Elleri titreyerek içti suyu. Bardaktaki su köpürdü, çalkalandı, şeffaf fırtına camdan ufkun kıyısından dudaklarına aktı. Boğazındaki kaslar sabırla ve tane tane kıpırdadı; gerçek zamanlı ağır çekim. Yüzünü buruşturdu. Birkaç saniye önce avucunda duran hap, şimdi boğazına sıkışmış büyük bir gemi gibiydi. Öksürdü, su içti; gemiye rüzgar ve deniz gerekti.
Titreyen bacaklarına aldırmadı, peş peşe ufak adımlar attı. Bastığı zemini titretti durmaktan aşınmış topukları. Halının üstünde bıraktığı deprem izlerini fark etmedi, ne de olsa gözleri çok uzağı göremezdi.
Oturdu, hafifçe kaykıldı. Başını koltuğa yasladı, ayaklarını uzattı, ellerini göbeğinin üzerinden birbirlerine bağladı.
Sürekli ıslak bakan, kanlanmış açık mavi gözlerin sahnelendiği tiyatro sahnesiydi gri kirpikleri. Burun delikleri koca bir öküzün ağırbaşlılığıyla yavaşça şişip indi. Dudakları karasız bir çizgiydi. Parşomen rengi derisine çizilmiş yaşlı bir yüz haritası.
Çocukluğumun en güzel günleri bu yüzde gizliydi. Taze elma şekeri ve bulutlara karışan pamuk şekerler; çikolataları ikiye bölen uzun ince parmakları. Her ‘şey’in hikayesini iyi bilen gözleri, her ‘şey’in hikayesini anlatan, neredeyse hiç kapanmayan dudakları. En güzel kokuları ciğerlerine çeken burnu; koklamayı severdi, kokular hafızanın kilit taşıymış. ‘Bir koku, bir anı’ demişti. Öyleydi.
“Hadi. Uzun zamandır oynamadığımız bir oyunumuz var.”
Gözlerimizi başka hayatlarla paylaştığımız bir oyunumuz vardı bizim. Bu oyunu babam uydurmuştu. Gözlerimizi kapatırdık ve diğer ‘şey’lerin gözleri olurduk. Şeyler ne görüyorsa biz de onu görür, gördüklerimizi birbirimize anlatırdık. Önce içinde bulunduğumuz odayla başlamıştık. Saksıdaki çiçeklerden. Sonra kumandanın karanlık görüntüsünden, yastıkların baktığı tavandan, koltuğun altındaki leblebinin bayatlamış perspektifinden devam ettik. Zaman geçti, odanın dışına çıktık. Elektrik tellerinden etrafı izledik, çatılardan akan su olduk.
Sırasıyla her parçası olmuştuk bir sokağın. Sonra şehirlerin, ülkelerin. Gözlerimiz kapalı dolaştık dünyayı. Ama ben en çok kuşları sevdim; yağmuru ilk onlar hissederdi.
Babam da öyle.
Gözlerimizi kapadık.
“Sana bir sır vereceğim, oyunla ilgili, oldukça önemli bir şey.” dedi.
“Dinliyorum.”
“Al.” soğuk parmakları elime hafifçe dokununca gözlerimi açtım. Parmaklarının arasında duran küçük beyaz ilaca baktım.
“Nedir bu?”
Dudakları, kenarlarındaki kırışıklıkları açacak kadar geniş bir gülümsemeyle gerildi. İşte, on yıl daha gençti!
“İç.”
Elimdeki küçük kapsülü salladım. Çocukluğumun en parlak anıları, beyaz kapsülün ince çıtırtı detayıyla süslendi. Babam, kendimi bildim bileli bu ilacı kullanırdı. Ona neden sürekli bunu içtiğini sorduğumdaysa bana bunun bir sır olduğunu söylerdi.
“Demek büyük sırrı öğreniyorum ha?”
Yaşlı dudaklarından kuru bir kahkaha döküldü,solmuş ciğerleri taze bir öksürükle doldu.
“Baba-“
“İyiyim ben. Hadi iç şunu. İç ve ne olduğunu gör. Ben birazcık uyuyacağım sanırım.”
Koltuktan kalktı. Hasta ama güçlü bir ejderha gibi yalpalayarak ve kükreyerek boş koridoru inletti. Bir kapının açıldığını ve ardından kapandığını duydum.
İhtiyarın öksürükleriyle sık sık kırılan sessizlik yeniden evin her köşesini kapladı.
Kısa bir süre ne yapmam gerektiğini bilmeden öylece dikildim. Bazen, kendimi babamın bir deli olduğunu düşünmekten alıkoyamıyordum. İç çektim ve mutfağa gidip masanın üstünde duran suyu aldım.
Küçük hapa son kez baktım.
Omuz silktim ve ilacı içtim.
Ansızın.
Derim söküldü, kemiklerim kuruyup döküldü, ruhum savruldu ansız bir rüzgarda.
Gökyüzü doldu tüylerimin arasına. Kanatlarım bulutları kesti, pençelerim bulutları yırttı.Bana ait olmayan hayvansal içgüdülerle uçuyordum atmosferin sınırına doğru. Günbatımı, bulutların yırtıldığı yerden uzattı ince parmaklarını. Gagamı göğün sıcak kızıllığına doğru uzattım ve yeniden yırtıldım var olduğum yerden.
Uzun, özgür dallarımın sakin ve ağırbaşlı dansını izledim. Toprağa dokunan dallarım rüzgarın çamurlu saçları gibi uçuşuyorlardı.
Yine aynı ansız rüzgar kopardı beni hayatı dinlediğim söğüt ağacından.
Hayatım ansızın parçalanıyor binbir türlü hayata. Biliyorum, babamın sırrı buydu. Plastik kapsül içinde gizli bir fırtına ve rüzgar vücudumu parçalayıp gözlerimi dağıtıyor bambaşka hayatlara.
Üflüyor, uçurtma oluyorum.Kuyruğuma dolanmış bir ağaç dalı, baş aşağı sallanıyorum. Göz hizamdaki dallarda kavga eden bir kuş çifti. Sözlerini anlamadığımda sesleri ne hoş gelirdi!
Rüzgar üflüyor, şimdi karanlık bir odayım. Bir köşemde eski bir keman, bir duvarım eksik, tavanım fazla. Keman sesi içimde yankılanıyor, dördüncü duvarım örülüyor.
Artık bir kitabım. Kendi gözlerimle okuyorum kendimi. Altını çizdiğim cümlelere karşılık, sayfayı çevirirken bilek kemiğimin altını çizeceğim.
İşaret fişekleri, havai fişekler, elma şekerleri ve tekerlemeler. Barut kokuyor, kurtarılmayı bekleyen bir karnavalım şimdi.
Rüzgar üflüyor, elleri paramparça olmuş bir ressamım.
Fırtına kopuyor.
Ucu kırılmış ekmeğim. Toprağın altında çiçek açan çocuğum. Denizkızlarının saçlarına takılmış köpüğüm. Sessizliğim, susuyorum. Mürekkebim, yağmura karışıyorum.
Rüzgar estikçe dağılıyorum, dönüşüyorum. Her kareyi hissedebiliyorum.
Fırtına diniyor.
Rüzgar, girdap gibi içime çekiliyor, tekrar. Bu sefer kendimdeyim, tabiri caiz ise.
Babam uyumamış, mutfağın kapısına yaslanmış bana gülümsüyor. Heyecandan deliye dönmüş bir şekilde koluna giriyorum, salona gidiyoruz.
“Sormam gereken çok şey var!”
Salonu karış karış havalandıran rüzgar, perdeyi beyaz bir güvercinin kanatların katarak odayı terk etti. Yaşlı adam ve oğlunun sesleri yavaşça solup gitti.
Merhaba, ellerinize sağlık. Betimlemeler güzel ve yerinde akıcı bir öyküydü.
“Elleri titreyerek içti suyu. Bardaktaki su köpürdü, çalkalandı, şeffaf fırtına camdan ufkun kıyısından dudaklarına aktı. Boğazındaki kaslar sabırla ve tane tane kıpırdadı; gerçek zamanlı ağır çekim. Yüzünü buruşturdu. Birkaç saniye önce avucunda duran hap, şimdi boğazına sıkışmış büyük bir gemi gibiydi. Öksürdü, su içti; gemiye rüzgar ve deniz gerekti.” Oldukça yaratıcı ve güzel olmuş. Kaleminize sağlık. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…
Merhaba, şiirselliğin tavan yaptığı bir öykü ama güzel mi? Güzel. Eğer kabul ederseniz bazı tavsiyelerim olacak, zira yazarın çok genç olduğunu düşünüyorum.
Kesinlikle kelimelerle cambaz gibi oynuyorsunuz, yeteneklisiniz bu aşikâr. Ama ister durum ister olay öyküsü olsun; ister gerçekçi ister fantastik bir öykü olsun hatta absürd bir öykü olsun, öykü diğer türlerden beslense bile neticede öykü elemanlarını taşımalıdır, öykü iskeletini oluşturmalıdır. Ve yine öykü, sırf güzel yahut ahenkli diye kelimelerin, benzetmelerin, metaforların toplandığı bir yer de olmamalıdır. Şiirde olabilir bu; şiir daha estetik kaygılarla yazılır ama hikaye etmenin, okura bir şeyler anlatabilmenin peşine düştüysek kelimeleri biraz daha sade kullanmakta fayda var. Biraz daha açık bir anlatım kullanmakta da fayda var. Zira yazarın bir gayesi beğenilmekse bir gayesi de anlaşılmak değil mi?
Şimdi beğendiğim cümlelere geçeyim ki çok da var ama birkaçını aktarayım:
İlk paragraf özellikle.
“Rüzgar üflüyor, şimdi karanlık bir odayım. Bir köşemde eski bir keman, bir duvarım eksik, tavanım fazla. Keman sesi içimde yankılanıyor, dördüncü duvarım örülüyor.”
“Ama ben en çok kuşları sevdim; yağmuru ilk onlar hissederdi.”
“Denizkızlarının saçlarına takılmış köpüğüm”
Kaleminize kuvvet.
Upuzuuun bir şiir okudum sanırım 🙂 Sevgiler. elinize sağlık.