1
“Nefretim de intikamın ihaneti gibi
Bütün yüzler asık kıyametin kehaneti gibi
Çocuk cinayeti gibi, anne dirayeti gibi
Hayat kısa bi’ şarkı sanki hasta ziyareti gibi”
-Hidra, Gibi
Özkara Gençlik Merkezi’nden çıkan Bulut, çatık kaşlarla Cemre’ye bakıyordu. Birinin omzuna dokunmasıyla irkildi. Esrarın rahatsız edici kokusu burnuna dolunca arkasındakinin Torbacı Mustafa’dan başkası olmadığını anladı.
Mustafa, tas tıraşı ve suratını boydan boya aşan yara iziyle kendisini tanımayan birini rahatça korkutabilirdi. “Hayırdır aslan parçası?” diye sorup otlu sigarasından bir nefes daha çekti. “Karadeniz’de gemilerin mi battı?”
Onu yıllardır tanıyan Bulut hiç de korkmuşa benzemiyordu. “Cemre benim hasmım,” dedi. “Düşmanım yani. Ona hasım deniyordu değil mi Mustafa Abi?”
“Hasım olmayın oğlum, hısım olun.”
“Nasıl yani?”
“Kızlarla hasımlık edilmez. Delikanlıya yakışmaz. Hem ikiniz de bu mahallenin çocuğusunuz.”
Bulut, gözlerini artık iyice uzaklaşan Cemre’ye çevirdi. Kızın saçını çift at kuyruğu yaptığı tokaları o kadar parlak renkti ki bu mesafeden bile görülebiliyordu. “Ama tuhaf tuhaf hareketler yapıyor,” dedi çocuk. “Durup dururken hoplayıp zıplamaya başlıyor falan. Dikkat çekmeye çalışıyor.”
Torbacı Mustafa gülümsedi. “Oğlum senin ne kadar fırlama olduğunu mahallede bilmeyen yok. Hepimizin ilgisi senin üstünde. Benim gördüğüm Cemre utangaç, ağzı var dili yok bir kız.”
“Merkezde öyle değil işte. Fiziksel derslerde biraz başarılı oldu diye havalara girdi. Sonra benimle dalga geçiyorlar, kızdan dayak yedin diye.”
“Dayak yedin mi peki?”
“Hayır abi… Mücadele antrenmanlarında gerçekten vurmuyoruz ki…”
“Kızlara vurulmaz zaten.”
“Ama o görecek. Bir dahaki antrenmanda…”
Mustafa, oğlanın lafını kesti. “Bak ben ilkokuldayken biz hoşlandığımız kızların saçını falan çekerdik. Acaba senin durumun da böyle bişey mi?”
“Ne alakası var ya?” dedi Bulut. “On yaşında kız!”
“Sen kaç yaşındasın ki?”
“Bu ay on iki olacağım.”
“İki bin otuz üç doğumlu muydun sen?”
“Otuz iki…”
Mustafa sigarasından derin bir nefes daha aldı. “Ben sizin nesle çok acıyorum ha… Abuk sabuk bir dönemde doğdunuz. Bak mesela, eskiden torbacılık toplumda en aşağılanan meslekti. Şimdi bize herkesten çok saygı duyuyorlar. Tahmin et neden?”
Oğlan omuz silkti. “Neden?”
“Çünkü insanlara daha güzel bir dünya vadeden yalnız biz kaldık.” Mustafa, içtiği esrarın da etkisiyle, en komik espriyi yapmış gibi gülmeye başladı. Vedalaşmaya bile ihtiyaç duymadan kahkahalar atarak uzaklaştı.
Bulut’un gözleri Cemre’yi aradı. Kız çoktan gitmişti. O da kapüşonunu gözlerine kadar indirdi, ellerini kabanının cebine sokup yürümeye başladı. Evi yalnızca birkaç sokak ötedeydi. Köşede, boş içki şişelerinin arasına bir kral gibi kurulmuş evsizi fark etti. Adamın onu görmemesini umarak yolunu değiştirdi ama geç kalmıştı. Ayyaş, oturduğu yerden fırlayıp çocuğun önünü kesti. Yırtık pırtık kıyafetlerine, mağara adamı gibi görünmesine sebep olan saçına sakalına rağmen asil bir duruşu vardı. Sürgündeki bir kralı andırıyordu. “Artık selam vermek de mi yok?” diye sordu.
“Selam,” dedi Bulut, yarım ağızla.
“Aleyna ve aleyküm selam. Lakabımı biliyosun de mi? Ve bana neden öyle dediklerini…”
“Evet. Marlın. Marlın Brando kadar yakışıklı olduğun için.” Tabii o yakışıklı yüz, uzun zamandır pislik ve kılların arkasında hapisti.
“Marlın ne lan, gavur musun? Marlon.”
“Peki…”
“Pekiymiş… Koca Marlon’un oğlu olduğun için çok şanslısın Bulut’um. Bil bunu.”
Çocuk pek de öyle hissetmiyordu. Babası herkesin dalga geçtiği, kimsenin ciddiye almadığı biriydi. “Eve gitmem lazım,” dedi. “Annem yemeğe bekliyor.”
Marlon, oğlunu yakalayıp göğsüne bastırdı. “Bulut’um… Özlüyorum seni.”
Çocuk, babası sarılırken kendini kastı. Marlon’dan uzaklaşmak, oradan kaçmak istiyordu. Ama saniyeler geçtikçe yavaş yavaş gevşedi. Hatta bir kolunu adamın sırtına doladı. Gözleri dolmuştu. “Gerçekten gitmem gerekiyor.”
“Ot kokuyorsun. Çok ufaksın daha, içmiyorsun değil mi?”
Torbacı Mustafa’nın kokusu sinmiş olmalıydı. Oğlan, kendini babasının kollarından kurtarıp yeniden kaşlarını çattı. “Merak etme, ben senin gibi olmayacağım!”
“Nasılmışım ben? İşe yaramaz bir keş mi? Böyle mi anlatıyorlar beni sana?”
“Anlatmalarına gerek yok, görebiliyorum.”
“O zaman ben sana göremediklerini anlatayım. Özkara Holding, bu gençlik merkezlerini neden kurdu biliyor musun?”
“Dezavantajlı mahallelerdeki gençleri yetiştirip topluma faydalı bireyler haline getirmek için,” diye kendine ezberletilenleri söyledi Bulut.
“Nah sana!” diye haykırdı babası. “Propaganda! İşlerine yarayacakları holdinge alacaklar, gerisini at çöpe gitsin. Dezavantajlı mahallelermiş, biz niye dezavantajlıyız acaba? Söyleyeyim, bu onun bunun çocukları, vahşi kapitalistler bütün sermayeye hakim oldukları için. Özkara Holding devleti ele geçirdiği için. Emekçiyi koruyan hiçbir kanun bırakmadıkları için. Yapay zekâları hepimizi işsiz bıraktığı için. Bizi bu gettolara tıkıp hepimizden kurtuldukları için. Bizi unuttukları için. Ama unutma Bulut, unutulanlar unutanları asla unutmazlar. Gençlik merkezinde Stańczyk’i öğrendiniz mi?”
“Hayır, ilk kez duyuyorum.”
“Duymazsın tabii. Neden Özkara’nın işine yaramayacak bir şey öğretsinler ki? Asilzadeler balolarda gününü gün ederken vatan elden gidiyor diye ağlayan bir soytarıydı Stańczyk. Haklı da çıktı. İşte ben buyum. Annenin, diğerlerinin gözünde bir soytarıyım. Bu yüzden benimle gurur duymuyorsun. Halbuki ben sizin için savaştım. Senin bir geleceğin olsun diye savaştım. Kula kulluk etme diye savaştım. Senin doğumunu kaçırdım, çünkü direniyordum. O gün kırk yedi dostumu şehit verdim. Annen ne yaptı? Sırf bana inat olsun diye sana bir teknolojinin adını koydu.”
Bir anda bu kadar çok hikâye Bulut’a fazlaydı. Kafası karışmıştı. “Teknoloji mi?” diye sordu.
“Bulut teknolojisi. Yapay zekâlar bulutta çalışır.”
Oğlan, bilişim dersinde benzer bir şey öğrendiklerini hayal meyal hatırlıyordu ama derslere kendini verdiği pek söylenemezdi. Babasının gözlerinin içine baktı ve bir çeşit kıskançlık hissetti. Çocuk aklıyla bu kıskançlığı tanımlayamasa da kıskandığı şey babasının davasına olan bağlılığıydı. Adam, verdiği mücadeleyi evladından daha çok seviyor gibiydi.
Bulut koşmaya başladı. Nefes bile alamadan, kaçarcasına koşuyordu. Evin kapısına vardığında soluk soluğa kalmıştı. Annesi görmesin diye göz yaşlarını silip içeri girdi.
Kadın, derme çatma evin pisliğini temizlemek için uğraşıyordu. Oğlunun geldiğini duyunca mutfağa gidip ocağı yaktı. Hızlıca ısıttığı yemek biraz sonra Bulut’un önündeydi. Çocuk, tabağına şöyle bir baktı. “Yine mi ot yiyoruz?”
Annesi, paramız buna yetiyor diyemedi. “Çok sağlıklı,” dedi.
“Ama her gün aynı yemek…”
“Bunu bulamayanlar da var,” dedi. “Şükretmek lazım. Gençlik merkezinde yemek duası öğretmişlerdi size. Oku bakalım.”
Bulut ellerini açtı. “El-Hamdü lillâhillezî et’amenî hâzat-taâme ve razakanîhi min ğayri havlin velâ kuvvetin.”[1]
İkisi aynı anda “Amin,” dediler. Kadın, oğlunu huzursuz eden bir şey olduğunu anlamıştı. “Anlat bakalım,” dedi o yemek yerken. “Derdin ne?”
“Bir derdim yok.”
“Oğlum ağzında yemek varken konuşulmaz. Önce yut, sonra söyle.”
“Bir derdim yok,” dedi çocuk yeniden.
“Hadi oradan. Ben anlamaz mıyım kaç senelik evladımın derdi olup olmadığını? Öt çabuk.”
“Vallaha bir derdim yok.”
Kadın gülümseyerek göz kırptı. “Kız meselesi mi yoksa?”
Bulut’un yüzü kızardı. Aklına Cemre’nin gelmesi hoşuna gitmemişti. Torbacı Mustafa da benzer bir imada bulunmuştu zaten… Sırf konuyu değiştirmek için, “Babamla karşılaştım,” diye itiraf etti.
Anında kadının yüzü asıldı. “Hayırsız…” diye mırıldandı. “Ne söyledi de üzdü seni?”
“Ben doğduğum gün arkadaşları ölmüş.”
“Zevzek herif işte! El kadar çocuğa anlatılır mı bu?”
“Ben artık o kadar da küçük değilim anne.”
“Güzelim, baban olacak o hıyarın anlattıkları da matah bir şey değil ki. Teknolojik bir ürüne, yapay zekâya savaş açtılar ve kaybettiler. Şu anda hapiste olmadığı için şükretmesi gerekiyor.”
“Ama o hâlâ haklı olduğunu düşünüyor.”
“Düşünür oğlum, düşünür. Boşuna dememişler, okumak cehaleti alır da eşeklik baki kalır.”
“Babam iyi okullarda mı okumuştu?”
Kadın bir anlığına üniversite yıllarına gitti, aşık olduğu yakışıklı genci hatırladı. “Evet,” dedi. “Hem de en iyilerinde.”
“İsyancıların lideri o muydu?”
“Evet, tüm bu saçmalığı başımıza o sardı. Dertlerini önce makaleler yazarak anlatmaya çalıştılar, sonra da silaha sarıldılar.”
“Ona gerçekten de çok saygı duyuluyordu o zaman.”
“Eskiden… İnsan ne oldum değil, ne olacağım demeli. Baban beş para etmez ayyaşın teki. Uzak dur ondan ki seni de kendine benzetmesin.”
“Peki,” dedi Bulut ama o gece uyuyana kadar babasını düşündü.
2
“Söndürdüğüm izmaritler kalıcı hasar gibi
Gülerdik her ihtimale atlamasak sazan gibi
Bazen soğukkanlı olmaktayım babam gibi
Olamasam da ailemin gözünde hiç adam gibi biri”
-Hidra, Gibi
“Hayırdır aslan parçası,” diye seslendi Torbacı Mustafa. “Suratın sirke satıyor.”
Gençlik merkezine yürüyen Bulut durup ona baktı. “Ne satıyor?”
Mustafa cigarasından çekip kendi kendine kıkırdadı. “Neyin var aslan parçası?”
“Cemre’yle robotik projesi yapmaya gidiyorum, o yüzden sinirliyim.”
Torbacı bu defa daha derin bir nefes çekip daha gürültülü kıkırdadı. “Peki niye cimcimeyle grup oldun?”
“Onu geçmek için tabii ki,” dedi. Gruplar oluşturulurken Cemre’yle vakit geçirme fikri bir anlığına hoşuna gitmişti. Bunu rekabet duygusuna bağlamış olsa da Mustafa’ya fazla detay vermedi.
“Eminim öyledir,” dedi torbacı. Dalga geçiyordu.
“Ama abi çok gıcık ya! Sürekli saçıyla başıyla uğraşıyor, oje sürdü mü herkese gösteriyor…”
“Oğlum bak benim nenem ömrü boyunca şehirli karılar gibi makyaj masrafı olmamasıyla övündü.”
“Eee?”
“Dedem mutlu ölmedi.”
“Anlamadım abi.”
“Diyorum ki ne güzel işte, cimcime bakıyormuş kendine. Kızlara süs püs yakışıyor. Tabii bütün kızlar süslenecek diye bir kaide yok, sonuçta herkes kendi gibi olduğunda özeldir. Anladın mı şimdi?”
“Yani…” diye geçiştirdi Bulut. “Merkeze gitmem lazım, geç kaldım.”
“Tamam aslan parçası,” dedi Mustafa. “Tutmayayım ben seni.” Oğlanın koşmaya başladığını görünce “Cimcimeye iyi davran,” diye seslendi arkasından.
Bulut alelacele çalışma odasına daldı. Cemre ve Eda Öğretmen onu bekliyordu. “Sakin olsana oğlum,” dedi öğretmeni. “İnsan bir kapıyı çalar.”
“Geç kaldım diye öğretmenim…” Cemre’nin yanına oturdu. Kız hiçbir şey söylemeden onun yüzüne bakıyordu. Bulut, “Merhaba,” dedi.
Cemre de “Merhaba,” diye, oldukça çekingen bir sesle karşılık verdi.
Oğlan, Cemre’nin onun yaramazlıklarını bildiği için uzak duruyor olabileceğini düşündü. Sonuçta mahallede yaptığı şakalarla, haylazlıklarıyla nam salmıştı. Ama bunları yapmak zorundaydı, yoksa ona baktıklarında babasını görürlerdi. Belki şimdi bile ona baktıklarında babasını görüyorlardı. Belki de Cemre büyüklerinden Marlon’un ne kadar rezil, berbat bir adam olduğunu duymuştu da o yüzden çekiniyordu Bulut’tan.
“Hadi başlayalım,” deyip lego parçalarını önlerine saçan öğretmen, oğlanı düşünce dünyasından çekip çıkardı. Beş dakika sonra Cemre çalışan basit bir mekanizma yapmış, Bulut’sa diğer legoların ele geçirmeye çalıştığı bir kale inşa etmişti.
“Aferin Cemre,” dedi Eda Öğretmen. Kızın başını okşadı, “Aynı annene benziyorsun.” Cemre utangaç utangaç gülümsedi, mutlu olmuştu. “Şimdi onu diğer motorlara bağlayabilirsin,” diye devam etti öğretmen. Sonra lego kalesinin sağlam surlarına döndü. “Ama senin ne yaptığını tam anlayamadım Bulutçum.”
“Bitince anlayacaksınız öğretmenim,” dedi oğlan. Bu oyuncağı nasıl mantıklı bir projeye çevirebileceğini düşünüyordu.
“Hadi bakalım inşallah.”
Bulut’un gözleri bir kez daha yanındaki kızın tokalarına takıldı. Bu seferkiler farklı renkte olsa da yine göz alıcı parlaklıktaydı. Refleks gibi o tarafa uzandı. Torbacı Mustafa’nın kızların saçını çekmekle ilgili sözü zihninde yankılandı. Parmağının ucuyla tokaya dokundu.
Tüm dikkatini projesine vermiş olan Cemre, onun dokunuşuyla irkildi. “Ne yapıyorsun?”
Bulut ayağa fırladı. “Hiçbir şey… Yemin ederim. Yalnızca dokunmak istemiştim.”
“Ne oluyor orada?” diye sordu öğretmenleri.
Bulut’un eli ayağına dolaşmıştı. Kolu, inşa ettiği kaleye çarptı. Oyuncak dünyasının gördüğü en güçlü yapı, masanın kenarından aşağı uçtu ve parçalarına ayrıldı. Lego parçaları çalışma odasının zeminine dağıldılar.
Eda Öğretmen’in kaşları çatıldı. “Ne yapıyorsun çocuğum sen? Sürekli bir problem!” Kadın kendini tutamadı ve “Baban gibi…” diye ağzından kaçırdı.
Oğlanın gözleri doldu. Yumruklarını sıktı. Bir şeyleri parçalamak istiyordu. Cemre’nin legolara bağladığı ufak motoru kızın elinden kapıp duvara fırlattı. Cemre şaşkın, hatta korkmuş gözlerle ona bakıyordu. Nasıl bir pot kırdığını farkında olan Eda Öğretmen, “Özür dilerim,” dedi. “Öyle söylemek istemedim. Biraz sakinleşelim, olur mu?”
“Olmaz!” diye haykırdı Bulut. Yaşlar yanaklarına taşmıştı. Kendini çalışma odasından dışarı attı. Öğretmen arkasından sesleniyor, Bulut koşuyordu. Orada duramazdı. İşlerine yarayacakları holdinge alacaklar, gerisini at çöpe gitsin, demişti Marlon. Gençlik merkezine boşuna gidiyordu demek ki. Boşuna öğretmenleri dinliyor, boşuna yoruluyordu. Kimin ne işine yarayacaktı ki?
Bizi bu gettolara tıkıp hepimizden kurtuldukları için, demişti babası. Bizi unuttukları için. Ama unutma, unutulanlar unutanları asla unutmazlar. Marlon’un içip sızdığı ara sokağa koştu. Boş şişeler yerinde olsa da adam yoktu. Bulut cam şişeleri tekmeledi, gecekondu duvarlarına fırlatıp şangırtılarını dinledi. O kadar gürültü yapmıştı ki ev sahipleri “Ne oluyor burada?” diye homurdanarak dışarı çıktılar. Onu tanıyan bir tanesi “Yine mi sen be?” dedi. Çocuğu kulağından yakaladı, tokat atmaya hazırlandı.
Ayak sesleri duyuldu. Ara sokağa birinin daha girdiğini anladılar. Bulut’u mengene gibi sıkan adam, o tarafa döndüğünde Marlon’la göz göze geldi. “Kendin yetmedin, bir de piçini bela ettin başımıza!”
Marlon, adamın üstüne atladı. Onu güzelce pataklayınca diğer ev sahipleri korkup gerisingeri evlerine girdiler. Bulut, hayranlıkla babasını izliyordu. “İyi misin?” diye sordu Marlon. Cevap alamayınca tekrar etti. “İyi misin dedim…”
Oğlan, kafasını iki yana salladı. “Hayır.”
Marlon derin bir iç çekti. Sırtını duvara dayadı, yavaş yavaş aşağı kayıp yere çöktü. Çocuğun görünüşte bir şeyi yoktu, demek ki iyi olmamasının sebebi fiziksel değildi. “Anlatmak ister misin?”
Bulut, babasının nefesinin bu defa içki kokmadığını fark etti. Durup düşündü. “Seni neden hapse atmadılar?” diye sordu sonunda.
“Atmalarını mı tercih ederdin?”
Çocuk omuz silkti. “Bilmiyorum… Galiba evet. Seni herkes tanıyor ve benim de senin gibi olacağımı düşünüyorlar.”
Marlon’un suratından belli belirsiz bir tebessüm geçti. “Benim gibi olmak istemez miydin?”
Bulut, “Bilmiyorum,” dedi yeniden. Biraz daha düşündü. Annesi bile bir zamanlar babasının saygı duyulan biri olduğunu kabul etmişti. Marlon az önce onun için ortaya çıkmış, birini yere sermiş, diğer herkesi kaçırmıştı. Koca Marlon’du o, çıkmaz sokağın ayyaş kralı, sürgünde bir asilzade… “Seni neden hapse atmadılar?” diye sordu tekrar.
“Özkara Holding bizi cezalandırabilirdi. Hapse tıkabilirdi. Öldürebilirdi bile. Hatta keşke öyle yapsaydı. O zaman şehit olarak görülürdük. Fikirlerimiz unutulmazdı. Biz gitsek de yeni devrimciler gelirdi. Bunun yerine her şeyimizi alıp bizi sokağa attılar. İnsanların gözünde zavallı duruma düşmemizi istediler. Bunu farkındaydık, yine de karşı çıkmadık.”
“Neden?”
“Yaşamak istedik. Özgürlüğümüzü kaybetmek istemedik.”
“İyi de neden? Haklı olduğuna bu kadar inanıyorsan neden seni bu hale düşürmelerine izin verdin?” Marlon’un çakır gözleri parlamaya başlamıştı. O da mı ağlayacak, diye düşündü Bulut. Karnı ağrıyormuş gibi hissetti, babasının ağladığını görmek istemiyordu, düşüncesi bile rahatsızlık vericiydi.
“Ölürsem veya hapse düşersem…” dedi Marlon. “Seni bir daha göremezdim.”
“Bugün sende bir değişiklik var,” Bulut. Adam aynı eski kıyafetleri giymişti ama farklı görünüyordu. Saçı başı hâlâ dağınıktı ama duruşu değişmişti. Sanki farklı konuşuyor, hatta farklı bakıyordu.
“Silah arkadaşlarım haber ulaştırdı. Yeniden dağa çıkıyoruz. Bu defa ya başaracağız ya da…” İkinci ihtimali söylemek istemedi, susmakla yetindi.
“Gidecek misin?” diye sordu Bulut. Kendini bildi bileli babasıyla mesafesini korumaya çalışmıştı. Yine de gitmesini istemediğini fark etti. Ne düşüneceğini bilmiyordu.
Marlon, ayağa fırlayıp oğluna sarıldı. “Gel benimle Bulut’um. Oğlum yanımda olursa daha güçlü olurum, başka ne isterim ki?.. Ne demiştim sana, bizi gettoya tıkıp unuttular. Burada bize yer yok, sana bir gelecek yok.”
Bulut, babasının teklifine inanmakta zorlanıyordu. “Seninle gelmemi mi istiyorsun gerçekten?”
“Evet,” dedi Marlon. “Gelecek misin?”
Çocuk, babasının onu saran güçlü kollarından kurtuldu. Adamı baştan ayağa süzdü, karar vermeye çalışıyordu.
3
“Çocukluğum dualarla çizilmiş bi’ resim gibi
Çalışmaktan başka bi’ çarem de yoktu esir gibi
Edebiyatta nesir değil, matematikte kesir gibi
Bölünüyorken yazmak istiyordum Aziz Nesin gibi
Ve bir kadın meleklerden alınmış bir izin gibi
Benliğimin belirtisi sanki parmak izim gibi
Acısı tatlı beş yaşındayken kanayan dizim gibi”
-Hidra, Gibi
Cemre taşını yerde tebeşirle çizili karelerden birine attı, sonra sekerek gidip taşı aldı. Annesi tablet bilgisayarla oynayarak büyümüştü ama artık kimsenin çocukların eline teknoloji verecek kadar parası yoktu. Cemre’ye de vakit geçirmek için bu kalmıştı: seksek.
Bir köşeye saklanmış onu seyreden Bulut, yumruğunu sıkıyordu. Bu defa öfkeden değil, avucundakini canı pahasına korumak için. Daha önce de böyle gizlenip kızları seyretmişti ama o zamanlar amacı bö! diye haykırarak ortaya çıkmak ve onları korkutmak olurdu. O zamanlar da heyecanlanırdı, biraz sonra kazanacağı eşek şakası zaferi için karnında kelebekler uçuşurdu. Bu sefer farklıydı. Kelebekler yine uçuşuyordu ama ne onlar aynı kelebeklerdi ne de Bulut aynı Bulut’tu.
Kızı korkutmamaya özen göstererek, saklandığı yerden çıktı. Onu fark eden Cemre, oğlanın tüm çabasına rağmen biraz korkmuş görünüyordu. “Çekinmene gerek yok,” dedi Bulut. “Zaten mücadele antrenmanlarında beni hep yeniyorsun.”
“Orada gerçekten vurmuyoruz ki,” dedi Cemre. Yine de biraz neşelenmiş gibiydi. Bulut’a yaklaştı. “Robotik çalışmasında gerçekten korktum. Yani sen öyle her şeyi dağıtınca…”
“Korkmana gerek yok. Bazen öyle oluyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Ben de içimden geleni yapıyorum.”
“Hep böyle mi olacak peki?”
“Bilmiyorum. Sanırım sonunda babam gibi bir adam olacağım.”
Cemre birkaç adım daha yaklaştı ve “Öyle mi olmak istiyorsun peki?” diye sordu.
Bulut artık onun şampuanının kokusunu alabiliyordu. “Hayır,” dedi. Sonra “Evet,” olarak değiştirdi cevabını. Oflayıp pufladı. “Bilmiyorum… Herkes onun berbat bir adam olduğunu düşünüyor ama herkes yanılıyor olamaz mı? Sonuçta benim de işe yaramazın teki olduğumdan emin gibi görünüyorlar.”
“Bence işe yaramazın teki değilsin… Birazcık yaramazsın o kadar.”
Bulut gülümsedi. “Sadece birazcık mı?”
“Sadece birazcık.”
Bulut avcunu açtı ve o ana kadar sımsıkı tuttuğu bir çift pembe tokayı gösterdi. “Bunları sana aldım. Parlak renkli olanları seviyorsun diye.”
“Çok güzeller,” dedi Cemre. “Teşekkür ederim.” Oğlana sarıldı, sonra da saçındaki tokaları çıkarıp yeni olanları taktı. “Yakıştı mı?”
“Çok sevimli oldun.”
“Yarın, derste birlikte oturalım mı?”
Bulut’un tebessümü Mona Lisavari buruk bir hal aldı. “Ben yarın derse gelmeyeceğim.”
“Neden? Gelmen gerek ama. Sınavlara az kaldı.”
“Sınavlara da gelmeyeceğim. Babamla gidiyorum.”
Cemre inanmamış gibi baktı. “Nereye?”
“Dağa çıkacağız dedi. Yeniden isyan edeceklermiş. Yanında olursam daha güçlü olurmuş.”
“Gideceğin yer, çocuklara göre bir yere benzemiyor.”
“Değil zaten. Ama artık çocuk değilim ben de. Ben doğduğumda babamın kırk yedi arkadaşı ölmüş. Bu sefer ne olacağından emin değilim. Muhtemelen sonsuza kadar dönmeyeceğiz. Seninle vedalaşmak istedim.”
Cemre’nin suratı asıldı. “Gitmek zorunda mısın?”
“Gitmek istiyorum.”
“Neden?”
“Çünkü…” dedi Bulut. “Unutulanlar unutanları unutmazlar.” Bir an duraksadıktan sonra ekledi, “Beni unutma, olur mu?” Başka bir şey söylemedi, arkasını dönüp uzaklaştı.
[1] Bu yiyeceği bana yediren ve tarafımdan hiçbir güç ve kuvvet olmadan bunu bana rızık kılan Allâh’a hamdolsun.
Yapay zekanın, işsizliğin artışına yol açacağı ile ilgili bir öykü kaleme almışsınız. Bu aslında yaygın bir çekince. Böyle bir tema işlemeniz güzel ancak ben yazım tarzınızı ve öyküyü işleme şeklinizi beğenemedim. Birkaç detaydan bahsederek ne demek istediğimi anlatayım.
Burada taze bir eylem var ve ardından bir ifade değişikliği meydana geliyor. Fakat buradaki cümleye göre çatık kaşların en azından bir süredir Bulut’un yüzüne yerleşmiş halde olduğunu anlıyoruz. Kaş çatmak, gözlerini kısmak, dudak bükmek gibi aktif ifade değişikliklerini olduğu şekilde ifade etmek daha doğrudur. Onları sıfat tamlaması yerine eylem grubu şeklinde kullanınca kulağa daha hoş geliyor. Buna ilaveten, cümlelerdeki zamanı daha doğru algılamamız adına biraz iyileştirme yapılabilir. “… gençlik merkezinden henüz çıkan Bulut, Cemre’yi görünce önce afalladı, ardından kaşlarını çatarak bakmaya başladı.” gibi…
Ufak tefek başka şeyler de var ama bence öyküdeki temel problem başka. Olaylar, sahneler ve insanlar çok hızlı değişiyor. Karakter motivasyonları anlaşılmıyor. Duygudurumlar da aniden yön değiştiriyor. Sakin olan Bulut, birden motivasyonu ile orantısız şekilde öfkeleniyor sonra tekrar duruluyor. Birden babası ortaya çıkıyor, sonra tekrar kayboluyor. Tam onunla bir şey yaşayacakken annesine geçiyor. Ondan sonra kaşlarını çattığı ve hasmım dediği kıza birden yaklaşıyor vs vs. Öyküye mutlaka nedensellik katmalı ve güçlü bir alt metin oluşturmalısınız. Bunlar olmaksızın işlenen bir hikaye bizi bir türlü içeriye alamıyor. Yazının neredeyse tamamını diyaloglar kaplıyor ve bunlar bize karakterin geçmişi ve motivasyonu ile ilgili çok az şey veriyor. Başta dediğim gibi, yapay zekayla ilişkili artan işsizliğin yarattığı sosyal yıkımı daha derinlemesine işlemeniz gerektiğini düşünüyorum.
Elinize sağlık.