Öykü

Yapabileceğinden Fazlası

Yeryüzünün hemen her köşesinde oldukça garip ve bilmek bile istemeyeceğiniz pek çok korku var. Sıcak dağ evinizde şöminenin karşısında ya da mavi suların ortasında teknenizin güvertesinde, ruhunun foklar tarafından ele geçirildiğine ve yüzünün fok balığına dönüşeceğine inanan bir Japon balıkçıyla empati kurmanız pek mümkün değil. Ya da insan eti yiyen bir yamyama dönüştürüleceği korkusunu yaşayan Algonkian yerlileriyle karşılaşmadıkça böyle bir şeyin olabileceğini de düşüneceğinizi sanmıyorum. Ama bunların hepsi gerçek, Kitsunet-suki de, Windigo da gerçek. Sizin bunları bilmiyor olmanız, her nefes aldığınızda ciğerlerinize dolan oksijeni göremeseniz de orada olması gibi bir gerçeği değiştirmez. Aksine sizin ve diğerlerinin bilmiyor olması, bilenler için onları daha dayanılmaz ve daha vahşi kılar. Her attığı adımda ayağının altında, her göz kırpışında göz kapağında, her yutkunuşunda boğazında acıyan bir yara gibi rahatsız eder ve bir an bile olsun yakasından düşmez. Korkunun kendisi bile korkuya dönüşür ve aklınızı bu korkunç döngüde sonsuzluk denizine teslim eder, pek çoklarının “delilik” dediği kayalıklı dağlarda bir yukarı bir aşağı gidip gelmeye başlarsınız.

Ben de, odama sıkışıp kalmış bir şekilde, elimdeki kalemle önümdeki kağıda son anlarımı yazarken daha önceleri hiç bilmediğim bir korkuyla baş etmeye çalışıyorum. Kırklı yaşlarında, şehirli, iyi eğitimli bir muhasebecinin bilemeyeceği, bir babanın ise tahmin bile edemeyeceği bir korku bu. Kapıma sürtünen pençenin çıkardığı her gıcırtı, o melun yaratığın her inleyişi ve sahibinin her emriyle kalemimden bir damla kan süzülüyor. Kapımın menteşelerinden gelen her çatırtı elimin titremesini biraz daha arttırıyor. Kesin sonu biliyorum ve korkuyorum. Korkumun son anlarımı, en azından kağıda dökmesini engellememesini istiyor; kapımın, satırlarımı bitirene kadar dayanmasını umuyorum.

Her şey nasıl başlamıştı, tüm bu olanların nedeni neydi hatırlamak canımı çok acıtıyor. O günlerden aklımda kalan her sahne sırtımdan soğuk terlerin boşalmasına neden oluyor. Karımla, ona uygun ve güzel bir sıfat kullanamadığım için beni bağışlayın, evliliğimizin ilk günlerinden hatta ilk tanıştığımız günlerden beri mutlu bir ilişkimiz olduğunu söyleyemem. İlk karşılaşmamız, hızlı yaşadığımız ve gelecek adına en ufak bir kaygımızın olmadığı gençlik günlerindeydi. Ortalamanın biraz üstünde bir güzelliği, vasat denilebilecek bir espri anlayışı vardı. Ortamın ışıkları loş, müziğin sesi yüksekti. İç organlarımız alkolle yıkanmış gibiydi. Şakaklarımızda zonklayan, tatmin edilmeyi bekleyen anlık zevklerimizdi. Bir gecenin sorumluluğunu bir ömür yaşamak ne acı! Ne benim, ne de onun masum bir ruha kıyma pahasına kendi hayatlarımızı kurtarma dirayeti yoktu. Gelecek mutsuz günlerin adı konmuştu: evli ve çocuklu.

Hayatınızda belirli dönüm noktaları vardır: ergenlik, askerlik, evlilik… Her birinin sizi değiştirmesini, bambaşka bir insana çevirmesini beklersiniz. Evlenince karakterinizin sihirli bir dokunuşla baştan şekilleneceğini, daha sorumluluk sahibi, olgun ve ağırbaşlı biri olacağınızı düşünürsünüz. Artık o eski ben olmayacak; içkiye ve aşırı eğlenceye son. Her şeyin belirli bir düzeni olacak ve hepsi benim kontrolümde kalacak. Ama kalmaz. Nikah memurunun defterine attığınız imza sırtınıza bir kilo pamuktan fazlasını yüklemez. Eski kişiliğiniz, evliliğin üzerinize attığı saman yığınından kafasını en başta “kaçamak” olarak çıkartır. Kaçamaklar alışkanlığa, alışkanlıklar ise rutine dönüşür. Evlilik uçurtmaya takılan iptir. Ne kadar fırtınalı havada uçarsanız ipin dayanma şansı o kadar azdır.

Dokuz ay bin bir zorlukla dayanan ipimiz bebeğimizi kucağımıza aldığımızda daha da güçlenmedi. Bana bakan küçük mavi gözler ve annesinin adeta kopyası olan yüz içimde daha fazla sorumluluktan başka bir his uyandırmamıştı. Aman Allah’ım, dedim, böyle olmaması mı gerekiyor? Tamam, kabul ediyorum, baba her zaman için biraz daha sorumsuz, biraz daha arka plandadır. Ama birazcık olsun aidiyet, birazcık olsun sevgi olması gerekmiyor muydu? Ya bu hisler zaman içinde değişmezse?

Değişmediler de. Üzerime düşen, görev paylaşımında bana ait olan hangi iş varsa yerine getirdim. Verilen komutu işleyen bir bilgisayar programı gibiydim. Evimin ihtiyaçlarını karşıladım, çocuğumun ihtiyaçlarını karşıladım, karımın… Karımın da yaşamsal tüm ihtiyaçlarını karşıladım. Bir erkeğin, bir kocanın en temel görevi karısını ve çocuğunu en güzel şekilde yaşatmak değil midir? Ben de bunu karşılamak adına ne gerekiyorsa yaptım. Zaten benden daha fazlasını da istemediler. Ne karım akşamları neden bu kadar geç kaldığımı, ne de çocuğum neden her hafta sonu gitmek zorunda olduğumu hiç sormadı. Aramızdaki gizli anlaşmanın tek koşulu belliydi: babadan, verebileceğinden fazlasını beklemek yok.

Bu durum çocuğumuz günden güne büyürken değişmediği gibi karım o elim, bu sıfatı eklerken bile kararsız kalmak ne acı, hastalığa yakalandığında da devam etti. Bir kaktüs gibi dik ve diri olan vücudu yavaş yavaş çöktü. Önce gündelik işlerini yapamaz, sonra da yataktan kalkamaz hale geldi. Zaten az olan sohbetlerimiz kaybettiği konuşma yetisiyle nihayete erdi. Birlikte geçirdiğimiz zamanın çoğunda olduğu gibi “manalı” bakışlara kalmıştı tüm iletişimimiz. Bakıma ve tedaviye muhtaçtı. Her ikisinin üzerime yüklediği ağır yük bir muhasebecinin taşıyabileceğinden çok daha fazlaydı. Üstelik bu, ufak günlük zevklerimin ve gece gezmelerimin son bulması demekti. İşte bunu kabul edemezdim. Aslan gururunu korumak adına savaşır ve gerekirse ölür. Yoksa bu yanlış bir benzetme mi oldu?

Sabahları işe gitmeden önce bakımını yaptığım karımı akşam eve dönünceye kadar, artık altı yaşına gelmiş ama olgunluğuyla ellilerindeki bir beyefendiyi andıran, oğluma emanet ediyordum. Ben evden çıkarken annesinin başına geliyor, elini tutup saçını okşamaya başlıyordu. Akşam, bazen sabaha karşı, eve döndüğümde her ikisini de bıraktığım gibi aynı pozisyonda buluyordum. Ben geldiğimde tek kelime etmeksizin annesini öpüp, hisli bir şekilde ona sarılıyor ve sonra odasına çekiliyordu. Bu rutin ne kadar devam etti hatırlamıyorum. Tarihleri hatırlamada oldum olası kötüyümdür. Tek emin olduğum, okula başlaması gereken oğlumu bu vahim durumdan ötürü okula kayıt ettirememiş olduğum. Artık kapıyı açtığımda daha gergin bir ortama adım atıyor, karımın kan çanağına dönmüş, oğlumun yorgunluk ve uykusuzluktan çökmüş gözlerini daha yüksek bir sinir katsayısıyla üzerimde hissediyordum. Birkaç kere nasıl olduğunu sormayı denediysem de sorularım karşılıksız kaldı. Sahi, benim oğlum konuşabiliyor muydu?

Karımın durumu ise iyiye gitmekten çok gitgide ağırlaştı. Birkaç kez gün içinde komşular tarafından aranarak eve gelmek zorunda kaldım ve karımı ağzından süzülen kanla yarı baygın yatar halde buldum. Bazı geceler eve geldiğimde yüzü bir ölü gibi solgun, elleriyse morarmış oluyordu. Oğlum neredeyse uyumayı unutmuştu ve annesinin başından hiç ayrılmıyordu. İniltilere uyandığım akşamlarda oğlumu annesinin başında, annesinin ona hastalanmadan hemen önce aldığı oyuncak pandasına sarılmış, bir şeyler mırıldanır halde buluyordum.  Artık beklenen son yaklaşmıştı. Kara meleğin büyük orağı karımın üzerinde salınıyordu ve karım, tarladaki buğdayların belki de en güçsüzüydü.

Karlı ve soğuk bir kış günüydü ve buğulu camların arkasında ısınmak için içmek ve eğlenmek çok cazipti. Vücudum ve zihnim soğuğa karşı sıcak tezatından o kadar keyif almıştı ki günün ışıdığını fark edemedim bile. Hissizleşen vücudumu eve doğru sürüklerken garip bir ürperti tüm bedenimi sarstı. Kar bir an için durdu; sanki bir çığlık, birkaç sokak öteden, evimin bulunduğu yerden çıkıp, boş sokakları ve son olarak da beni yalayıp geçti. Pencere pervazındaki kuşlar çığlık çığlığa kanatlanıp uçtu. Kafamı kaldırıp göğe baktığımda kar, uzun bir süre daha yağacağını, suratıma kondurduğu taneleriyle hatırlattı.

Zihninizde bir fotoğraf olarak kalan anılarınız var mı? Bir zaman aralığından çok bir ana ait olan ama öylesine keskin ve etkileyici ki sadece bir sahne olarak gözünüzde canlanan. Evim olan dairenin kapısını açtığımda bir ömür, akşam televizyonda izlediğim kötü bir haberin sahnesi olarak hatırlamak isteyeceğim o manzarayla karşılaşana kadar benim böyle bir anım yoktu. Karım, kapının hemen yanında, yerde yatıyordu. Geceliği, beline kadar sıyrılmıştı. Belli ki yatağından buraya kadar yerde sürüklenirken olmuştu. Ağzından fışkıran kan, yatağından sürüklendiği yere kadar, karda arabaların bıraktığı iz gibi uzanmıştı. Dudağı ve burnu, yerde oluşan kan dolu gölcüğün içerisindeydi. Hala açık olmakla birlikte bir ölünün soğukluğuyla bakan gözleri karşı duvara sabitlenmişti. Karşı duvarın dibinde, yorgunluktan bitap düşmüş başı göğsünün üzerinde oğlum oturuyordu. Saçları, elleri, ayakları, elbisesi, her yeri kan içindeydi. Ayakucunda duran oyuncak pandasına yeni bir renk eklenmişti: kırmızı. Annesi kriz geçirirken onu taşımak istemiş, ancak kapının önüne kadar getirebilmişti. Ambulans çağırmak için telefonumu elime aldığımda ev telefonundan gelen sayısız cevapsız çağrı olduğunu gördüm. Bir çocuğun genç zihninden böylesine hazin bir hatırayı nasıl çıkartabileceğimi düşündüm.

Cenaze töreni sessiz ve buruktu. İkimizin de ailesi çoktan bu dünyadan göç edip gitmişti ve bizi yadırgamadan sevecek, gerçek tek bir arkadaşımız bile yoktu. Her ne kadar evde bırakmak istesem de oğlum çığlıkları ve tekmeleriyle defin sırasında orada bulunmak istediğini açıkça belli etti. Annesi mezarına indirilirken elini cansız bedeninin üzerinden ayırmadı ve ince dudakları belirli bir şeyi mırıldanıp durdu. Giydiği siyah takım elbisesi, elindeki oyuncak pandasıyla tam bir uyum içindeydi. Mezarlıkların ebedi koruyucuları kargaların çığlıkları arasında mezara toprak atmaya başlamışlardı ki oğlum elindeki oyuncak pandayı mezarın içine fırlattı. Oyuncağı mezardan çıkarmak için ilk adımımı atmak üzereyken oğlumun kurşun gibi ağır bakışlarını üzerimde hissettim. Çatık kaşları ve gözbebekleri adeta görünmez olduğundan bembeyaz gözleriyle bana “hayır” diyordu. Sıktığı dişlerinden gelen gıcırtı kulaklarıma kadar ulaşmıştı. Sessizce süzülmeye başlayan kar taneleri oradaki işimizin bittiğini haber veriyordu.

Annesiz kalışı oğlumu daha içine kapanık, daha huysuz yapmıştı. Akşamları yemek için beni beklemiyor, kapısını hep kilitli tuttuğu odasından nadiren çıkıyordu. Bu çıkışlardan birinde onunla biraz olsun konuşabilmek için bekledim. Onu beklediğimi fark edince işini çabucak halletmek için adımlarını hızlandırdı ve beni görmezlikten geldi. Tüm konuşma taleplerimi reddederek hızlıca odasına yöneldi. Hızlı davranıp elini tutunca durdu. Kafasını bile çevirmeden ona ait olduğuna inanamadığım şeytani bir ses tonuyla “Bırak!” diye çığlık attı. Sanki cehennemin son katında tutsak olan bir iblis kaçmaya çalışırken yakalanmışçasına habis bir bağırıştı bu. Elimin soğukluğu onun vücudundan fışkıran alevleri donduruyormuşçasına çekti elini avucumdan. Ben olduğum yere çivilenmiş bir şekilde onun gidişini izlerken o, odasına girip kapısını iki kez kilitledi.

Karımın ölümü ve oğlumla ilişkilerimde yaşadığım sorunu aşabilmemin tek yolu kendimi her zamankinden daha çok içkiye ve eğlenceye vurmaktı. Artık geceler ve hafta sonları az gelmeye başlayınca eğlence hayatımı tüm hayatımla yer değiştirmiştim. Eve uyumak için ya uğruyor ya da hiç uğramıyordum. Uzun süredir eve gitmediğimi fark ettiğimde oğlumun durumunu kontrol etmek için günün hangi saati olduğuna bakmaksızın evime, ki artık ona evim demek mümkünse, gidebiliyordum. Yine böyle bir ziyarette, zihnim farklı çeşitlerden alkolün ve açık konuşmak gerekirse biraz da uyuşturucunun etkisiyle fazlasıyla bulanık bir şekilde oğlumun odasının kapısının açık olduğunu fark ettim. Bir baba, oğlunun odasına girmekten çekinir mi? Benim gibi cesur bir babaysa tabii ki hayır. Parmaklarımın ucunda ve olabildiğince az ses çıkartmaya çalışarak odaya süzüldüm.

Daha önce dağınık odalar görmüştüm ve hatta genç bir çocukken benim odamın da çok derli toplu olduğu söylenemez ama gördüğüm şey bambaşkaydı. Yer, duvarlar ve eşyalar bilmediğim ve daha önce hiçbir yerde görmediğim şekiller ve sembollerle kaplanmıştı. Birkaç yerde duran kömür parçalarına bakılırsa kömürle yazılmıştı ve boş kalan birkaç yerden anladığım kadarıyla henüz tamamlanmamıştı. Çizilenler yakın coğrafyaya ait bir dile benzemiyordu. Yazıdan çok şekiller vardı ama Mısır hiyerogliflerinden de farklı oldukları kesindi. Her ne dilde ise bir hikayeyi anlatıyordu ama anlam bütünlüğünü kuramıyordum. Çok yerde orman, akarsular, ağaçlar ve bambular vardı. Arada birkaç insan topluluğu, ne olduğunu anlayamadığım ama boz ayıya benzettiğim bir figürün önünde görülüyorlar, bazı yerlerde onu ellerinin üstünde taşıyorlar, bazen de onun önünde kaçışıyorlardı. Tüm bunlar ne demek oluyordu ve bu duvarlara nasıl çizilmişlerdi? Küçücük bir çocuktan tüm bu resimleri yapmasını beklemek mi yoksa bu resimlerin gerçekten duvarlarımda yer aldığına inanmak mı daha deliceydi?

Cevapsız sorular kafamda dönerken odanın köşesinde onu gördüm. Bir daha görmeyi beklemediğim bir hatıra, iyi günlerde kullanmak üzere alınmış bir hediye insanı ne kadar korkutabilir? Bir çocuk oyuncağının mezardan çıkıp gelmesini uyuşmuş beynim uyduruyor olamaz. Siyah beyaz tüylerinin arasındaki kırmızı lekeler karımın son anlarından kalma izlerden başka bir şey değil. Kan ve çamurla karışık çürümüş et kokusu üstüne öyle bir işlemişti ki aramızdaki iki metreye rağmen midemi bulandırmaya yetiyordu. Gördüğüm kadarıyla hala pamuk ve iplikten basit bir oyuncaktı. Ama basit oyuncaklar elini kolunu sallayıp eski sahiplerine geri dönmezler. Özellikle de kana bulanmış ve mezara atılmış pandalar.

Daha fazlasını düşünmeme ve görmeme fırsat kalmadan evin kapısının açıldığını duydum. Bir solukla kendimi dışarıya atarken az kalsın odanın kapısını kapatmayı unutuyordum. Odama girdiğimde kafam allak bullaktı. Korku ve heyecandan çevremde uçuşan yıldızlar görüyordum ve titreyen bacaklarım beni daha fazla taşıyamıyordu. Ne yapmam gerektiğine dair en ufak bir fikrim bile yoktu. O kadar sarsılmıştım ki ne eğlence ne de içki ilgimi çekmiyordu. Yalnız kalmak, düşünmek, anlamak istiyordum. Bildiğim tüm korku hikayelerini hatırlamaya çalıştım. Hiçbir zaman iyi bir okuyucu olmamışımdır ve film dağarcığım da çok dardır. Gördüklerim, küçük bir çocukken mahalle arkadaşlarımdan duyduğum korku hikayelerindeki anlatılanlara da pek uymuyordu. Ben sıradan bir insandım ve yaşadıklarım benim çözmem için fazlasıyla karışıktı.

Odama sıkışıp kalmıştım ve belki de günlerdir yemek için bile bir adım atmamıştım. Gördüğüm şeyleri düşündükçe içinden çıkılamaz zihinsel bulmacalarla mücadele etmek zorunda kalıyordum. Ayıkken sarhoş, uyanıkken de uyur gibi kendimde değildim. Birkaç kere fenalaşıp bayıldığımı, oğlumun odasından gelen seslerle uyanınca fark ettim. İlk başta belli belirsiz bir fısıltı ve arkasından gelen iniltilerle başlayan sesler günler geçtikçe yerini hışırtılara, gıcırtılara ve gürlemelere bıraktı. Sanki oğlumun odasında sürekli birisi dolanıyor, ayaklarını yerde sürüklüyor, tırnaklarıyla duvarları gıcırdatıyordu. Gürültüler bazen o kadar artıyordu ki ister istemez merakım korkumun önüne geçiyordu. Bu anlardan birinde oğlumun tuvalete gitmiş olmasını fırsat bilip odamın kapısını araladım. Kafamı hafifçe dışarı çıkarttığımda oğlumun odasının kapısının açık olduğunu gördüm. İçeriden süzülen yeşil ışık koridoru aydınlatıyordu. Zemin dal ve yapraklarla kaplanmıştı. Gözlerimi kısıp daha dikkatli baktığımda bunların dal değil bambu olduğunu anladım. Belli belirsiz bir an sonra yapraklardan gelen hışırtı artmış, bambular üzerindeki ağırlıkla esnemeye başlamıştı. Ardından bir kükreme geldi ve boşluktan bir anda o belirdi. Ancak hastalıklı bir zihin bunun bir panda olduğunu söyleyebilirdi. Her ne kadar yaşadıklarım beni sarsmış olsa da bir oyuncağın canlanıp, oğlumun odasında yaşadığına inanacak kadar delirmemiştim. Bir süredir uyuyamıyordum ve zihnim olmayan imgeler yaratıyordu. Böyle durumlarda belirgin nesneleri canlıymış gibi görmek oldukça sık karşılaşılan bir durumdur. Bu da onlardan biriydi. Siyah beyaz tüylerinin oyuncağa benzerliği, kan izlerinin duruşu ve çamur lekeleri zihnimin yaratımdaki başarısının bir göstergesi değildi de neydi? Yuvarlak suratı ve kulakları, şişman ve tembel ifadesine tezat sinirli hırıltısını süslemek için arada bir gösterdiği dişleri bu savımı destekler nitelikteydi.

Onunsa bu düşüncelerimden hiç haberi yok gibiydi ve gerçekliğin sınırlarını zorluyordu. Birkaç saniye bakıştıktan sonra bedenini garip bir titreme sardı. Titreme arttıkça boğazından çıkardığı hırıltılar iniltiye, iniltiler gürlemeye dönüştü. Çenesini açıp bana doğru hamle yapacağı sırada kapımı kapattım ve kaç kere kilitleniyorsa o kadar kilitleyip olduğum yere yığıldım. Biraz içkiye ihtiyacım vardı ama odamın dışı içki almaya çıkmak için bile çok tekinsizdi. Kafamın içinde konuşan sesleri dinlemek, düşüncelerime katlanmak zorundaydım. Ne tür bir günah işlemiştim ki böylesine bir cezayla sınanıyordum? İyi bir eş olmamak mıydı sorun yoksa iyi bir baba olmamak mı? İyinin sınırlarını çizebilen birisi için sorunun cevabı çok açık olabilir ama benim için değildi. Yapacağınız “iyi” tanımına göre beni bir aziz ya da bir şeytan ilan edebilirsiniz. Ama ben üzerine düşeni yapan bir kocadan başka bir şey değilim. Bunun yeterli olmadığını düşünebilirsiniz ama daha fazlasının benden beklenmediğini size daha önce belirtmiştim. Karımın acılar içindeki ölümü de, çocuğumun mahvolan çocukluğu da beni mutlu etmedi. Ben kendi mutluluğumu ararken onların başına gelen acı tesadüfler, benden çok kaderin suçu olmalı. Salt mutluluğu aramanın cezası bu olmamalı.

Geçip giden günleri odamın, perdeleri sıkı sıkıya kapalı camından süzülen ince bir ışıkla anlayabiliyordum. Kah yatakta, kah yerde; kah düşünürken, kah korkudan titreyerek geçti iki gün. İnleme ve gürlemeler artmış, oğlumun odasından süzülen yeşil ışık şimdi kapımın altından girerek odamı aydınlatmaya başlamıştı. Hışırtı seslerinden anladığım kadarıyla bambu ve yapraklar evin her köşesindeydi artık. Dışarıdan gelen sesler hareketlerin daha sert ve daha tok olduğunu gösteriyordu. Bazen oğlumun ince sesinden birkaç kelime seziyor, “dikkatli ol”, “yavaş” ve “sakinleş” kelimelerini duyar gibi oluyordum. Karnım çok acıkmıştı ve odamı daha fazla tuvalet olarak kullanmak istemiyordum. Birkaç kez kapı kilidimi açmaya çalışırken ayak seslerinin odama yaklaştığını duyunca yaptığım işi hemen kesmiştim. Niyetleri ne, benimle ne yapacaklar bilmiyordum. Ama daha zamanının gelmediğini sezebiliyordum.

Ta ki bu sabaha kadar. Yatağımda bol kabuslu bir uykuya dalmıştım ki, aşırı sessizlik beni rahatsız etti. Sanki her şey bitmiş, ev eski haline dönmüştü. Odamın dışından en ufak bir ses bile gelmiyordu. Yavaşça kapıya doğru yaslandım ve kulağımı kapıya dayadım. Tek bir hışırtı bile yoktu. Bir süre böyle bekledikten sonra belli belirsiz bir nefes duydum. Burundan alınıp ağızdan verilen cinsten ve hırlamaların eşlik ettiği bir nefesti bu. O kadar yakındı ki neredeyse kokusunu alabilecektim. Derken ani bir darbeyle kapım zangırdadı. Bir pençeden uzandığı belli olan keskin tırnak kapımın tahtalarını parçalamış ve odama misafir olmuştu. Aynı anda bağıran oğlum “daha sert”, “daha güçlü”, “durma vur” gibi emirler yağdırıyordu. Korkudan olduğum yerde donup kalmıştım. Değil düşünmek, nefes almakta bile güçlük çekiyordum. Gözüme ilişen ilk nesneyi, tekli koltuğu, kapımın arkasına getirip dayanmasını umut ettim. Ancak darbeler çok güçlüydü. Pençeler birbiri arkasına iniyor, kapımın her yeri titriyordu. Askılık, dolap, sandalye ne varsa kapımın arkasına yığdım.

Ortaçağda kale kapısını savunan kraliyet muhafızları gibiydim. Yine onlar gibi farkındaydım ki ne yaparsam yapayım kapım kırılacaktı. Peki o zaman ne yapacaktım? Peki ya onlar bana ne yapacaklardı? Kale kapısından içeri giren askerler içerdekilerin hepsini kılıçtan geçirirler. Oda kapısından içeri giren pandalar ve oğullar ne yapar? Sonum ne olursa olsun haklılığımı anlatmalıydım. Elime geçen ilk kalem ile kağıdı aldım ve yazmaya başladım. Şu ana kadar dayanaklarım iyi bir iş çıkarsa da kapım tuzla buz olmak üzere. Durumunu kontrol etmek için gittiğim son seferde o habis hayvanla göz göze geldim. Yerlerinden fırlayacakmışçasına açık ve kan çanağı iki göz beni pek de dost canlısı olmayan bir ifadeyle karşıladı. Oğlumun odasında gördüğümden bu yana çok büyümüştü. Devasa cüssesi yüzleşme cesareti bulacak herkesi tehdit eder irilikteydi. Pençelerindeki tırnaklar parmaklarımdan büyüktü. Arkasında ise bir zamanlar benim oğlum olan çocuk duruyordu. Annesinin öldüğü gün giydiği elbiseleri üzerindeydi. Her yeri kan içindeydi ve öfkeden gözü dönmüştü. Sürekli olarak bağırıyor, bana hakaretler savurmadığı zamanlarda kapının bir an önce kırılması için emirler yağdırıyordu. Beni gördüğünde durdu ve kapıya yaklaştı. Gözlerime baktı. Suratı ve saçları o günkü gibi kanlar içerisindeydi. Yüzünde öfkeden çok belli belirsiz bir gülümseme vardı. Üzerine eski anılar yapışmış gibiydi. Kaldırdığı kaşlarıyla kırışan alnı annesinin sıyrılan elbisesi, güldüğünde oluşan gamzesi annesinin ağzından sızan kanın biriktiği çukur gibiydi. Sanki evimin koridorunda değil de uzay boşluğunda yürüyormuşçasına yumuşak iki adım attı. Sakinleşen pandaya dokundu ve şöyle dedi: “Yapman gerekeni yap, anne”.

Şimdi her şey daha netti. Bir muhasebeci için sayıları görmekle, sonuçları çıkarmak ayrı şeylerdir. Ben suçluydum ve cezamı çekmeliydim. En azından oğlum ve karımın gözünde böyleydi. Hem de mümkün olan en şeytani şekilde. Öldüğümde cehennemin en dibine gidecek olmam yeterli değildi. Bu dünyadan da ızdırap çekerek ayrılmam gerekiyordu. Bunu sağlamak için de oğlum, bir bıçakla babasını soylu bir şekilde ölüme yollama yolunu seçmemiş; annesini, oyuncak pandasının içinde hortlatarak karşıma getirmişti. Kanım tüm vücudumdan çekilip beynime hücum etmiş gibiydi. Hiçbir yerimi hissetmiyordum, keşke oracıkta ölebilseydim.

Yıllar ve kararlar beni yormuştu. Çoğu zaman yaptıklarınızın sonuçlarını düşünmezsiniz. Günlük hayatınızdaki çoğu şeyi düşünmeden yaparsınız. Ancak sonuçlar karşınıza geldiğinde yaptıklarınızın doğru ya da yanlış olduğunu anlarsınız. Ben de kararlarımın sonuçlarıyla karşılaşıyordum. Daha fazla kaçmak istemiyorum. Tek isteğim haklılığımı birilerinin görmesini sağlamaktı, onu da bu yazdıklarımla gösterdiğimi düşünüyorum. Birazdan bu kağıdı bir zarfın içinde yatağımın altına saklayacağım. Kapımın önündeki engelleri tek tek kaldıracağım. Önce pençe darbeleriyle ayağım yerden kesilecek, sonra sivri dişler etimde delikler açacak. Amacı mümkün olduğunca acı vermek olduğundan işimi hemen bitirmeyecek biliyorum. Belki de beni yeterince hırpaladığını düşündüğünde, ona yaptığım gibi, kan kaybından ölmemi bekleyecek. Ölürken gözlerime bakmak için karşıma geçecek ve beni izleyecek. O yaratığın bana acımasını ummuyor, yapması gerekeni yapmasını istiyorum. Ondan, yapabileceğinden fazlasını beklemiyorum. Sonuçta bu hepimiz için adil değil mi?

Yapabileceğinden Fazlası” için 8 Yorum Var

  1. Merhabalar. Hemen konuya gireyim çok etkilendim. Bu kişi, ya birini kendine şablon edinmiş ya da gerçekten usta bir yazar diye geçirdim içimden. Biraz Poe esintileri hissettim bilmem üzerinizde tesiri var mıdır? Daha önceki öykülerinizi okumamıştım, hakkınızda da bir bilgim yoktu. Ama nette şöyle bir dolaşınca sizin iyi bir öykücü olmanın ötesinde farklı becerilere de sahip birisi olduğunuzu görüyorum. Tekrar sizi tebrik etmek isterim. Sizi tanımış olmak beni mutlu etti. Böylesine ustaca yazılmış bir öyküye nasıl bir yorum yapmalı ki? Ben kısaca hislerimi ifade edip geçeyim.

    Pürüzsüz anlatımınızın içindeki duygu yoğunluğu bana tamamen geçti. Okurken öfkelendim, incindim, çaresiz hissettim…. ve tabi hüzün duydum. Bahsettiğim gibi konuyu ele alış biçiminiz bir yerden örnekleme değilse şayet, ben çok orijinal bulduğumu söyleyebilirim. Üstelik öyKü içinde bir dolu güzel edebi ifade de vardı. Paylaşmaya pek gücüm yok ama büyük bir Keyifle okudum öykünüzü. Elinize sağlık. Tebrikler.

    Yolunuz açık olsun dostum 🙂

  2. Merhaba,
    Güzel yorumunuz için teşekkürler. Öncelikle şu konuya açıklık getirmem gerekir ki, her ne kadar ismimi Burak Malkoç olarak verseler de ben Burak Yüksel. Gerçi, tamamıyla amatör bir yazar olarak kendisiyle karıştırılmak hiç de kötü değil ama yakın zamanda sitenin de ismimi düzeltmesini bekliyorum.
    Yorumunuzda belirttiğiniz gibi Poe ve Lovecraft’tan etkilenmemek mümkün değil. Hatta genelde diyalogsuz hikayeler yazmam sırf onların etkisidir diyebilirim. Ancak bunun dışındaki anlatım şeklini mümkün olduğunca kendim yaratmaya çalıştım. Hikayede bir çatışma, bir diyalektik olsun istedim. Hikayede olan biteni ve vermeye çalıştığım duyguları daha fazla açıklamadan diğer yorumlardan takip etmek istediğim için daha fazla ayrıntıya inmek istemiyorum. Bir şeyler hissettirebildiysem ne mutlu.

  3. Merhabalar çok beğendiğimi ve bir o kadar da etkilendiğimi söyleyerek başlayayım. Seçkide okuduğum en iyi öykülerden biri oldu öykünüz. Okurken telefonum çalsa dönüp bakmazdım; öyle söyleyeyim, siz anlayın. Usta yazarlardan etkilenme mevzusu hepimizde var; bunu biliyorum. Başka türlü nasıl başlanabilir ki zaten?
    Bunlara ek öykünüzde kırpılması gereken birkaç cümle sezdim, tekrar okumasıyla parlak bir mermer kadar pürüzsüzleşebilir. (Karışmak gibi olmasın)
    ”Ağzından fışkıran kan…” ifadesini ise ağır buldum biraz. Yine de sizin tercihiniz. Diğer seçkilerde de okuyabilmeyi umuyorum sizi. Elinize yüreğinize sağlık.

    1. Merhaba,
      Yorumunuz için teşekkürler. O kısmın metnin genel ruhuna ağır geldiğini şimdi farkettim.
      Keyif aldıysanız çok sevindim.
      Teşekkürler.

  4. hikayenin anlatımı ve konu beni çok etkiledi. diğer seçkilerde hikayelerinizi okumak dileğiyle.kaleminize sağlık…

  5. Merhaba,
    Tebrik ediyorum öncelikle, çok da kolay olmayan bir temada çok güzel bir öykü yazdığınız için. Her şeyden önce film tadındaki kurguyu beğendim. Dram-gerilim-fantastik üçü bir arada. Konu çok dramatik. Kullanılan dil, konuya çok uygun. Açılış ve final çok başarılı. Pandanın dönüşümü müthiş.
    Seçkiyi okumayı sevdiren öykülerden biri. Umarım diğer temalarda da okuruz öykülerinizi.
    Kaleminize kuvvet.

    1. Yorumlarınız için teşekkür ederim. Tek teması korku olmayan, içinde okuyanı farklı duygulara da sürükleyecek bir kurgu yaratmaya çalıştım. Umarım başarılı olmuşumdur.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *