Öykü

İstiklal’in Son Palyaçosu

Cafer…

Eski Palyaço…

Palyaço Cafer…

Eski Palyaço Cafer…

Yılların yorgunluğunda kaybolmuştu. Bir zamanlar neşeyle, hoplayarak, zıplayarak ve her tarafa gülücükler saçarak geçtiği caddede şimdi sürünürcesine yürüyordu. Yarı sarhoş…Omuzları sarkık, başı önde, ağır ve bitkin adımlarla… Önemi yoktu.

Gerçi adımlarının hızlı olduğu, daha canlı, neşeli olduğu, insanları eğlendirdiği yılları da bilirdi ya neyse…

Çocuklar, o kahkahalar, çoktan sisler içinde unutulmuştu; geriye sadece derin bir yalnızlık ve acı kalmıştı.

Bir zamanlar İstiklal Caddesi, onun gençliğinin ve türlü numaralarının kalbiydi. Caddeye sağlı sollu dizilmiş sanat erbabı pek çokları gibi…

Emeklilik, ki buna emeklilik denirse, onun için sadece işten çekilmek değildi; aynı zamanda son savunmasını, en büyük sığınağını yitirmekti. Her gösteri sonrası, etrafındaki çocukların neşesi, yüreğindeki en büyük acıyı, küçük oğlu Yusuf’un erken ölümüyle oluşan boşluğu örterdi. Yusuf, onun en değerli parçasıydı; kaybı, Cafer’in ruhuna kazınmış karanlık bir gölgeydi.

Genelde bu saatlerde yürümezdi. Bu saatler İstiklal’de sarhoşların ve başka tür eğlence arayanların yeriydi. Onun günü sabah küçük Yusuf’u üst katta yaşayan Neriman ablaya bırakarak başlar, makyajını ve kıyafetlerini ayarladıktan sonra arka sokaklardan caddeye çıkardı. Evvela fazla kalabalık olmayan cadde birkaç saat içerisinde gelen turist kafileleri ile dolardı. Bu kafileler ve çeşitli bahanelerle caddeye gelmiş olan ailelerin çocukları ilgiyle onun gösterilerini izlerdi. Hele birde yaz mevsimi gelmiş, okullar tatil olmuşsa o zaman etrafında iyiden iyiye bir kalabalık olurdu.

Birde cadde esnafının çocukları vardı. Kimi çırak, kimi sadece babasının yanında durmaya gelmiş olan çocuklar onu gördükleri anda dükkanlardan fırlar cadde boyunca peşine takılırlardı. Sağdan soldan gösteri sonrası topladığı para fazla bir şey olmasa da ona ve oğluna yeterdi ve her gösteri sonrası gün batarken koşarak eve giderdi. Neriman ablanın kapısını üstünü değiştirmeden ve makyajını silmeden çalar, son bir çocuk için günün son gösterisini gerçekleştirirdi.

İşte o eve dönüş günlerinden birinde Neriman ablasının kapısını çalamadı Cafer. Alt katında kiracı kaldıkları, ahşap 3 katlı binadan içeri bile giremedi. O gün onu yanık ve geriye külleri kalmış bir ahşap yığını karşıladı. Su ile ıslanmış tahtaların kömürsü kokuları… Kara parçalar arasında bir umutla birkaç eşya… Çevreden gelenler başın sağ olsun dediler.

Kalakaldı Cafer.

Günler sonra yeniden çıktı caddeye. Bu defa daha geç saatlerde, sadece acısını unutmak için. Daha uzun süre bakar oldu aynalara makyajını yaparken. Hafif yukarı kıvrık dudakların yerini bir hüzün ve beyaz boylardan akan yaşlar aldı. Sokaklarda amaçsızca dolaşır sonra akşam caddeye varırdı. Her gece aynı köşeye geçer, sabaha kadar gelip geçenlerin anlamsız bakışları altında hiçbir şey yapmadan dikilirdi. Bir de eski evde yanmadan kalan bir ahşap parçasından bir tabelası vardı Cafer’in. Üzerine emekli palyaço yazdırmıştı. Gelen geçenin bıraktığı üç beş kuruş şarap parasına yetti mi, tabelasını ve şarabını alır bir uçtan bir uca dolaşırdı caddeyi.

Geceleri, İstiklal Caddesi’nde geçmişin hayaletleriyle dolu anılarında kaybolurdu. Bir zamanlar kahkahalara boğduğu cadde artık onun sarhoş ve umutsuz adımlarının parçası olmuştu. Sonrasında fark etmişti. Her adımı, onu oğluna biraz daha yakınlaştıran bir yolculuktu sanki. Ölümü gerçek bir emeklilik, çok sevdiği oğluna kavuşmak olarak görmeye başlamıştı. Bir gece yine insan kalabalığı arasında yürürken karar vermişti buna. Bu onun son gösterisi olacaktı.

Sislerin içinde kaybolan İstiklal’in solgun ışıkları altında, Cafer son kez yüzünü boyadı. O gece bir şarap bir de jilet parası kazandı. Sessiz adımlarla kalabalıklardan, ona merakla bakan gözlerden uzaklaştı, yalnızlığın ve acının içine doğru yürüdü.

Caddeye karanlık köşelerden birinden bir boş şişe yuvarlandı. Sonra da ılık, taze bir kan asfaltı boyadı. Cafer gülümsedi ve kendini gecenin koynuna bıraktı; hayatın perde arkası kapanırken, İstiklal’’in son palyaçosu işte o gece oğluna kavuştu.

Erce Emekli

1987 yılında Ankara’da bankacı bir anne ve mühendis bir babanın oğlu olarak doğdum. Çocukluk dönemimde köy enstitüleri mezunu, eğitmen bir anneanne ve müfettiş bir dede tarafından yetiştirildim. Genellikle ortaokul yıllarına kadar 90 yılların televizyon kültürü ile büyüdüm. Ortaokul yıllarında Türkçe dersi öğretmenimin zorunlu olarak olarak yaptığı okuma derslerinde J.R.R. Tolkien’in eserleriyle tanıştım. O zamandan itibaren de fantastik kurgu kitapları hayatımın ayrılmaz bir parçası oldu. Bu kitapları daha sonra bilim kurgu, korku ve tarih kitapları takip etti. Özellikle J.R.R. Tolkien ve H.P. Lovecraft’ı akıl hocalarım olarak görüyorum ve hayallerimibu iki güzel insana borçluyum.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *