kostümü buldu ve üzerine geçirdi. İnsanlar o günden sonra ona bakıp gülümsemeye, şefkat göstermeye başladı. Adil, dört yıl boyunca o kostümü neredeyse hiç üzerinden çıkarmadı. Bu şekilde para kazandı ve karnını doyurdu. Sokaklarda, alışveriş merkezlerinde, palyaço kostümüyle dolaştı, çocukları eğlendirdi. Hayatı aniden rengarenk bir hal almıştı. Dostlar edindi, gerçek adını ve kimliğini herkesten gizledi. Renkli makyajın ve maskenin altında, geçmişini ve kimliğini kendisi dahil herkese unutturarak, hayata tutunmaya çalıştı… Aşık oldu, hastalandı, evsiz kaldı, kah düştü, kah kalktı… Fakat yılmadı! Her seferinde daha güçlü bir şekilde geri döndü. Geleceğe dair bir planı ya da umudu yoktu; fakat anın tadını çıkarıyordu. Hayatını bu şekilde idame ettirirken bir gün karşısına Ali Gömek isminde gizemli bir avukat çıktı. Kendini tanıttı. Ünlü iş insanı İbrahim Karakoyun’un, babası Mazlum Kesen’in eski bir dostu olduğunu, yıllardır yardım etmek için kendisini arayıp durduğunu ve nihayet onu bulduğunu söyledi. Adil’in geçmişi, ailesi ve yaşadıkları hakkında her şeyi biliyordu. Ona maddi ve manevi destek olmak istediklerini söyledi. İbrahim Karakoyun çok güçlü bir adamdı ve ona istediği her şeyi verecekti, karşılığında da hiçbir şey istemiyordu üstelik! Arkadaşlarının ve sevgilisinin yanında düşüncesizce yapılan bu teklif, Adil’e tıpkı korktuğu gibi büyük bir zarar verdi. Adil o gün avukata hayatından memnun olduğunu iletti ve teklifi reddederek teşekkür etti. Avukat fikrini değiştirmesi halinde kendisine ulaşmasını söyleyerek kartını uzattı ve oradan uzaklaştı. Bir teröristin oğlu olduğunu öğrenen yeni dostları da Adil’i kısa zamanda terk etti. Sevgilisi bile, ona hayatı hakkında yalan söylediği için bir daha görüşmek istemedi. Adil, henüz bilmese de İbrahim Karakoyun yüzünden ikinci kez her şeyini kaybetmişti. Dolayısıyla fikrini değiştirmesi de uzun sürmedi. Hem biraz yardım almaktan zarar gelmezdi… Yurtdışına çıkar, hiç tanınmadığı bir yerde, hayata yeniden başlardı. Avukat Ali Gömek her şeyi ayarladı; Amerika vizesi, pasaport, uçak bileti, okul, banka hesabı, kredi kartı, ev, araba… Adil yeni hayatına başladı. Okulda başarılıydı. Eğitim sistemi, çalışma disiplini ve zekâsı birleşince, hızla öne çıktı. Eğitimlerini yüksek notlarla tamamladı. Sınavlardan aldığı puanlar ve projeleri sayesinde Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ne kabul edildi. MIT’deki hocaları, gerçekten çok yetenekli olduğunu söyleyerek yapay zeka ve robotik sistemler üzerine yoğunlaşmasını telkin etti. Adil çok çalıştı. O kadar çok çalıştı ki… Eğitimi biter bitmez Boston Dynamics şirketinde işi hazırdı! Daha düne kadar şaklabanlık edip çocukları eğlendiren bir adamken, CIA ve NSA için otomatik hedef alan silahlar ve casusluk cihazları geliştirirken buldu kendini bir anda. Yapay zeka ve robotik mühendisliği alanında uzmanlaştı. Large Language Model tabanlı yapay zeka sistemleri, üç boyutlu yazıcı teknolojileri ve otonom silahlı robotlar üzerine çalıştı. Gizli askeri projelere katıldı. Lockheed Martin şirketinde üç yıl çalıştıktan sonra üst düzey yöneticilik pozisyonuna terfi etti. Üstelik bu pozisyona en genç yaşta erişen insan ünvanını da elde etti… Bir palyaçonun varabileceği en yüksek seviyeye erişti Adil! Kendini zirvede hissediyordu. Hayat, ona olan borcunu fazlasıyla ödemişti… Adil artık teknoloji şirketlerinin gözdesi haline gelmişti; Amerikan ordusu ve silikon vadisinin teknoloji devleri onun üç yüzden fazla icadını, aktif bir şekilde kullanıyordu. Seneler bu şekilde geçip gitti. 2035 yılından sonra Türkiye’de siyasi iklim değişmeye başlamış; geçmişte yaşanan birçok skandalın gizli belgeleri basına sızmıştı. Bir gün internet haberlerinde eski Türkiye rejiminde yaşanan olaylardan ötürü bir çetenin yargılandığını okudu; davada babası Mazlum Kesen’in ismi de kurbanlar arasında geçiyordu. Babasının aslında suçsuz olduğunu öğrendi… Hükümet içindeki bazı eski bakanların, askerlerin, polislerin ve bürokratların çeteleştiğinden, kendi çıkarları uğruna Mazlum Kesen gibi bir çok zengin iş insanına terörist iftirası attıklarından bahsediliyordu. Adil bu bilgilerin peşine düştü. Araştırmalarını derinleştirdi. Kumpası kuran kişilerin kimler olduğunu öğrendi. Listesini hazırladı. Kararını verdi; Türkiye’ye dönüp hepsinden intikam alacaktı! Boston Dynamics’in imkanlarını kullanarak kendisi için özel bir yapay zeka sistemi geliştirdi. Sistem ona sahte kimlikler üretebiliyor, devlet veritabanlarını manipüle edebiliyor ve izlerini gizleyebiliyordu. Bu sistemle kendisine sahte bir Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı kimliği yarattı!”

İbrahim’in gözleri fal taşı gibi açıldı. Yutkunarak ve dehşet içinde, tek kelime etmeden dinliyordu.

Bu esnada cinayet mahallini buz kesti, herkes aniden zaman durmuşçasına donakaldı. Olay yeri ekibinden bir eleman elindeki ışığı yere düşürdü. Başkomiser Akın, bulanan midesini tutup devasa bedenini, berisindeki koltuğa doğru serbest bıraktı. Tüm seyirciler dehşet içinde holografik mason ayinini izliyor, şaşkınlıktan reaksiyon bile veremiyordu.

“Adil, devlet sistemlerini manipüle ederek tüm kayıtları eksiksiz şekilde oluşturdu ve sahte ünvanıyla resmi görevine başladı. Bundan sonra hedef listesindeki kişileri tek tek avlamak pek de zor değildi. Çünkü istediği cihazı dinleyebiliyor, istediği adrese ve bilgilere anında erişebiliyor, savcı kimliği ile kurbanlarının güvenini kazanıp, hiç zorlanmadan evlerine kadar girebiliyordu. Babası Mazlum Kesen’e kumpas kuran birçok insan feci şekilde can vermeye başladı! Adil, işlediği her cinayette olay yerini dilediği gibi tanzim ediyor; hedeflerinin aile bireylerini suçlu gösterecek sahte delilleri, kamera görüntülerini ve ses kayıtlarını üretip, bunları cinayet mahalline ustaca bırakıyordu… Kurbanlarının ailelerini katil ilan edip, hayatlarını paramparça ederken, en ufak bir tereddüt göstermedi. Fakat ölüm listesinin başındaki isim olan İbrahim Karakoyun’a, bir türlü ulaşamıyordu. İbrahim ortadan kaybolmuş, yer yarılıp, içine girmişti sanki… Bir senedir hiçbir yerde görülmemiş, herhangi bir kameraya ya da dinlemeye takılmamıştı. Adil sonunda yeni bir plan hazırladı. Avukat Ali Gömek’i hatırladı, adresini buldu ve ona İbrahim Karakoyun’a hitap eden, gizemli bir davetiye gönderdi. Davetiye, bir mason locasına aitmiş gibi hazırlanmıştı. İçinde özel semboller, şifreli ifadeler ve İbrahim’in dikkatini çekecek cümleler yer alıyordu. İbrahim daveti kabul etti, fakat güvenli evinden çıkmaya cesaret edemedi. Kısa süre içinde eski suç ortaklarından bazılarının arka arkaya şaibeli cinayetlere kurban gitmesi ve hepsinin de katilinin aile fertleri çıkması, onu epey korkutmuştu. Götü tutuşmuştu bir kere yani! Bundan dolayı dünyayı yöneten güçlü bir örgüte dahil olmanın tam zamanı diye düşündü… Belki de onu sadece böyle bir örgüt kurtarabilirdi! Neyse. Adil, avukat Ali Gömek’i takip ederek İbrahim Karakoyun’un yerini tespit etmeyi planlamıştı. Takip etmeye başladı; Ali Gömek aracıyla kapalı bir otoparka girdi. Adil kendini belli etmemek için dışarıda bekledi. Kısa bir bekleyişin ardından otoparkın içinden Ali Gömek’in arabası ile aynı marka, model ve plakaya sahip onlarca araç çıkış yapınca, takip başarısızlıkla sonuçlandı… Gerçekten çok tedbirliydi bu İbrahim denen herif! Erişmek mümkün değildi… Neyse ki İbrahim yemi yutmuştu; zarfı gönderenlerin verdiği adrese avukatı aracılığı ile şifreli bir mektup iletti ve görüşmenin holografik, üç boyutlu toplantı şeklinde yapılmasını talep etti. Adil bu noktada plan değişikliğine gitti; İbrahim’e özel olarak hazırlanmış bir zarf daha iletti. Bu zarfta toplantının tarihi, saati ve çevrimiçi katılım için gerekli olan bilgiler vardı. Toplantı, tam da İbrahim’in istediği gibi güvenli ve şifreli bir sunucu ile internet üzerinden yapılacaktı. Yalnızca toplantıya katılım için kendisine gönderilecek üç boyutlu yazıcıyı kullanması şartı eklenmişti. Çünkü örgüte kabul edildiği takdirde, bu yazıcı ile ona kullanması gereken birtakım ekipmanlar ve kadim sırlar odasının anahtarlarının kopyaları iletilecekti. Tanrıya şükür ki İbrahim hudutsuz tedbirlerine rağmen, muazzam bir egoist olduğu için kendini dünyayı yöneten üst aklın gizli sırlarına layık bir adam gibi görüyordu ve aklına başka bir şey gelmedi! Bu yüzden üç boyutlu yazıcının, yani aslında suikastçisini taşıyan truva atının evine, burnunun dibine kadar girmesine izin verdi!”

“Hassiktir.” dedi İbrahim dehşet içinde irkilerek. “Hassiktir… Sen… Adil! Sen misin…?”

Judex maskesini indirdi ve İbrahim ile göz göze geldi.

“Çok can yaktın… çok kan akıttın!”

“Benim sayemde bugünlere geldin!” dedi İbrahim korku ve öfke arasında inleyerek “Gel seninle anlaşalım… Her şeyi sen al. Zekisin… İsmail’in zaten bu imparatorluğu yönetecek istidadı yok!” Zaman kazanıp cihazı kapatmanın bir yolunu bulmaya çalışıyordu. “Gel bütün işlerin başına geç ve karşılığında canımı bağışla! Bu ülkedeki en güçlü adam olabilirsin…”

“Olur,” dedi Adil bir anda gülümseyerek. “Ama senin işlerini devralmak istemiyorum. Karşılığında başka bir şey istiyorum!”

“Ne istersen yaparım! Söylemen yeter!”

“Babamı ve annemi diriltip geri getirebilir misin?”

“Getiremem… Çok üzgünüm. Gerçekten… Yaptığım şeyleri geri alamam; ama bundan sonra kimsenin dokunamayacağı, kılına bile zarar veremeyeceği bir makama erişme fırsatı veriyorum sana!”

“Yanlış,” dedi Adil. “Birincisi, sen dokunulmaz değilsin! Birazdan öleceksin. Öyle güzel öleceksin ki, ölümün bile ölesi gelecek… Kül Tigin, bu cümleyi Türk ırkı için şehit olmak temasıyla söylemişti aslında… Ama sen ve senin gibi kan emiciler, bu ırkın refahı için öleceksiniz! Sizin gebermeniz, bu ülkenin yeniden ayağa kalkmasını sağlayacak!”

İbrahim aniden masanın altına doğru hamle yaparak yazıcıyı kapatmaya çalıştı.

“İkincisi, ben de artık Chucky’yi geri getiremem… Çoktan harekete geçti; sen burada günahlarını itiraf ederken, yazıcı katman katman tüm detaylarını işleyerek Chucky’yi kopyaladı. Boşuna debelenme, onu durduramazsın! Tek bir amaç için tasarladım; öldürmek!”

Yazıcının ışıkları yandı, sesi yükseldi, sıkma işlemine geçen eski bir çamaşır makinesi gürültüsüyle odayı titretti.

Judex konuşmaya devam etti;

“Senin yaşın müsait; Chucky diye bir film varmış doksanlarda, izlemişsindir. O tamamen hayal ürünüydü; ama bu… yapay zeka destekli, gerçek bir oyuncak katil!”

Cihazın içinden vızıldayarak fırlayan metalik palyaço, patlayıcı hızıyla sıçradı ve bir insansız hava aracı edasıyla zahmetsizce masanın üzerine kondu. Kafasını bükerek havaya kaldırması, bıçağını göstermesi ve tuhaf bakışlarıyla gözlerinin içine odaklanarak, İbrahim Karakoyun’un boğazını kesmesi, sadece elli dört salise sürdü. Bıçak, karotis arterlerini ve trakeayı kestiği anda yoğun bir kan fışkırması başladı. Bastırılmış tiz bir ıslık sesi boğazında uğuldarken bedeni kontrolsüzce titredi. Çaresizce boğazını tutup fışkıran kanları durdurmaya çabaladı. Ciğerlerinden yükselen ıslak bir hırıltı ile birlikte aniden son nefesini verdi… İsmail Karakoyun’un ölü kolları yavaşça aşağı doğru savruldu; gösterisinin sonunda seyircisine reverans yapan bir sanatçıya benziyordu. Ekran karardı ve yazı belirdi;

“Oturum Sona Ermiştir. Katılımınız İçin Teşekkür Ederiz!”

The Judex

Adil Kesen gülümsedi.

“Bu seferki biraz uzun sürdü kusura bakmayın. Beş dakikadan kısa sürede katili size veremedim. Fakat hikâyenin detaylarını herkesin bilmesi ve kayıt altına alınması önemliydi…”

Odadaki herkes korku, huşu, endişe, nefret, öfke, şaşkınlık, hayal kırıklığı ve hayranlık arasında gezinen bakışlarla Adil’i izliyordu. Uzunca süren bakışmaların ve sessizliğin ardından Adil tekrar konuştu;

“Şok etkisi hafiflediyse başlayabiliriz arkadaşlar. Soruları alabilirim!”

İsmail Karakoyun’un liderliğindeki sivil grup, bağırarak ve küfürler savurarak içeriye yürürken polisler güçlükle onlara engel olmaya çalışıyordu. Bir anda ortalık karışmış, adeta Adil’i eline geçirip parçalamak isteyen güruh ile, kurtarıp sorgulamaya çalışan grubun güreş müsabakasına dönmüştü.

“Tek bir şeyi merak ediyorum,” dedi Akın Devrek çevresindeki kaosa aldırmadan sakince. “Buraya gelmeseydin, kaçıp gitseydin. Senin yaptığını asla anlayamazdık! Neden teslim oluyorsun ki?”

“Ah, buraya geldiğimden beri hayal kırıklığına uğramaktan gerçekten yoruldum… Asla gerçekten önemli ve doğru soruları sormuyorsunuz… Bunun cevabı çok basit! Ben sizin yerinizde olsam, toplantıdaki diğer beş kişi kimdi diye sorardım mesela!”

“Ne demek istiyorsun?” dedi başkomiser kelepçelerini hazırlarken.

“Sorunuzun cevabını zaten birazdan alacaksınız; aslında teslim olmuyorum!”

“Peki,” dedi Başkomiser avını etkisiz hale getirmeden önce onunla oynamaktan zevk alan bir kaplan edasıyla. “Toplantıdaki diğer kişiler kimdi?”

“Hiç kimse. Biraz atmosfer yaratmak ve İbrahim’i gerçekten masonik bir örgüt ile muhatap olduğuna inandırmak için deepfake programı ile ekranda beş kişi daha varmış gibi davrandım. İsimleri de Peygamber Enoch’un kitabında geçen, gökten gelen gözcü varlıklardan seçtim. Aslında konuşanların hepsi bendim!” Gazetecilere doğru dönerek gülümsedi. “Ama bu kısmı kayıtlardan silin lütfen. İlerde Savcı Adil Kesen’in intikamını film yapmak isteyen olursa, devam hikâyesi için o beş kişiden malzeme çıkabilir. Biraz spekülasyon alanı kalsın yazarlara da…”

“Ruh hastası…” diye mırıldandı Başkomiser. “Başka hangi soruları gözden kaçırıyoruz peki?”

“Mesela öncelikle elimizde hakkında yakalama kararı bulunan, başı belada, birçok skandala ve suça karışmış, ahlaksızlık, yolsuzluk, hırsızlık, cinayet ve binbir türlü dalavereyle kendisine bir suç imparatorluğu inşa etmiş, emekli bir albay var… Yani, şey… daha doğrusu vardı; Chucky şey yapmadan önce… Neyse! Rahmetli bu akşam dünyanın en gizemli ve güçlü örgütlerinden biriyle bir çevrimiçi toplantıya katılacağını düşünüyordu. Kısaca İlluminati diyelim biz bu örgüte, biraz mizahtan zarar gelmez değil mi? Tamam. Hem aylardır kimseye görünmemek için onlarca tedbir alan, hem de İlluminati ile son derece mühim bir mülakatta olan bir suç makinası, neden dışarıdan yemek söylesin ki? Bu akşam öyle acıkıp da ‘dur ben bir lahmacun söyleyeyim!’ denecek bir akşam olmasa gerek pek… Sonra kurye, ifadesinde içeriden bir çığlık sesi duyduğunu, İbrahim Karakoyun’un ismini vererek yardım çağrısı yaptığını, polisi arayın diye bağırdığını falan söylemişti. Az önce kayıtları izledik; merhumun ölmeden önce çığlık attığını, ya da imdat çağrısı yaptığını duydunuz mu? Ben duymadım da…”

Dönüp kuryeye baktılar; adam kaostan faydalanıp çevik hareketlerle montunun cebinden bir bıçak çıkardı ve İsmail Karakoyun’un arkasına geçti; eliyle çenesini kavrayıp yukarı kaldırdı. Kurbanlık koyunu mundar eden acemi bir kasap gibi boğazını kesip soluk borusuna kadar bir ileri bir geri iterek parçaladı.

“Tabii ki de yemek söylemedi! Kurye de benim adamım!” diye inledi Adil. İsmail’in boğazından tiz bir ıslıkla fışkıran kanlar etrafa saçılırken duygusuz ve alaycı üslubuyla devam etti; “İsmail’i de diğerleri gibi katil ilan edip hapse attırmak isterdim; fakat tamamen tesadüf eseri onun da Boston Dynamics’te çalışan Kırgızistanlı bir arkadaşımın, Türkiye’de üniversite okuyan kız kardeşine tecavüz ettiğini, kızın jandarmaya gidip şikayetçi olduğunu öğrenince de, intihar süsü vererek onu öldürttüğünü öğrendim…Tabii ki jandarma komutanı da ilgili şikayeti gerekli makamlara iletip işini yapmak yerine, dönemin milletvekili İbrahim Karakoyun’dan korkup konunun üstünü kapatmaya çalıştı. Arkadaşım da kız kardeşinin intikamını almak istedi! Konu intikam olunca, gördüğünüz üzere… Birazcık hassaslaşıyorum! Şimdi arkadaşım aranızdan birini rehin alıp buradan çıkacak. Gazeteciler de ekipmanları ile birlikte çıkacaklar. Garajda gizli bir bölme var. Evin içini gezerken kapının şifresini kırmıştım, sağdaki büyük aynanın arkasında kalıyor, gidince göreceksiniz. İçerde Toros marka beyaz arabalar var, hepsinin plakaları 21 AT 348. Torpido gözündeki minik tuşa her basıldığında araçların renkleri ve plakaları değişiyor. Gazeteci dostlarım! Geldiğiniz araçları burada bırakıp o araçlara binerek hemen uzaklaşın, yolda sürekli plakaları ve renkleri değiştirin. Bu sayede uzunca bir süre trafikte durdurulmadan ilerleyeceksiniz! Haberlerinizi yaymak için yeterince vakit bulacaksınız; evdeki sinyal bozucunun etkisinden kurtulur kurtulmaz da blok zincir üzerinde silinemez şekilde yayınladığınızdan emin olun! Hiçkimse peşinizden gelmeyecek. Eğer benden önce bu evden ayrılıp sizi takip etmeye ya da durdurmaya kalkarlarsa…” Cebinden küçük bir kumanda çıkarıp havaya kaldırdı. “Bu evi havaya uçurmak zorunda kalırım!”

“Orospu çocuğu!” diye inledi Başkomiser. “Seni elimden kimse kurtaramaz!”

“Zarar görmeden buradan çıkmalarına izin verirseniz, bu kumandayı size teslim ederim… Söz!”

Başkomiser ağır hareketlerle geriye dönüp kuryenin üzerine çullanan ve gazetecileri itip kakan memurlara seslendi;

“Bırakın gitsinler!”

Kurye, sivillerden birini rehin alıp Adil’e başıyla kısa, keskin bir selam verdi. Ardından rehinesini önüne çekip hızla kapıdan çıktı. Hemen arkasından gazeteciler sarsılarak toparlandı, ekipmanları apar topar kucaklayıp koşuşturmaya başladılar; çarpık adımlar ve telaşlı nefeslerle, kuryeyi takip ettiler.

“Ne istiyorsun? Şovunu yaptın yeter!” dedi Başkomiser. Avucunu açıp elini uzattı. “Kumandayı yavaşça bana ver ve teslim ol!”

“Henüz sorularımız bitmedi!” dedi Adil odanın içinde volta atarken. “Gelelim şimdi gecenin en önemli sorularından birine…”

“Gel, Allahın belası herif gel! Ne istiyorsun hâlâ!?”

“Babama komplo kuran ve hayatımızı mahveden altı kişiyi öldürdüm! Bunlar ultra güvenlikli villalarda saklanan, özel silahlı korumalara sahip, çok zengin ve güçlü insanlardı. Bu adamlar daha önce tespit edilip yargılanmalarına rağmen bırak ceza almayı, bir de üstüne beraat ettiler! Hepsi için yeniden dava açıldı; fakat bunlardan da beraat edeceklerdi zaten! Sadece saklandıkları yerden çıkmak için siyasi ortamın hazırlanmasını, yargıya tekrar kendi adamlarının atanmasını bekliyorlardı. Ayrıca kendilerini nasıl aklayacaklarını, halihazırda hangi makamlara rüşvet verdiklerini, hatta onları koruyup kollayanın, yani en tepedeki adamın kim olduğunu da biliyorum…”

“Ee madem öyle, madem her boku biliyorsun, dava açsaydın ya psikopat herif! Milleti doğrayacağına, adalete sığınsaydın! Elindeki delilleri bizimle paylaşsaydın! Sana mı kaldı ulan suçluların cezasını kesmek!?”

“Yine yanlış mantık yürütüyor, anlamsız sorular soruyorsunuz… Birincisi bunu tepedeki adama bir mesaj göndermek için söylüyorum ki; mesajımı aldığında o bana ulaşacaktır! İkincisi, evet cezalarını vermek bana kaldı, çünkü siz işinizi yapmadınız! Ben bu hayatta sadece kendime güvenebileceğimi daha çocukken öğrendim başkomiserim! Bu hikâyede hak da benim, hukuk da benim, adalet de benim, polis de, savcı da, hakim de, cellat da benim! Üçüncüsü; bu noktada asıl sorulması gereken soru şu; o adamlara bile erişip intikamını alan ben, babamın hapishanede öldürüldüğünü, intihar etmediğini çözdüğü halde; olayın üstüne gitmeyen, rüşvetini alıp hayatına devam eden ve Mazlum Kesen dosyasını intihar olarak kayıtlara geçen, dönemin komiser yardımcısı ve günümüzün Ankara Cinayet Büro Başkomiseri Akın Devrek’i neden öldürmedim?”

“Piç kurusu!” diye inledi başkomiser dişlerini sıkarak. “İftira! Hiçbir şeyi kanıtlayamazsın…”

“Kanıta gerek yok,” dedi Adil. “İkimizin gerçeği bilmesi yet….”

“Blöf yapıyor ya!” diye seslendi avukat Ali Gömek bir anda öne atılarak. “Oturum kaydında izledik az önce hepimiz. İbrahim Bey’in yerini bulamadığı için beni kullanarak ona ulaşmaya çalıştığını, biz tedbirli davranınca da başaramadığını söylemedi mi bu? Evin yerini bilmiyorsa ne ara gelip de buraya bomba koydu? Bir de kumanda tutuyor elinde… Kumanda mı kaldı lan bu devirde! Akıllı gözlüğü var zaten, onunla da istediğini yapardı. Zaman kazanmaya çalışıyor, blöf yapıyor işte!”

“Gözlerim yaşarırdı şu an aslında; ama şey… Neyse. Onu en son söylerim, plana sadık kalalım şimdilik. Sonunda gerçekten zeki biri!”

“Hâlâ dalga geçiyor şerefsiz ya!” diye inledi başkomiser. “Yakalayın şunu!”

“Yaklaşmayın!” dedi Adil kumandayı tekrar havaya kaldırarak. Yakalamak için üstüne doğru yürümeye başlayan memurlar, bu emir üzerine aniden durunca, çok komik geldi ve kahkaha atarak devam etti; “Bu elimdeki kuantum dolanıklık ile çalışan bir kumanda, senin bildiğin o eski televizyon kumandalarından değil yani… Başka bir galaksiden, binlerce ışık yılı uzaklıktaki bir yıldız sisteminden bile kullansam, mesafe ve zaman tanımadan anında sinyali istediğim yere ulaştırıyor! Evrendeki her şey atomlardan oluşur ve bu cihaz kainatın diğer ucundaki her bir atoma anında sinyal gönderebilir! Bu küçücük kumandanın nasıl büyük bir teknoloji olduğunu, insanlık için ne kadar önemli bir icat olduğunu… Anlatsam bile siz angutlar anlamazsınız zaten! Ama bir şans vereyim size hadi. Normalde elektronik sinyaller ışık hızında hareket eder ve samanyolu galaksisinden başka bir galaksiye sinyal göndermek on binlerce yıl sürer. Yani başka bir yıldız sisteminde akıllı yaşam keşfedersek bir gün, en büyük sorunumuz onlarla anlık iletişim kurmaktır. Evren o kadar büyüktür ve yıldızlar arası mesafeler birbirlerine o kadar uzaktır ki; uzaylı dostlarımıza merhaba demek için bir sinyal gönderdiğinizde, o sinyalin ulaşması on binlerce yıl sürebilir ve cevabın gelmesi de aynı şekilde… Hatta mesafeye bağlı olarak milyonlarca yıl bile sürebilir! Bu yüzden aslında uzaylı medeniyetler ile iletişim kurmak asla mümkün değildi; ta ki bu kumanda icat edilene kadar! Bu cihazı bir arkadaşım ömrünü vererek ve hükümetlerden milyarlarca dolar yatırım alarak ancak geliştirebildi! Ben de Türkiye’ye dönüp sizi öldürmeye karar vermeden önce, ona çalışmalarında yardım ediyordum… İbrahim Karakoyun, evinde yaptığı konuşmalar dinlenemesin, ya da uzaktan radarlama sistemiyle cihazlarının sinyalleri takip edilip de konumu tespit edilemesin diye Faraday kafesi yaptırmış evine… Tedbir işinin biraz bokunu çıkarmış yani! Akıllı gözlük ya da başka sıradan bir cihazla verilen komut sinyalleri bu evde işe yaramaz… Ama kuantum dolanıklık ile çalışan bir sisteme karşı Faraday kafesi de dahil hiçbir güvenlik duvarı işe yaramaz! Çünkü bu cihazın gönderdiği sinyallerin bir yol izlemesi, bir yerlerden geçmesi gerekmiyor. Doğrudan evrendeki maddelerin her zerresi ile anında etkileşime girerek dilediği sinyali iletebiliyor! Şu anda arkadaşım ile birlikte uzayda yaşam aramak ve evrenin tüm zeki çocuklarına mesaj göndererek medeniyetimizin geleceği için faydalı işler yapmak varken, maalesef bu harika teknolojiyi burada sizden intikam almak için kullanmak zorunda kalıyorum… Ulan insanlık için sırf zararsınız ya. Hamamböcekleri bile ekosistem için sizden daha faydalı! Neyse. Nerede kalmıştım? Heh tamam hatırladım; İbrahim’in evinin adresini bilmiyorsam, kuryeyi nasıl buraya gönderdim ve İbrahim Karakoyun’un ismini vererek polisi aramasını sağladım? Dolaylı yoldan da aslında sizlere İsmail Karakoyun’u aratarak kapıyı açmasını sağladım…”

Ali Gömek kem küm edip bir şeyler mırıldandı. Başkomiser sıkıntıyla kafasını kaşıdı. Adil, herkesi allak bullak etmişti. Kısa süren sessizliği Akın Devrek bozdu;

“E madem evin yerini biliyordun, niye bu kadar karmaşık hale getirdin işleri? Gelip diğerlerine yaptığın gibi direk kafasına sıksaydın ya! Belgeleri de sessiz sedasız ele geçirir, istediğin gibi yayınlatırdın! Oyun oynamaktan zevk mi alıyorsun Allah’ın manyağı!”

“Biraz düşünseniz cevabı kendiniz bulacaksınız; ama her şeyi benden bekliyorsunuz! Neyse, sizin zeka seviyenize indirerek en baştan anlatacağım; sıkıldım çünkü! Elimdeki teknoloji imkanları düşünülürse, benim gibi bir adam için yazıcı aktif hale geldiğinde bulunduğu konumun sinyalini Faraday kafesini aşıp, benimle paylaşacak şekilde onu tasarlamak da çok zor değildir herhalde değil mi? Başta evin konumunu bilmediğim için yazıcıyı kullanma planını yaptım; fakat onlarca imkana rağmen bunca zaman İbrahim’in yerini tespit edemeyince, onun bir Faraday kafesinin manyetik alanı içinde saklandığını tahmin ettim… Evin konumunu öğrenmek de işe yaramazdı, içeriye girmem ve onu savunmasız yakalamam gerekiyordu! Bu yüzden arkadaşımdan kumandanın bir kopyasını istedim ve o da yazıcı ile iletti sağ olsun. Bu yüzden Sam amca ile biraz başımız derde girecek; fakat mühim değil… Her saniyesine değerdi! Sonrasını biliyorsunuz zaten! Ayrıca evi daha önceden bulmayı başarsaydım bile mesele sadece İbrahim’i öldürmek değildi; İbrahimliği öldürmekti! Ben hepsinin işini bitirip ortadan kaybolsam, ne değişecekti ki? Yeni İbrahimler türeyecek, zavallı Mazlumlar yine zarar görecek, nice Adiller yetim kalmaya devam edecekti! Tüm bunların yaşanması, İbrahim’in her şeyi itiraf etmesi ve herkesin gerçekleri görmesi, kötü adamların da Adil Kesen diye bir manyaktan korkup, ayağını denk alması gerekiyordu. Tamam, İsmail’in ölümü biraz şova kaçtı, yalan yok! Ama napiyim, dayanamadım… İsmail’in, herkesin içinde boğazının kesilerek kurban edilmesi fikrine karşı koyamadım! Çocuklarınıza isim verirken dikkat edin, kaderini etkiliyor işte! Neyse. Birazdan gazeteciler blok zincir üzerinde silinemez şekilde burada yaşanan her şeyin görüntüsünü yayınlayacak ve bu kara düzen, bu gece son bulacak! Ben yaptım! Bu gece halkıma ışığı getirdim ve karanlığı yok ettim!”

Bu sefer ki sessizlik ve bakışmalar daha uzun sürdü. Kimse konuşmaya cesaret edemeyince Adil, sarkastik şekilde devam etti;

“Yine de avukat beyi zekası, iş ahlakı ve cesareti konusunda tebrik etmek isterim! Herkesten daha akıllı çıktı. İşini de iyi yapıyor! Bomba konusunda da haklıydı. O kadar vakit bulamadım… Bomba falan yok yani rahat olun.” Elini yavaşça yere indirip kumandayı avucunun içine aldı. “Helal lan sana Ali! Seni öldürmeyeceğim… Malum, birazcık suç işledim; iyi bir avukat lazım… Ama bu yavşak başkomi…”

Akın Devrek yakaladığı boşluktan istifade ederek aniden hızla koşup Adil Kesen’in çenesine kuvvetli bir sağ kroşe çıkardı; yumruğun etkisiyle ayakları yerden kesildi ve uçup karşıdaki kitaplığa çarparak gürültüyle yere serildi. Kapağında ‘Daha Adil Bir Mars Mümkün – Elon Musk’ yazılı bir kitap kafasının üzerine düştü. Adil’in parçalanan sentetik yanağının altından metal kemikler ve kıvılcımlar çıkaran kablolar dışarıya saçıldı. Gözlerinin olması gereken yerde, kırmızı ışıklar yanıp sönüyordu. Yattığı yerde sara nöbeti geçiriyormuş gibi titreyen ve dumanlar çıkaran bedeni, robotik ses tonuyla konuşmaya devam etti;

“Baş—-komss—e–riiiiii öld-rec-eğğğğğ-iiiim!”

Yerdeyken güçlükle birkaç hamle yaparak kumandanın düğmesine bastı; metalik palyaço aniden hareketlenip masanın üzerinden bıçağı kaptı ve sıçrayıp başkomiserin yanına kadar geldi. Sırtındaki cekete tutunup çevik hamlelerle üzerine tırmandı. Sağ kulağının içine sapladığı bıçağı diğer kulağından dışarı çıkana kadar itti ve Akın Devrek’in kaskatı kesilen bedeni bir ağaç gövdesi gibi tok sesle çarparak yere serildi.

“Ve—- son—– soru,” dedi yerdeki sentetik beden ağzından kıvılcımlar saçılıp odayı yanık kablo kokusu ile doldururken.

“Ben– ger—çek—ten, A–dil Ke—sen mi—yim——- yo–ksa——– o-nun u–za—ktan kont—rol—- et–ti–ği bir ro————————–bot mu…?”

* * *

“Hâlâ çalıştıramadınız mı?” dedi Sadettin Altın. “Reis acil rapor bekliyor benden! Bütün dünya bu olayı konuşuyor… Rezil olduk herkese! Bir an önce çalıştırın şu pisliği!”

“Deniyoruz efendim. Tamir ettik; ama neden çalışmadığı anlayamıyoruz…”

“Beceriksiz herifler!”

Sadettin Altın, Adil Kesen’in yaralı robot bedenine tiksinerek baktı. Cebinden bir paket çıkarıp sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi. Yancılarından biri çevik hareketlerle uzanıp sigarasını yaktı. Telaşla düşünerek ofisinin içinde volta atıp sigarasını içti. Ardından telefonu çaldı. Arayanı görünce uzaklaşıp kimsenin duyamayacağı bir odaya geçti.

“Emredin efendim!”

“Amerikan başkanı ile gizlice görüştüm. Adil’i bize teslim etmeyecekler! Onlara lazımmış, çok önemliymiş falan filan bir şeyler zırvaladı… Vermiyorlar herifi! Çalıştırabildiniz mi o robotu?”

“Henüz değil efendim… Biraz daha zamana ihtiyacımız var.”

“Yapacağınız işe! Neyse. Bu gece Amerika bize bir elçi gönderecek. Her şeyi düzeltecekler; adam tüm yaşananların düzmece olduğuna insanları ikna edecek. Adama tam yetki verilecek. Sadece benimle görüşecek ve bana rapor verecek! Bari bunu batırmayın… Gerekli yerlere ilet. Adamı bekletmesinler, havalimanından helikopter ile alıp doğrudan bana getirsinler! Yalnız görüşeceğim!”

“Bu güvenli mi efendim… Yani doğrudan yabancı birinin sizinle baş başa kal…”

“Ne diyorsam onu yap ulan! Hala güvenli mi diyor ya. Sıçtınız zaten her şeyin içine! Fotoğrafını ve kimlik bilgilerini gönderiyorum şimdi sana. Adamı al ve getir, dört saat sonra burada olacak.”

“Emredersiniz efendim!”

Sadettin telefonunu eline alıp gelen fotoğrafı inceledi; kıvırcık kızıl saçlı, beyaz tenli bir Amerikalıydı. Fotoğrafın ardından kimlik bilgileri de geldi; Lee Harvey Oswald – NSA Siber Suçlar Departmanı. Sadettin hızlıca toparlandı; tam çıkmaya hazırlanıyordu ki personellerden birisi koşarak yanına geldi.

“Çalıştırdık efendim!”

Sadettin hızlı adımlarla adamı takip etti. Adil Kesen’in robotik bedeni yattığı yerde yavaşça hareket ediyordu.

“Günaydın Adil hazretleri!” dedi Sadettin Altın. “Ortalığın amına koydun! Rahat mısın şimdi?”

“Bir tane yastık varsa iyi olur ya, boynum ağrıdı.”

“Nerdesin?” dedi Sadettin. “Bir yüz yüze gelelim. Fazla vaktim yok çıkmam lazım. Hiç uzatmayacağım; reis seninle tanışmak istiyor! İş teklifi yapacak. Ceza almayacaksın, aksine istediğin her şey verilecek… Devletin teknoloji biriminin başına geçmeni istiyor. İstediğin kadar personel, alan, ekipman ve bütçe sağlanacak… Sen devlet için çalışacaksın. Devlet de seni affedecek!”

“Benim devlete boynum kıldan ince, ama sizinle hesabım bitmedi…”

“Ne demek hesabım bitmedi! Öldürdün zaten herkesi… Daha ne istiyorsun!”

“Kimse dikkatli dinlemiyor… Herkesi öldürmedim. Babama komplo kuran herkes Ankara’da toplanıp beni mi bekliyordu sence! Daha yeni başladım… Liste kabarık!”

Ofisteki personellerin hepsinin telefonları aynı anda çalmaya başladı. Telefonla kısa bir konuşma yapan herkesin gözleri dehşetle açılıyor ve tamam deyip telefonu kapatıyordu. Sırayla hepsi Sadettin Altun’un yanına gelip kötü haberi vermeye başladı;

“Adil Kesen İstanbul’daymış efendim. Müsteşarı öldürmüş…”

“Adil Kesen Madrid’deymiş. Eski milli güvenlik danışmanını öldürmüş!”

“Adil Kesen İzmir’deymiş. Bir çete liderini öldürmüş!”

“Adil Kesen Paris’teymiş. Eski NATO Temsilcisini öldürmüş!”

Adil Kesen Gürcistan’daymış. Eski başdanışmanı öldürmüş!

“Allah kahretsin!” diye inledi Sadettin. Adil’in sentetik kopyasını, canını acıtabilirmiş gibi tokatlamaya başladı. “Allah belanı versin!”

“Sen nasıl bu zekayla buralara kadar geldin ya!” dedi robot. “Başkomiser ile konuşurken söylemiştim. En tepedeki adamı da biliyorum, her şeyi biliyorum. Seni de biliyorum küçük sıçan!”

“Ne yapabilirsin ulan bana!” diye inledi Sadettin. “O küçük piç palyaçonu da paramparça ettim! Seni de bulacağım, dünyanın neresine kaçarsan kaç seni bulacağım!”

“Bir yere kaçtığım yok!” dedi Adil. “Türkiye’deyim. Birkaç saat sonra reis ile görüşeceğim hatta. Randevu aldım!”

“Hadi lan” diye inledi Sadettin. “Amerikan başkanı ile görüştük. Seni orada sakladıklarını biliyoruz. Ama değil Amerika, seni Allah bile kurtaramayacak oğlum! Selam verdiğin herkesi, o eski arkadaşlarını da, sevgilini de bulduk. Anam avradım olsun hepinizi aynı mezara gömeceğim!!!”

“Emin misiniz Amerikan başkanı ile görüştüğünüze?”

“Dalga mı geçiyorsun ulan!”

“Yok be. Deepfake ile Amerikan başkanı gibi görünerek reisi arayan bendim. Bu akşam biri gelecek, onunla bizzat görüş, o her şeyi halledecek falan dedim. Reis n’apsın, kabul etti hemen. Hem birazcık çaresiz sizin yüzünüzden, hem de büyük abi bir şey isteyince hayır diyemez bilirsin…”

“Nasıl… Ne… Yani… Bana niye söylüyorsun şimdi bunu?” dedi Sadettin yavaş yavaş geriye çekilirken. Birazdan başına gelecek şeyi anlamış ve gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Çıkış kapısına doğru geri geri yürüyordu. “Arayıp haber vereceğimi düşünmemiş olamazsın…”

“Babamın hapishanede öldürülmesi emrini senin verdiğini biliyorum. Emri reisten aldığını da… İbrahim Karakoyun gibileri yetiştirip canavar haline getirdiğinizi, pis işleriniz için onları kullandığınızı… Her şeyi biliyorum.”

“Ben sadece devletin emirlerini yerine getirdim!” dedi Sadettin sesi kısılarak. “Benim bir suçum yok…”

“Karar verildi…” dedi Adil. “Bugün hepiniz öleceksiniz!”

Robotik beden kendini devasa bir gürültüyle patlattı. İlk darbede ofisin tavanı yukarı doğru fırladı, ardından tüm yapı kendi içine çöktü. Beton, çelik ve camdan oluşan sütun göğe yükselen bir mantar bulutuna döndü; ardından yayılan kızıl toz, her şeyi yuttu. Pencereler kırılıp cam parçaları birer mermi gibi çevreye saçıldı. Tüm bina yerle bir olup tersine döndü. Binanın girişindeki tabela parçalara ayrılıp dışarıya savruldu. Üzerinde T.C yazan kopuk parça uçup karşıdaki çocuk parkına doğru düştü. Salıncaktan atlayıp etrafta koşuşturan sarışın, mavi gözlü bir çocuk yerdeki parçayı buldu ve eline aldı. Çocuğun arkadaşlarından biri heyecanla yanına gelip sordu;

“Nerden geldin lan o?”

“Bilmem. İlk ben gördüm. Benimdir…!”

“T.C yazıyor. O ne demek ki!”

“Türkiye Cumhuriyeti demek, ne olacak cahil ya! Yaşadığın ülkeyi de bil artık. Atatürk’ün bize armağanı Türkiye Cumhuriyeti…”

“Ne biliyim lan! Okulda bir şey anlatmıyorlar ki, boş boş şeyler hep. Cahil kaldık valla…”

“Bana da babam anlatmıştı. Eskiden Atatürk köşeleri bile varmış okullarda. Her sabah andımız okunurmuş. Babam hep der ki Atatürk kurtarmış bizi düşmanlardan. Çok büyük bir komutanmış. O olmasa, bugün hiçbirimiz olmazmışız… Ben de Atatürk gibi asker olacağım ilerde!”

“Olursun olursun tamam. Hadi gel, top oynayacağız çocuklarla!”

Aniden panikle koşuşturan bağırıp çağıran ebeveynler ile doldu park. Herkes çocuğunu kucaklayıp parktan götürmeye çalışıyordu. “Mustafa Kemal!” diye inledi bir kadın panikle uzaklardan. “Seni arıyorum yarım saattir. Aklımı kaybedeceğim ya. Koca bina patladı duymadınız mı hiç! Hâlâ oyun oynuyorlar! Çabuk gel eve gidiyoruz. Çabuk koş!”

“Annem çağırıyor, sonra oynarız.” dedi Mustafa Kemal dönüp annesine doğru koşarken.

“Ah yavrum ya. Çok korktum ya çok… Gidelim hadi!” dedi annesi. Sarılıp öptü ve kucağına aldı. “Güvenli değil burası, yine bombaladılar bir yerleri. Elindeki ne öyle, nerden buldun?”

“Atatürk’ün emaneti!” dedi Mustafa Kemal masmavi gözleriyle annesine bakıp gülümseyerek. “Ben de onun gibi asker olacağım…”

Ufuk Altun

Ufuk Altun 11.09.1992 İstanbul doğumlu. 2012 yılında Jules Verne ile tanıştı. O gün bugündür kendine gelemedi. Bir gün mutlaka harika bir bilimkurgu filmi yazmak hayaliyle müsemma.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *