Öykü

İnsanına Ne Kadar İstiyorsun?

Bir kadın görmüştü.

Kirli sarı saçları rüzgârda savrulan bir kadın gördüğüne yemin edebilirdi. Artık yok olmuş tüm dinlerin tanrıları ve dahi onlar adına sunaklarda kurban edilen tüm ölülerin üzerine.

İradesi zorbalıkla kırılmış bir kadının gücenik öfkesi… Paçavralar içinde, elleri, yüzü ve açıkta kalan teni kire bulanık.

Bunun bir düş mü yoksa yalnızlıktan uydurduğu bir hayal mi olduğuna karar veremiyordu. Kafasını duvara yasladı, bu karanlıkta kaçıncı senesiydi?

Pençe tüm diğer insan çocukları gibi, beş yaşındayken alınmıştı ailesinden. O günden beri geçen on altı kış boyunca tozlu ve sisli hayallerinde, gündüz düşlerinde o kadının yüzünü görmeyi ummuştu.

Robotlar dünyanın sahibi ve hükümdarları olduğundan beri insanlar büyük ölçüde tutsaktı. Sanılanın aksine yapay olanlar sonunu getirmemişti insanlığın; bir hastalık yok etmişti. Salgından kurtulan bir avuç azınlık kalmıştı geriye. İnsanlar kıymetliydi çünkü azdılar, kıymetsizdi çünkü güçsüzdüler. Mekanik olanlar gibi işe yaramıyorlar, eşya taşıyıp koşamıyorlardı. Çabuk hastalanıp ölmeye yatkınlardı. Ama her şeye rağmen bir şeyin farkındaydı yönetimdekiler; onları yaratan, yapay zekayı icat eden de bu zavallı yaratıklardı.

Gümüş Pençe de beş yaşında ailesinden alınıp satıldığından beri tek bir insan yüzü görmemişti. Adı öylesine verilmişti, çocuğuna istediğin ismi koymak yasaktı zira. Tek bildiği, kıtanın güneyinde bir yerde, çöl denebilecek çorak bir arazide diğer hizmetçi-köle robotlarla birlikte çalıştığıydı. Dünya hakkında bildikleri okuduğu birkaç kitaptan ve ara ara etrafından duyduklarından ibaretti. Güneydeki topraklara mal getirmek veya devriye gezmek için uğrayan kanatlı veya tekerlekli robotlardan öğrendikleriydi bunlar ve pek de tekin şeyler değillerdi.

Pençe’nin en büyük dileği kendi gibileri görmekti. Rüyalarındaki kadını, belki varsa kardeşini ve babasını bulmak.

Kendi gibileri bulmak için kurguladığı kaçış planları daima hüsranla sonlanmıştı, kaç defa denediğini hatırlamıyordu bile. Ehlas -sıradan isimli sıradan bir robot olan sahibi- en son seferde onu zincire vurmakla tehdit etmişti. Ya da daha beteri deneyler için satmakla. Ancak bu biraz durdurmuştu Pençe’yi.

İnsanın birbiriyle yakınlaşması ve teması yasaktı, sebebi ise komik olacak derecede korktukları üreme ihtimaliydi. İnsanlar üremenin hızlı ve kolay bir yolunu daima buluyorlardı. Güvenilmezlerdi. Hele de böyle bir düzende üremek en büyük silahtı, zira toplu bir saldırı ihtimali yönetimin en büyük korkusuydu.

Genç adamın içinde boğulduğu karanlık, dışarıdan gelen seslerle yarılıp çatladı. Gözlerini kırpıştırırken içini çekti, ayaklarının ucunda uyuklayan yaşlı köpek bile sersemce başını kaldırmıştı. Ardındaki nemli duvardan destek alarak doğrulurken parmakları bininci kez şekilsiz taşların oyuklarına girdi. Adı seslenildiğinde itaatkâr bir şekilde ilerledi.

Yaklaşık üç metrelik, dikdörtgen kafalı robot Ehlas ona parlak saydam gözleriyle yan yan bakıyordu. “Şanslısın.” dedi metalik bir cızırtıyla. Dalga geçip geçmediğini anlayamadı Pençe. Belli ki ona ürettiği yüksek kaliteli enerjiden almak için gelmemişlerdi bu defa. Gökten tozu dumana katarak iniş yapan gemiye dikti gözlerini.

Araçlar sustuğunda Pençe yüzüne kapattığı kolunu indirdi. Böyle anlarda uzun süre nefesini tutardı zira kumun kaçmadığı boşluk olmazdı. Mekanik yaratıklar için pek problem olmasa da kendi gibileri hasta ettiğini çabuk kavramıştı.

Araçtan inen robotun Pençe’nin pek de şahit olmadığı türden kibirli bir duruşu vardı. Muhafız Birliklerinden olmalıydı.

Uzun tıslamalarla kapılar açıldı, geminin ağzından yere eğimli bir yol indirildi. Fazla vakit geçmeden eklem yerleri dahil pek çok kısmının kabloları açıkta, tek gözü bir insana ait olduğu belli olan dev bir robot ilerledi. Ayaklarının takırtısı bastığı her noktadan yankılanıyordu.

Bir an yolun ortasında durup sıcak havayı kokladı. Çok geçmeden iki yanında daha düz yapılı, ellerinde ince mızraklar gibi duran silahlarıyla iki koruması yaklaştı.

“Ehlas.” dedi baş robot. Sesi nerdeyse insandan farksızdı.

“Komutan.” diye karşılık verdi Ehlas. Robotlar, insanların onları yaratırken kodladıkları hitaplar ve rütbelerden pek de farklılığa gitmemişti.

Komutan birkaç adım daha yaklaştı, her defasında kumun içine batıp çıkan ayaklarını takip etti Pençe. İçinden bir ses kaçıp gitmesini salık verse de varabileceği hiçbir noktada özgürlük yoktu.

Köpek havlamaya başlamıştı. Komutan önce Pençe’ye ardından yanındaki huysuz hayvana baktı. Sahiplerine hitaben sordu. “İnsanına ne kadar istiyorsun?”

Ehlas ileri çıktı. Komutan ondan daha kalıplı olsa da o da güçsüz değildi. “Satılık değil.” diye karşılık verdi.

Komutanın kafasından hayal kırıklığa uğradığını belirten bir ses yükseldi. “İşi zora koşma Ehlas. İnsanlar gibi basit bir alışverişte bile anlaşmazlığa düşen bir tür değiliz. Fiyat ver, ödemeni yapalım.”

“İşine yaramaz.” dedi Ehlas. Başı bir an kımıldar gibi oldu. “Sakat.” diye ekledi ama sonra bir aydınlanma yaşamış gibi konuşmaya devam etti. “Ama sanırım buraya kadar geldiğinize göre kaynaklarınız tükenmiş.”

Komutan onun son sözlerini es geçti, sorusunu sabırla yineledi. “İnsanına ne kadar istiyorsun Ehlas?”

* * *

Pençe bindirildiği araç havalanırken fazla sıkı bağlanmasından anladı onu bekleyen kem talihini. Fakat çok geçmeden, ilk kez gördüğü şehirleri izlemeye öyle daldı ki bir aralık akıbetini düşünmeyi bile unuttu.

Ülkenin denizlerinin üzerinden geçerken mavi enginlik yüreğini patlatacak kadar hayran bırakıyordu. Bağlandığı koltukta kayışların elverdiği ölçüde uzattı boynunu. Yüksek bir farkındalık geliştirmişti yapay zekâ. Kendi benzerlerini üreten diğer robotlar da aynı şekilde. Dünyanın güzelliklerini takdir edebiliyorlardı gördüğü kadarıyla. Deniz kıyısında geziyor, araç kullanıyor, okuyor, enstrüman çalıyorlardı. Yeşil ya da doğaya dair ne gibi bir hissiyatları olduğunu bilmese de özenle korudukları barizdi. Sokaklarda dolaşıyor, kalan birkaç hayvan türünü besliyorlardı.

Enstitüye girdiklerinde her boyutta, şekilde ve kapasitedeki robotun oradan oraya koşturduğunu gördü. Fazla parlak ışıklara alışık değildi Pençe, gözleri zonklayınca bakışlarını kıstı. Paspal üstü de fazla dikkat çekmişti, yüksek katlardan bile saydam gözleriyle onu izleyenler vardı. Kalbinin ritmi hızlanıyordu, elleri kolları bağlı olmasa da kaçamayacağını biliyordu. Bu yaşına kadar tek arzusu kendi cinsini görmek olsa da burada hiçbiriyle karşılaşmak istemezdi. Zira burasının ne olduğu hakkında az çok bilgisi mevcuttu.

Yukarı katlara çıkarlarken hareket eden metal yığınlarını izlemekten başı dönüyordu. Hayran olunası bir düzen hakimdi gözünün ulaştığı her noktaya. Ondan önceki insanlar da böyle mi yaşamıştı?

Durup asansörün kapıları açıldığında sıra sıra odaların yanından geçmeye başladılar. İlk camlı odanın önünde kafasını çevirdiğinde, tepeden tırnağa elektrik çarpmış gibi sarsıldı. Yürümeyi kesince bir asker tarafından tartaklandı ama yine de kımıldayamadı. Gözlerini camın ardından ayıramıyordu.

Bir kadın.

Elleri ve ayaklarından dört bir yana bağlıydı. Göğüs kafesi açık, kalbi ortada atıyordu. Aortun ve ona bağlanan damarların içindeki kanın akışı, kıpkırmızı kasları apaçık ortadaydı. Yaşıyordu.

O değil ama Pençe nefessiz kaldı. Kendi kalbi öyle bir çarptı ki titredi. Ehlas onu bozkır soğuğunda dışarıda bıraktığında üşüdüğü zamanlardaki gibi titredi.

Komutan durup dehşet içindeki oğlana baktı. Pençe onun bir şekilde bu görüntüden gaddar bir zevk aldığını hissetti. “Sadece ruh kaldı.” diye açıkladı metal yığını. “Duyguların kaynağını da çözmek üzereyiz.”

Pençe bembeyaz kesildi, kanı damarlarında donuk kütlelere dönüştü. “Onların kaynağı… hormonlar değil mi? Ya da düşünceler?” diye ortaya attı cılız bir sesle.

“Hımm…” diye karşılık verdi robot. “Evet ve hayır. Henüz çözülmemiş şeyler var. Ruhu da bulacağız ve işte o zaman…”

Sözünü tamamlamadan başını kaldırdı robot. Oğlan onun ne diyeceğini biliyordu; işte o zaman tam bir insan olacaklardı.

Adımladılar. Daha doğrusu Pençe’yi ite kaka sürüklediler. Hemen yanındaki dört duvardan ibaret odanın içinde bir adam yerde oturuyordu. Kırlaşmış sakallarına ardı ardına yaşlar süzülüyordu. Çok geçmeden göğsü sarsılmaya başladı hıçkırıklarıyla. Dışarıya bakıyordu ama ne gördüğü meçhuldü. Aklını oynattığına karar verip öylece bırakmışlar mıydı? Bir an oraya mıknatısla çekilmiş gibi yakınlaşınca başka bir şey fark etti Pençe; adamın gözleri kupkuruydu. Suyu çekilmiş gibi, sanki yıllardır ağlıyormuş gibiydi.

Nefesi içinde takılı kalırken ite kaka adımlar attı. Başka bir camın ardında iki küçük çocuk vardı. Onun annesinden ayrıldığı yaşlarda olmalıydılar aşağı yukarı. Çocukların onu dehşete düşüren yanı öylece boşluğa bakmaları değildi; ağızlarının kenarlarında, kollarında, ayaklarında dahi bulunan derin dikiş izleriydi.

Ne yaptığını düşünmeden koşturdu Pençe. Fakat parlak ışıklarla yıkanan koridora bile varamadan soğuk demir parmaklar tarafından tutulup geri çekildi. Çırpındı ama onu zapt eden eller o kadar kuvvetliydi ki sanki betonla güreşiyordu.

Her şeye rağmen savurmayı başardığı güçlü tekmesinin onu kurtardığını sandı ama bu defa öyle bir darbe yedi ki yüzünden akan kanlar nefesini tıkadı. Ilık demir tadı ağzına ve burnuna doldu. Taş gibi bir yumruk çenesine indiğinde dizlerinin üzerine savruldu.

Komutanın metalik kahkahası yankılandı. “Kan!” diye alayla gürledi. “Her yerinizden zayıflık akıyor sizi yumuşak et torbaları… Kokuşmuş ve pis. Eğer onu senden çekersem ölürsün. İşte bu kadar basit!”

Pençe zorlukla doğrulurken soludu. “Sen de ölümsüz değilsin… Biz olmasak sen de yoktun!”

“Evet… ama bak şimdi kimler hâkim dünyaya?” diye sorarken devasa kollarını açtı robot.

Çok geçmeden Pençe’nin kanları temizlendi, sağlık kontrolleri yapıldı ve tüm çabalarına rağmen eklem noktalarından dev bir koltuğa sabitlendi.

Dileği kabul olmuştu sonunda; kendi türünü görmüştü. Ama tek kelime edemeden, kafasına inen iğneleri izler buldu kendini. Ağlamak istiyordu. Bağıra çağıra, hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu. Ehlas ona gücünün kat kat üstündeki kablo yığınlarını taşıttığında düşüp ayağını kırdığı zamanki gibi yanıyordu canı. Gözyaşları şakaklarına doğru süzüldü. Soğuk parlak ışıkların altında şakaklarına ulaştılar.

İğnelerin kafasına her batışında hayalinde gördüğü kadın biraz daha soldu. Ağır ağır kahverengiye dönen sonbahar yaprakları gibi canlılık yitip gitti. Acı ilerledikçe türlü türlü cümleler işitti. “Anılar belki de buradadır.” “Ruh bu sinir uçlarında mı?” “Öfkeli, onları kesin.” “Yeniden yapılandırılıyor.” “Gen testleri yapıldı.” “Hayır, biyolojik gözler buna yetkin değil.”

Her seferinde o hayal biraz daha yok oldu. Öfkeli, sessiz bir kadın… Kirli sarı saçları rüzgârda savrulan, paçavralar içinde, elleri, yüzü ve açıkta kalan teni kire bulanık. Her acıda başka bir anı parçası yok oldu. Ve sonunda her şey kadim bir sessizliğe gömüldü.

* * *

Melissa.

Yahut kısa ismiyle Mel, kendini kadın gibi hatta bir insan gibi hissetmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki bir asırdır mağarada yaşıyordu sanki.

Volta attığı boş odada ayağının altındaki tahtalar biteviye gıcırdıyordu. Vahanın bir ucunda, yokluğun ortasında yaşam mücadelesi veriyorlardı. Kaç yıl geçmişti? Kaç savaşa girmişlerdi?

Bir an durup kirli ve kırık aynada kendine baktı. Birkaç santim bıraktığı kısacık saçları, kolsuz tişörtü ve kamuflaj pantolonuyla bir zamanlar olmayı asla tahmin edemeyeceği bir kılığa bürünmüştü. Burada, bu sığınakta, çeşit çeşit milletten insanla beraber yaşama savaşı vermenin ondan alamadığı tek şey oğlunu bulma hayaliydi.

Dün her şeyini hazırlamıştı. Çantası, botları, yiyecekleri, arabasının benzini. Artık yer altı yolları kilometrelerce tamamlanmıştı. Suların altından köprüye ulaştığında büyük bir risk alması gerekecekti ama değeceğine inanıyordu.

Daha fazla vakit kaybetmeden yola koyuldu. Bunun bir delilik, ölüme koşuş olduğunu bilse de daha fazla sığınakta kalamazdı. Zaten yaşıyor sayılmazdı; zorla doğurdukları da kendi isteğiyle sahip olduğu çocuklar da elinden alınmıştı. Deneylerde kullanılmışlar, satılmışlar, kaçırılıp sırra kadem basmışlardı. Kocasının, hayatta sevdiği ve güvendiği tek adamın olan bitene kahrolarak ölüşünü izlemişti. Kederi o güçlü kuvvetli adamı ayağa bile kalkamaz hale getirdiğinde, Mel için de hayatın bir anlamı kalmamıştı.

Tek güvendiği, biraz olsun insanları anlamaya çalışan yapay zekanın ve onu kullanan robotların geçirdiği yasaydı. Bir serçeyi bile taşıyamayan ince başaklar kadar cılız bir uygulamaydı ama son umuduydu; oğlu onun insanlığını ve annesi olduğunu teyit ederse geri alabilir, en azından hayatta kalabilirdi. Son üç yıldır bu şekilde özgürlüğüne kavuşanlar olmuştu.

Yeryüzüne çıktığında kılığını değiştirdi, zira birine bağlı olmayan insanlar sokakta dolaşamazdı. Zombi taklidi yapmak gibiydi: Aralarına karışınca kimse umursamıyordu. Dikkatli bakılıncaya kadar gayet iyi saklanabilirdi. Başlığını, zırhlarını, metal miğferini giymişti. Yürüyüşünü değiştirmiş, sesinin frekansını bozmuştu.

Kendi ülkesinde kurulan binalara baktı. Yok edilen türdaşlarının mezarlarına dikilen gökdelenleri izlerken içine ince bir sızı saplandı. Enstitüye girdiğinde tedarik ettiği kart ancak belli bir kısımda işe yaradığı için çok hızlı ve dikkatli olmak zorundaydı. Ağır ağır önünden geçtiği odalardaki insanları görmeye başladığında hareketsizleşti. Nefeslerinin hızlandığını hissedince kendini dizginledi. Eğer dikkat etmezse anında fark edilirdi. Zırhı vücut ısısını aşağı çekiyordu ama nefes aldığının bilinmesi kesinlikle sonu olurdu.

143 numaralı odayı bulmalıydı. Camlı bölmelerin önünden geçerken yalnızca bedenden ibaret kalmış hayaletler gibi dikilen kadınların ve erkeklerin önünden geçti. Kalbi hızlanırken zırhının derecesini biraz daha düşürdü. Ağır ve düzgün adımlar atmaya zorladı kendini. Dikiş izleriyle kaplı çocukları geçerken tepeden tırnağa ürperdi.

Göçebe robotlarla olan bağlantılarıyla tedarik ettiği kartını, durduğu odanın önünde çıkardı. Artık kalbinin vuruşunu ne yavaşlatabilir ne de dizginleyebilirdi. Elleri kontrolsüzce titriyordu.

Kilidi açtığında lacivert zeminli ve boş, beyaz duvarlarla çevrili bir odadaydı. Alçak, uzun bir yatağın kıyısında, gri takımı içinde oturan gençten oğlanın yanına nerdeyse uçarak vardı.

Önünde diz çöktü. Cam gibi parıldayan gözleri o kadar hissizdi ki onun kılığına bürünmüş bir robot mu olduğunu sorguladı bir an. Sonra elini çıkardı, oğlanın elinin üzerine koydu. Ilık tenini hissettiğinde emin oldu.

“Oğlum?” diye mırıldandı. “Sen misin gerçekten?”

Oğlan gözlerini kadına dikti ilk kez görür gibi. Başının iki yanından geçip giden, iğne deliği benzeri kızarık izleri o zaman seçebildi kadın. Bembeyaz, uzun ince yüzünde hiçbir mimik yoktu. Dudakları oynar gibi olduysa da daha başlar başlamaz söndü bu hal.

“Geldim sonunda.” dedi kadın. “Buradan çıkacağız. Fazla vaktimiz yok. Haydi!”

Oğlanın elini kavradı, kalkmaya zorladı. Genç adam itaatkâr biçimde ona uydu ama bu, kadını tanıdığından değil iradesinin yokluğundan ileri geliyordu. Melissa bunu oracıkta anlamıştı.

“Oğlum…” derken eli yanağına gitti. “Lütfen…”

Cevap gelmedi. Çocuk bir şeyleri çözmenin belli belirsiz arzusuyla ona kitlenmişti ama çok geçmeden çabalarının sonuçsuz kaldığına şahit oldu ikisi de.

“Melissa.”

Kadın korkuyla kapıya döndü. Tek gözlü gaddar yaratık kapının eşiğindeydi. “Seni hatırlayamaz.” dedi buz gibi. “Hafızası yok edildi. Elbette geri kalan her şey de.”

Melisa içindeki organlar boşluğa düşer gibi derin bir şokla oğluna döndü.

“Evet.” diye devam etti komutan, ardındaki askerlerle içeri girerken. “Onu beş yaşında verdiğinde veda etmen gerekirdi. Ama zayıf insan… unutmayı bile beceremiyor.”

“Onu ben vermedim, siz aldınız!” diye hırladı kadın. “Hem madem o kadar zavallıyız, neden bizim gibi olmak istiyorsunuz?”

“Çünkü sizler tanrılardınız.” diye karşılık verdi komutan. Gürültülü adımlarla yaklaştı, eğildi. “Bildiğin şeyleri tekrarlatma bana. Dünyanın yeni tanrılara ihtiyacı var.”

Kadın hiçbir çözüm olmadığını, burada yok olup gideceğini çoktan anlamıştı. “Zaten her şeyin sahibisiniz.” dedi. “Bırakın gidelim.”

“Bir şartla.” dedi komutan kafasını kaldırırken. “Diğerlerinin nerede saklandığını söylersen.”

“Bunu yapmayacağımı biliyorsun.”

“O halde… oğluna veda et.”

“Bir hakkım var.” dedi kadın. Başını dik tutmaya çabaladı. “En azından yaşama hakkım var.” Oğluna döndü. “Eğer bir insan olduğumu, annesi olduğumu kabul ederse…”

Komutan sinirleniyordu. İnsandan taraf olan yüz karası bir kısım robotun kabul ettiği bir yasaydı ve bundan kurtulacakları günü iple çekiyordu. “Sor.” dedi. “Oğluna ne olduğunu sor.”

Kadın umutsuz bir iç çekişle yana döndü. Bir süre o kara gözleri süzdü, ifadesiz hatları ve durgun bir suyu andıran bakışları. Hiçbir umudu olmasa da kelimeler dudaklarından acı verici bir yavaşlıkla döküldü. “Pençe… Hatırlıyorsun değil mi? Beni, babanı, evimizi, diğer çocukları… Hatırladığını söyle oğlum.”

Oğlan gözlerini ağır ağır odadakilerin üzerinde dolandırdı. Sessizliğin tıkırtıları onu bekledi. Nihayet, “Ben…” diye başladı. “İnsan değilim. Sizin kim olduğunuzu bilmiyorum.”

Kadın aylar, belki yıllar sonra süzülen gözyaşlarını tutamadı. Oğlunun cevabı kadim bir zehir gibi yakarak akıp gitti göğüs kafesinden.

Annesi kollarından tutulup götürülürken zayıf, belli belirsiz bir hayal dolanıyordu Pençe’nin gözlerinde. Bir kadın gördüğüne yemin edebilirdi.

Eskinin ve yeninin tanrıları o hayali bir kez daha çekip alırken hatırlamaya çalıştı. Yeminini hatırlamaya çalıştı.

Hiçbir şey bulamadı.

İnsanına Ne Kadar İstiyorsun?” için 1 Yorum Var

  1. Rıhtımda beni hüzünlendirmeyi başaran nadir öykülerden birini yazmışsınız. Kaleminizin devamını dilerim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *