Öykü

Deve Karıncası Güreşleri

Demir Yumruk adının bende çağrıştırdığı, yıllar önce görev icabı gezdiğim köylerden birinde dinlediğim bir meseli sizlerle paylaşmak istiyorum. Mesel dedim çünkü oralarda kendilerince doğru olan ve yaşanmışlığı bulunan olaylara hikayelere mesel diyorlar. Aşağıda okuyacağınız anlatıyı ziyarete gittiğimiz köyün kahvesinde otururken tanıştığım yaşlı bir amca anlatmıştı. “Bu bir gece aniden ortadan kaybolan ve bir zaman sonra kendiliğinden çıkıp gelen bir yumrukçunun esatiridir” diye söze başlamıştı yaşlı adam. Anlatıcının yaşına benim yaşımı da ekleyince hikayenin yüz yılı aşkın bir süre önce geçtiğini tahmin ediyorum. Gerçek mi? O kararı da sizler verin…

Sırtını duvara dayamış düşünüyordu. Bedenine bir ürperti geldi, vücudunun tüm kılları diken diken oldu. Soğuk ve parlak duvar bedeninin tüm ısısını emiyordu ama o buna aldırmadan düşünmeye devam ediyordu. Onca yorgunluğuna rağmen ve bu duruma nasıl düştüğünü bilmese de yine düşünüyordu.

Kimdi? Neredeydi? Nereden gelmişti? Ne zaman gelmişti? Hiç bir şey anımsamıyordu. Düşünüyor ama her hangi bir sonuca ulaşamıyordu. Sanki uzun çok uzun süren bir uykudan yeni uyanmıştı. Dahası halen uyanmamış rüya görmeye devam ediyor olabilirdi. Ama yaşadıkları, çevresi, kendisi bu olanların rüya olmadığını anlatmaya yetiyordu. Belleğini ne kadar zorlarsa zorlasın bir sonuca varması mümkün görünmüyordu, en azından şimdilik.

Etrafını saran karanlık hızla azalmaya başlamıştı. Aşağıdan yukarıya doğru bir yayılan kaynağı belirsiz bir ışık içinde bulunduğu yeri aydınlatmaya başlamıştı. Bir an ürperdi. Elini dayandığı duvara uzattı. Soğuktu, Sırtını dayayıp oturduğu duvar üşümesine neden olmuştu. Kendini hafifçe duvardan çekti. Başını çevirdi, az önce dayandığı duvarı eliyle şöyle bir kontrol etti. Cam gibi pürüzsüz bir yüzeye sahipti. Pürüzsüz ve soğuk. O hafifçe aydınlanan ortamda dayandığı yüzeyin cam olduğunu anlamıştı. Bulunduğu yeri loş ışıkta incelemeye çalıştı.

Küre şeklinde bir kubbenin içerisindeydi. Sanki karısının kullandığı cam çanağın içindeydi.

Karısı… Eşi… Ailesi… Bir anda kafasının içinde o bomboş kafasının içinde bir düşünce pırıltısı görünmüş kaybolmuştu. Bir evi olmalıydı. Bir evi bir eşi belki de çocukları. Evi neredeydi, kendi neredeydi. Sahi gerçekten bir zamanlar bir evi olmuş muydu?

Ortalık aydınlanınca, karşı duvarın görünmediği büyüklükte belki de sık sık dövüştüğü o koca bir spor salonu büyüklüğünde bir yerde olduğunu farketti. Ortada eğimin azaldığı bir düzlük vardı. On on beş kulaç çapında olduğunu tahmin ettiği bir düzlük sonrasında cam duvarlar yükseliyordu. Yükseliyordu neredeyse on adam boyuna ulaşıyordu. Biraz geometri bilgisi olsaydı bulunduğu ortamın bir küre değil de hiperbol olduğunu anlardı. Bir kaç metre az bir eğimle yükselen duvarlar yükseklik artıkça dikleşiyordu.

Ürpermesine üşümesine aldırmadan tekrar eğimli duvara dayandı. Başını eğdi. İçerisinin hızla

aydınlanmaya başladığı dakikalardan beri ağrıyan gözlerinin ışığa uyumunu beklemeliydi. Kim bilir ne kadar zamandır burada bu karanlık ortamda bulunmuştu. Bu arada kim olduğunu ya da burada ne aradığını tekrar düşünmeye çalıştı. Kafasının içerisi o kadar boştu ki. Birkaç dakika sonrasındaysa belleğinin bir yerlerinde kıpırdanmalar başlamıştı.

Konur Hayri, uzaktan çelimsiz, kara, kavruk görünse de sağlam bir gençti. Köyünün çalışkan ve güçlü delikanlılarından biriydi. Topraksız bir yoksul köylünün oğlu olduğu için ne iş olsa yapıyordu. Bazen öküzlerle çift sürmeye gidiyor bazen malını pazara götürmek isteyenlerle hamallık yapıyor kış aylarındaysa sık sık ava gidiyordu. İşlerin içinde pişmiş, toprakla ve hayvanlarla boğuşa boğuşa amansız biri olmuştu. Dayanıklıydı. Zamanla gücünün ve kuvvetinin daha önemlisi dayanıklılığının farkına varmıştı.

Kente gittiği günlerin birinde birkaç kelli felli adam kendisine Frenk güreşi yapmayı önermişlerdi. Bildiği, çocukluğundan beri yapageldiği ve hemen hepsini kazandığı karakucak güreşten biraz farklıydı. Bu kavgalarda elense çekmek, kündeye getirmek, tuş etmek yoktu. Doğrudan doğruya yumruklarla yapılıyordu Frenk güreşi. Bütün iş rakibinin yumruklarından kaçmaya çalışmak ve olabildiğince de yumruk atmaya çabalamaktı. Mintanının altındaki pazularının ne kadar güçlü olduğunu fark eden birkaç Kentli kendisini gözlerine kestirmiş olmalıydılar ki bu tür kavgalarda dövüşmesini teklif etmişlerdi.

Her şeyde olduğu gibi ilki zor gelmiş, zamanla alışmıştı bu dalaşlara. Kazandığı her kavgadan sonra eline birkaç altın tutuşturuyorlardı. Yapısında kavgacılık olmasa da aldığı altınların hatırına katılmaya devam ediyordu kavgalara. Bu altınlar sayesinde çift sürmekten ve çobanlık etmekten daha fazla kazanıyordu. Bu altınlar sayesinde köyünde küçük bir toprak sahibi olabilecek ve yavuklusu Emine’yi alabilecekti. Kazandığı her çekişmeden sonra aldığı altın liralarda çoğalıyordu. Çevikliği sayesinde kendisine atılan yumrukları savuşturabiliyor ve attığı sert yumruklarla da rakibini rahatlık deviriyordu. Zamanla adı Demir Yumruk’a çıkmıştı.

Uzun bir süre sonra gözlerinin kamaşması geçmişti. Bulunduğu ortamı bir daha inceledi. Kocaman herhangi bir kapısı veya penceresi olmayan bir yarı kürenin içersindeydi. Nasıl ya da nereden girmişti bu küreye. Biraz daha dikkatli bakınca karşı duvarı görebildiğini fark etti. Öyle uzaklık ölçebilecek yeteneği yoktu ama yinede uzunlukları canlandırmaya çalıştı. Tahminen elli adım olduğuna karar verdi. İşte o zaman karşı duvarın dibinde uzanan gölgeyi gördü. Ne kadar uzak olsa da ne kadar ortamın ışığından görme güçlüğü çekse de boylu boyunca uzanan gölgede bir gariplik olduğunu hissediyordu. Bakışlarını kendine çevirince gölgede var olan aykırılığın ne olduğunu ve o aykırılığın kendisinde de olduğunu farketmişti. Karşı duvarın dibinde yatan gölgede kendisi de çıplaktı. Bir an kafasının ne kadar dağınık olduğunu anladı. Üzerinde oturduğu cam yüzeye değen poposu da dayandığı sırtı da çıplaktı.

Kafasını kaldırıp yukarı baktı. Daha doğrusu bakamadı. Işığın yoğunluğu yukarılarda iyice artıyordu. Göz sinirlerini zorlamasına rağmen yoğun parlak ışıktan başka bir şey göremedi. Başını tekrar eğdi. Bir zaman gözlerini açamadı. En son anımsadığı da böyle bir ışıktı.

Kazandığı maçların birinden sonra dolu bir keseyle köyüne dönüyordu. Zor bir dövüştü. Güney illerinden gelen iri yarı adamı yere yıkmakta zorlanmıştı. Zebella gibi boylu poslu herifi yere indirmek için sayısızı yumruk atması gerekmişti. Şimdi ise güzel bir hava vardı ve yeni aldığı doru atına binmiş gecenin ilerleyen vaktinde yol alıyordu. Dostları vardı, yiğitliğini takdir eden iyi insanlardı bunlar ama düşmanları da olabileceğini biliyordu. Bunların kendisine cepheden saldırma cesaretini gösteremeseler de pusu kurabileceklerini düşündüğü için temkinliydi tedbirliydi. Gökyüzünde dolunay kendisine yol gösteriyor gibiydi. Yolun yarısını geçmiş köyünün bulunduğu ovaya varmak için ağaçlıklı bir tepeden geçmesi gerekiyordu. Hava birden bozdu. Serin bir rüzgar çıktı ve kara bulutlar gümüş bir tepsi gibi gökyüzünü aydınlatan Mehtabı örttü. Aklına bir saat önce dövüştüğü han geldi.

Kendilerini seyreden dövüş izlemeye meraklı adamlar meşalelerle aydınlatılmış hanın meydanını doldurmuşlardı. Bağırıyorlar çağırıyorlar meydanın ortasına kurulmuş yüksek bir ayvanda kapışan iki yiğidi izliyorlardı. Müsabaka Akşamla yatsı arasında kalan bir sürede yapılıyordu. Onca kalabalığa rağmen hanın ikinci katına çıkan merdivenlerin koyu gölgesinde dinelen iki uzun boylu adam dikkatini çekmişti. Hiç kıpırdamadan kendisine bakıyorlardı, kara gölgeler içinde.

Havanın bozmasına Demir Yumruk’un bindiği hayvanda huysuzlaşmıştı Çizmesinin burnuyla atının sağrısına vurdu. Atı tırıstan dört anala geçti. Birkaç fersah sonra köyüne varacaktı. Sağı solu ağaçlı patikadan hızla gidiyorlardı. Tam pusu kurulabilecek yerdi bu yörelerdi buralar. Yüz metre ileride ağaçlar bitiyor ovaya çıkıyorlardı. Yaman atı nefes nefese kalmış bir an önce ahırına varmak ister gibiydi. İşte her şey o düzlüğe çıktıklarında olmuştu. Yukarıdan kapkara bulutların arasından inen beyaz bir ışık önlerini kesmişti. En son anımsadığı da bu süt beyazı ışıktı.

Kaslarını zorlayarak ayağa kalkmaya çalıştı. Bir yandan bedenini zorluyor diğer yandan

karşıdaki gölgeyi izliyordu. Upuzun yatan gölge kıpırdamıyordu bile. Ağır adımlarla yaklaştı. Sırtı üstü yatan gölge en az kendi boyundaydı. Esmer neredeyse siyah denilebilecek bir teni vardı. Poposunun üzerindeki beyazlık bedeninin doğal rengini ele veriyordu. Seslenip seslenmemeyi aklından geçirirken gölge kıpırdadı. Adam belli belirsiz duygularla geri çekildi. Az önce uyandığı duvar dibine kadar çekildi. Uyandığı pozisyonda sırtını duvara dayadı. Olacakları beklemeye başladı.

Zaman kavramını yitirmişti. Dakikalar mı yoksa saatler mi geçmişti uyandığından bu yana anlayamadı… Ama ortalık iyice aydınlanmıştı. Yoksa öğlen mi oluyordu. Karşı duvara komşusuna baktı. O zaman kendisinin dikkatle incelendiğini anladı. Uzak bakışlar bir ara kenetlendi. Onca mesafeye rağmen gizli bir meydan okuma vardı sanki adamın bakışlarında. İki tarafta ilk çekilen kendisi olmasın diye ısrarla gözlerine bakıyordu. Dayanamadı gözlerini kaydırdı. Karşısındaki adamda sağa sola bakınmaya başladı. Kah kendisine bakıyor kah sağı solu inceliyordu. Anlaşılan O’ da kim olduğunu nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Uzun bir süre göz teması kaçak olarak sürdü. Adam bir zaman ilgisiz bakışlarla sağa sola bakıyordu. Kaçamak bakışlarla karşısındaki yabancıyı süzüyordu. Adam o bakışlarda korkuyu sezdi. Karşısındaki adamda korkuyordu.

Dakikalar saatlere dönüşüyordu. Bir salonun iki yanındaki iki kişi arasında doğal bir yakınlaşma başlamıştı. Karşısındaki adamda yerinden doğrulmuştu. Çoban Hayri Namı diğer Demir Yumruk bir ara selamladı komşusunu. Ama aldığı yanıt sert bakışlar ve çatık kaşlardı. Acaba karşısındaki adam bu durumun nedeni olarak kendisini mi görüyordu.

Dakikalar ilerledikçe beklediği olmuyor hava kararmıyordu. İş zannettiğinden daha da garip olabilirdi. Kendisi amaçsızca bekliyor beklerken de cam küreyi paylaştığı adama yaklaşmaya çalışıyordu. Belli ki komşusunun da benzer bir tutumu vardı. Bir zaman sonra birbirlerine teğet olabilecek duruma geldiler.

“Merhaba” dedi Ama diğerinde çatık kaşlar sürüyordu. “Ben…” dedi devamını getiremedi. Burası neresiydi ve köyüne nasıl dönecekti. Allah tan diğer adam davranışını uzanan eli önemsemedi. Adam eli havada kaldı bir süre. Bir kaç saniye sonra durumu toparladı da olağan voltalarına devam etti.

Bir kaç saat daha geçmişti. Zaman kavramını yitirmişti. Ne zamandır buradaydı. Kendisini köye dönmeyince merak etmeye başlamışlar mıydı? Saatle mi ölçmeliydi. Yoksa günle mi? Yoksa aklına getirmek istemiyordu ama haftalarca süre geçmiş olabilir miydi kendisi buraya geleli?

Bir zaman sonra havadaki belli belirsiz bir koku duyumsadı. Koku ile açıklanabilir miydi? Ama karnının açlığını da hissetti. Kocaman bir salonda olmuş olsa da hava ağırlaşmaya başlamış olmalıydı. Ve susamaya başlamıştı. Daha ne kadar dayanabilirdi bu duruma bilemiyordu.

Zaman ilerlemeye devam ediyordu. Esmer adamda karnını tutmaya başlamıştı. Anlaşılan

komşusu da acıkıyordu. Kendi üzerindeki bakışlarda artmaya başladı. Saatlerden beridir ilk defa adamın konuştuğunu duydu. Duydu ama hiç bir şey anlamadı. Adam bedeninden umulan kalın bir ses tonuyla konuşmuştu. Konuşmuştu ama kendisi hiç bir şey anlamamıştı. Ağzından dökülen kelimeler dostane bir selam mıydı? Yoksa asık yüze yakışacak küfür müydü?

İçindeki acıkma ileri boyutlara varmıştı. Nereye bakarsa baksın gördüğü cam duvarlarda moralini bozar olmuştu. Taban, tavan, duvarlar hep camdan yapılmıştı. Sanki beyinsel bir etkileşim ya da bir telepati varmış gibi komşusu da duvarlara bakmaya çevresini bir kere daha incelemeye başlamıştı. Ve dahası adam duvara hiç kesintisiz yekpareymiş gibi duran duvara tırmanmaya başlamıştı. İçerideki havanın rahatsızlığı da iyice artmıştı. Defalarca tırmanmaya çalışan adam başaramayınca kendisine dönüp sunturlu bir küfür savurmuştu. Üstelik adam bunun bir küfür olduğunu hiç yardımsız olarak anlamıştı.

“Bak hemşerim” dedi sanki adam dediklerinden anlayacakmış gibi. “Olanlarla benim hiçbir ilgim yok. Bende senin gibi mağdurum” dedi. Ses tonu sert olmalıydı ki aldığı yanıt el kol hareketleri ve bağırışlardı. Bir an ne yapması gerektiğini düşündükten sonra sesini yumuşatarak

“Kusura bakma arkadaşım” dedi. Yeterince sorun varken yeni sorunlar yaratmalarına gerek yoktu. Sesinin tonu karşısındaki adamda etkili olmuş olmalıydı ki aldığı yanıt dili anlamasa da yumuşaktı. Döndü gözünü açtığı yere oturdu.

Belirsiz bir şekilde akıp gidiyordu zaman. Gözleri istem dışı kapanmaya başladığında bir mekanik ses duydu. Ardından yukarıdan bir şey düştü aşağıya. Kokusu tanıdık gelmişti burnuna. Acıktığını anımsamış, kızarmış tavuk kokusu midesindeki tüm enzimleri harekete geçirmişti. Yerinden doğruldu. Kubbenin altında tam ortada kokunun kaynağı öylece duruyordu. Bir kaç saniyelik duraksamadan sonra rakibinin hızla ortaya doğru koştuğunu gördü. Anlaşılan dostu paylaşmayı bilmiyordu. Kendiside koşmaya başladı. Karşısındaki esmer karaltıdan daha hızlıydı. Ortaya varan ve koca tavuğu kapanda ilk kendisi olmuştu. Tam paylaşmayı önerecekti ki rakibinin pence gibi elleri uzanıp kaptı yemeğini. İlk şaşkınlığı geçince karşılık verdi. Adama bir yumruk savurdu. Adam bir yana tavuk bir yana savrulmuştu. Eğilip almak üzereydi ki karnına gelen tekme onu yere uzattı Tekrar kalkmayı denedi bir tekme daha yedi. Yattığı yerde gözlerini kırpıştırarak önünde dikilen gölgeye bakmaya çalıştı.

“Arkadaş, kimsin nesin bilmiyorum ama bu tavuk ikimize de yeter” dedi. Aldığı yanıt homurtulardan İbaretti. Öte yandan kalkmaya çabalarken bir tekme daha yedi. Bu defa canı acıyacak şekilde yere yuvarlamıştı. Bir küfür savurdu. Tekme bir kere daha geliyorken ayağı havada yakaladı. Hızla çekince rakibi yere yuvarlandı bu defa. Anlamsız konuşmasıyla yerinden doğruldu. Hedefinin ne olduğunu bilen bir avcı gibi üzerine atıldı. Rakibi ani bir refleksle yana kaçınca bir iki adım sonra geri döndü. Ne dilden nede halden anlamayan bu adamla aralarındaki mücadele kaçınılmaz olmuştu artık. Demir Yumruk kavgadan kaçan biri değildi. Esmer tenli adamın üzerine atıldı. Yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı Demir Yumruğunu sergilemekten başka.

Yaşlı adamın anlattığı Mesel bu kadardı. Daha sonra adamın anlattığı hikayede sözü geçen kişinin bizzat kendisi olduğunu başkalarından duymuştum. Köyün muhtarı “Konur Hayri böyle meseller anlatmayı sevdiğini çoğunu kafasından uydurur” demişti.

“Hadi” dedi çocuklardan biri. Senin beyaz karınca güreşi kazandı. Rakibi olan esmer karınca yerde yatıyor, kıpırdamıyordu. Cam tencerenin çevresinde toplaşan çocuklar bağrışmaya başladılar.

“Sal…Sal…Sal…”

Cam tencereye kapattıkları karıncaların birbirlerine saldırmalarını beklemeleri uzun sürmüştü. Aralarına bir parça ekmek kırığı atınca emellerine erişmişlerdi. İki arkadaşın iki ayrı karınca yuvasından seçtikleri karıncalar öldüresiye güreşmişlerdi. Önceleri kenarda dursa da Beyaz karınca kendisine sataşan diğerini yenmiş tencerenin bir yanında leşini bırakmıştı. Galip gelen kahramanı dikkatlice avucunun içine aldı. Çarpışmayı kazanan komutana hak ettiği onur verilmeliydi. Yuvasının yakınlarında usulca toprağa bıraktı.

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Deve Karıncası Güreşleri” için 2 Yorum Var

  1. Selamlar;

    Sonu itibariyle güzel ve şaşırtıcı bir hikayeydi. Arada sırada ufak tefek anlatım hatalarına rastlamak mümkün. Bu gibi hatalar okurken dikkat dağılmasına neden oluyor. Bunları giderdiğiniz takdirde daha okunaklı, okuru içine çeken öyküler yazabileceğinize eminim.

    Elinize sağlık…

  2. Merhaba,

    Kaleminize sağlık, gayet başarılı bir öyküydü. Sonu itibariyle gönlümü ele geçirdi. Her şeyi yazar vermeyince daha fazla tat alıyorum ben. Öyle bir final olmuş, çok da iyi olmuş. Küçük hatalar anlatımı zedeliyor; ancak giderilmeyecek şeyler değil.

    Tebrik ederim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *