Öykü

Yeşil Siyah

Güzel değildim. Sinirim dağları bile delerdi. Parlak değildim. Hiçbir zaman ilk göze çarpan olmadım. Asil sayılmazdım. Halktandım. Kadimdim. Ormanı korurdum Kahverengiyle. Kendi halinde yaşadığım bir dünyam vardı. Kutumdan çok fazla çıktığım görülmemişti. Sonuçta çokta tercih edilen bir renk değildim ben. Ben Yeşildim.

İnsanlar beni kolay kolay tercih etmezlerdi. Onlara boğucu ve soğuk geliyordum. Din dedikleri bir bağlılıkla bağdaştırmışlardı beni. Kendi dar gönüllerine inat beni ibadet hanelerinin duvarlarına boyadılar. Fırçayla batıra çıkara sürdüler beni taşlara. Üstlerine giydiklerinde eğlenmeye gitmezlerdi benimle. Ben onların inanç ve ciddiyetlerini tatmin ederdim çoğu kez. Doğada ise sanki bana alerjileri vardı. Benimle bütünleşen ağaçlarımı keserlerdi. Yok, ederlerdi bitkilerimi. Kendilerine sığınak yapar, kalanı yakarlardı. En mutlu olduğum anlar neydi peki bilir misiniz? Beni Siyahla yan yana kullandıkları anlardı. Güzel bir kadının ya da kendinden emin bir adamın vücudunu onunla sarmalamak beni kendimden geçirirdi her daim. Ona var olduğumdan beri âşıktım çünkü. Fakat beni hiç fark etmemişti.

O kraldı. Tüm renkler bir kez olsun onun birleştirici varlığının etkisiyle yanıp bütünleşmek için çıldırırdı. Aslında pek de seçici sayılmazdı. Sadece onları alır ona olan bütün hayranlıklarını ve sevgilerini emer kendinde tutardı. Daha da kararırdı o anlarda. Ama o kraldı. Güçlüydü! Bütündü! Varlığı korkutucu da olsa huzur verirdi tüm renk halkına. Ona her baktığımda aynı duayı ederdim. Keşke beni bir kez olsun fark etseydi!

Siyahtım ben. Kraldım. Halkım bana her baktığında onlardaki umutla dalgalanan enerjiyi hisseder omuzlarıma binen sorumluluk yükünü daha dik taşımaya çalışırdım. Bazen saldırılar olurdu insan dünyasından. O ırk kendi yüreklerinin renklerinden habersiz bizi kullanarak belirtirlerdi duygularını. Bizi birbirimize karıştırırlardı. Kırmızıyı en çok öfke ve şehvet için kullanırlardı mesela. O vakitlerde o saflığını ve ışığını yitirmesin diye kendi içime çeker yansımasını durdururdum bir süre. Rahatlayıp kendi benliğini unutmasın diye onu sıkıca sarmalardım. Acısı azalırdı en azından. Bir gün kırmızı bir erkeğin bedeniyle bir kadına âşık oldu. İnsan kadın ona aşkı vermişti. O günleri hatırlıyordum. Yanındaydım. Hala bizimleydi lakin onun aşığıyla olabilmek gibi bir ayrıcalığı da vardı.

Ana renkler yani asiller en çok zararı görenlerdi. Mavi hariç. O hep huzurlu her zaman kaygısızdı. Sebebini bilemediğim bir şekilde o insan ırkına insan ırkı ona huzur verirdi. Sarı ise ölümün, soğuğun, durgunluğun rengiydi. Acı çeken insana benimle birlikte eşlik ederdi. Cenaze törenlerinin, ayrılıkların, doğanın uyumasının vazgeçilmez yansımasıydı o. Kadimlerimdi onlar benim. Gökkuşağının renkleriyle olabilmelerinin yanı sıra temiz bir ruh içinde savaşırlardı. Onlar zarar gördüklerinde devreye ben girerdim.

Birde onlardan doğan çocuklarımız vardı. Her an her yerde çıkarlardı karşımıza. Bazen neşeyle bazen hüzünle… Onlarda insanın ana duygularından doğan yansımalardı. Zarar görmezlerdi asla. Hissetmiyorlardı. Ana renkler kadar tükenmiyorlardı duyguların sarsıntılarında. Fakat içlerinden bir tanesi hep beni meraka sürüklüyordu. O hissediyordu sanki. Bana her baktığında duyumsadığım şeyden korkardım. İnsanlar ona inançlarını yüklerlerdi genelde ama sanki kalplerinden geçen her umutsuzluk onu daha da tüketiyor gibiydi. Hissediyor muydu? Hayır, çocuklar hissedemezdi! Yine de ona bakmak bana yükledikleri kahramanlık sıfatını üzerimden sıyırır beni kendimle yüz yüze bırakırdı. Kadimlerdendi Yeşil aynı zamanda. Uzun zamandır olmayanlarla savaşmamıştık. Korkaktılar. Sessizliklerini koruyorlardı. Böylesi daha iyiydi. Birde onlarla mücadele etmek istemiyordum. Renklerim artık unutmuşlardı ama ben aslında renk bile değildim. Sadece aldığım tüm ışığı emip kendimde hapseden bir hapishaneydim. Ne kendime ait olanı ne de içime aldığımı yansıtabiliyordum.

Ana renklerimi korumak asli görevimdi. Onlar yok olursa çocukları da ölürdü. Tabi ölen her pembe, mor, turuncu için yasa boğulurdum kendi içimde ama korunmaları gerekmiyordu. Ben analarını koruduğum sürece onlar var olmaya devam edeceklerdi. Yalnızlığımı, çaresizce içimde yükseleni bastırıp her anımı onları olmaya adamıştım. Tabi kraliçe beyaz da bana yardım ediyordu. Onun görevi benimkinin tam tersiydi. O renkleri görünmeyene denk yansıtır kendine çevirirdi. Onları doğaya eşit oranda dağıtıyordu. İnsan ırkının acımasızca yok etmeye devam ettiği doğaya. Renkler ondan korkmuyorlardı benim aksime. Büyüsü sevgiyi, paylaşımı getiriyordu. O rahatlatıcıydı, özgür bırakandı. Keşke kendi ruhu da öyle olsaydı. Bencilliğini yansıyan ışığıyla kapatıyordu ustaca. Ama ona güvenim tamdı yine de bilirdim renkleri için yapamayacağı hiçbir şey yoktu.

Anlaşabildiğimiz tek gerçek renklerin varlık yok olana dek hatta sonrasında da yaşamak zorunda olma haliydi. Onun dışında hiçbir iletişimimiz yoktu. Gerçi her renk bizi birbirimize yakıştırır çiftmişiz gibi davranırlardı lakin ben yalnızdım. O ise içindeki enerjiyi gördüğü her hercai renge açardı. Seçici değildi. Kadın erkeğe ihanet ediyordu ya beyazda sözde bana ihanet ederdi. Tabi benim olsaydı buna içerleyebilirdim ama ilgilenmiyordum bile. Sarayımızın farklı kanatlarındaki odalarında kalırdık. Yalnızlığımı enerji ormanıyla paylaşırdım çoğu zaman. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ormana iner ana renklerimin dünyadaki yansımalarına bakardım. Zarar gören bir renk var mı diye göz gezdirirdim su aynamdan. Yanıma kalp perilerini alıp renklerime sevgi gösteren insan ırkı üyelerine enerji göndermeleri için görevlendirirdim. Onları kollamak için kendimden vermediğim zamanlarda.

Beyaz ise geç vakitte uyanarak bazen bana eşlik eder bazen de halkın içine karışıp mutlu olup olmadıklarını gözlemlerdi. Bazen beğendiğinin yanında kalır bazen dönerdi. Çoğunlukla insan formunda olurdu. Kadının kıvrımlı vücudu onu mest ediyordu. Yakışırdı da hercai bir ruhu vardı. İnsan kadınları da böyle miydi? Vücutlarını onun kullandığı amaç için mi kullanırlardı? Böyle geçiyordu zaman. İçimdeki boşlukla beraber akıp gidiyordu.

Küçük kulübemde sabahın ilk ışıklarıyla uyanırdım her sabah. Ormana giderdim. Rengimi alan yapraklara, çimene, çiçeklere teşekkür etmek, onlarla sohbet etmek için. Toprakla bütünleştiğimde ortaya çıkan o harika kokuyu içime çekmek hoşuma giderdi. O anlarda kendimi şanslı hissederdim. Doğanın bana duyduğu saygının imgelerle hiçbir ilişkisi yoktu çünkü. Yeşildim ben. Yapraklarım sadece olmak istedikleri için almışlardı beni. İnsan ırkı gibi hem beni bir şeylerin üstüne hapsedip hem de her kızgınlıklarında üzerimi çizmiyorlardı. Orman beni sakinleştirir, kendimi daha çok ortaya koymama sebep olurdu. Ama yine de yalnızdım. Siyaha duyduğum aşk bir başka renge ilgi duymamı engelliyordu. O benim farkımda bile değildi ama ben onun tek bir bakışı, bir kez beni gerçekten hissetmesi için donmaya, olduğum şeyi kaybetmeye razıydım. Onu her gördüğümde içimde akan, çağlayan beni koyultan duygunun hiç mi farkında değildi? Neden asil değil de sıradandım ki? Asil olsaydım beni fark ederdi belki. Belki ben olurdum onun kraliçesi beyaz değil. Beyaz onu hep aldatıyordu. Ben ağlıyordum onun yerine. Acı çekmiyor muydu hiç?

Sabahın ilk uyanışlarıyla ormanda aldım tekrar soluğu. Beni kendi özünde taşıyan tüm doğaya selam ettim. En sevdiğim ağacın altında oturup derin nefesler aldım. Birden uzaktan gelen tok, buğulu bir ses duydum. Bu oydu. Siyahtı! Sesin geldiği yöne doğru ağaçlarıma dokuna dokuna ilerledim. Ben dokundukça onlar daha parlak bir bana dönüşüyorlardı. Yapraklarında oynaşan güneşle birlikte gülümsüyorlardı sanki. Onu gördüğüm an kendimi meşe ağacının gövdesine saklayıp seyretmeye başladım. Bugün bir bedene dönüşmüştü varlığı. İnsanlar ne diyorlardı o forma. Evet, erkek! O kadar güzeldi ki meşe ağacının üzerindeki su benim duygularıma tercüman olmuş damla damla toprakla buluşuyordu. Hareketleri ölçülüydü. Sudan bir aynaya bakıyordu. Elleri vardı. İnce ama güçlü parmakları… Bedeni mükemmeldi. Dünyada gördüğüm o erkek türüne benzemiyordu. Saf bir güzelliği vardı. Gülümsüyordu. Saçları kendi yansımasıydı, gözleri. Bedeni toprak rengindeydi. Işığı her yere yansıyordu. Şefkat yüklüydü bakışları. Aynayı elleriyle dalgalandırıp görmek istediğini söylüyordu. Emir değil, rica vardı sesinde. Eğlendiği her halinden belliydi. Eridiğimi, onun görüntüsüyle yok olduğumu hissetim. Ondan aldığımla kendi varlığımı besledim kısacık bir an. Fark etmeden kadın bedenine bürünmüştüm. Derin bir iç çekiş koyuverdiğimi anladığımda, O sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu. O kadar utanmıştım ki ne yapacağımı bilemeden başım önümde insan ayaklarıma uyum sağlamaya çalışarak öne çıktım. Soran bakışları karşıladı beni. “Üzgünüm efendim!” dedim kekeleyerek. “Ben sizi gördüm ama rahatsız etmek istemedim. Gidecektim ama onu da yapamadım. Amacım sizi gözlemek değildi. Affedin lütfen.”

Düzenli nefeslerini duyduğum sessiz bir an geçtik birlikte. Yaprakların rüzgârla olan fısıldanmalarını dinledik. Onlarda benim patavatsızlığıma gülüşüyorlardı aralarında. Benim ona beslediğim aşk malumdu onlara. “Başını kaldır Yeşil! Sana kızgın değilim ki. Hem orman en çok sana yakışır çocuğum. Onu korumak Kahverengiyle senin görevin değil mi?” Bana kızmadığını söyleyen sesi ruhumu ışığa boğmuştu ama çocuğum deyişi yüreğimi burkmuştu. Başımı kaldırıp ona baktım. Gülümsüyordu. Elini uzattı. Çekinerek ona doğru uzandım. Elimi alıp dudaklarına götürdü. Nazik, sıcacık bir öpücük kondurdu. İrkildiğimi, kaybolduğumu hissettim. İnsanda böyle mi hissediyordu sevdiğine dokunduğunda?

“İnsan formu sana yakışmış.” dedi elimi bırakırken. Gülümsedim. “Teşekkür ederim efendim.” dedim utanarak.”Etme, ayrıca bana efendim demek zorunda değilsin. Ben kimsenin efendisi değilim.” Sesi o kadar yumuşacık, öyle yakıcıydı ki anlatamıyordum. Sessizliği bozan yine o oldu.” Sık gelir misin ormana?” başımı sallayıp “Evet.” dedim. “İnsan ırkı kendi evinde beni yok etmeye başladı. Artık oraya gitmek canımı acıtıyor. Burası ise beni yeniden ben yapan tek yer!” Bunları söylerken ormanın kokusu ve onun varlığıyla öyle doluydum ki etrafımda dönmeye başladım.”Bizim bütünleşmemizin en mükemmel hali doğa. Yaratıcı her şeyi mükemmel tasarlamış. Keşke insanda fark etseydi.” Beni dikkatle dinliyordu. Gözlerini ben dönerken bir kez bile ayırmadı üzerimden. Tam önünde durduğumda “Haklısın.” dedi. “Keşke yapabileceğimiz bir şey olsaydı. Ama onların isteklerini doyurmak mümkün değil!” Başını eğip gözlerimin içine baktı. Büyülenmiştim. Işıldadığımı hissedebiliyordum. “Yeşil, sen hissedebiliyor musun?”

İnanamayan gözlerle sormuştu bu soruyu. “Hissetmek mi? Kralım ben her öfke de, her ağaç yıkılışında, onlar beni yansıtan her varlığa zarar verdiğinde acıdan içim titriyor. Haykırmak istiyorum. Yapmayın diye!” Gözlerim mi dolmuştu? Biraz önce meşenin üzerinden damlayan su benden de akıyordu. Siyah eliyle çeneme dokunup başımı kaldırdı. O kadar yakındık ki birbirimize soluğu benimkiyle karışıyordu. Cümle kurmakta zorlanıyor gibiydi. “Sen hissedemezsin. Bu senin yaratılışına aykırı!” Gözlerinin içine baktım. Bu kez inanamamak sırası bendeydi.” Neden? Ben hep böyleydim ama. Karıldığım günden beri.”

Derin bir nefes alıp söze girişti. “Yeşil…” dediği anda ormandan gelen sesle ikimizde irkildik. Kahverengi tam karşımızda durmuş bize inanamayan gözlerle bakıyordu. Endişeyle kendi formuma döndüm. Havada asılı kalan bir buluta… Siyahta tüm ihtişamıyla koyuluğuna büründü. Kahverengi yerlere kadar nüfuz edip toprağa bulanarak”Kralım, üzgünüm ben sizi göremedim. Renk bozanlardan biri Yeşili yakaladı diye düşünmüştüm o yüzden buraya aktım.” dedi. Siyah” Önemi yok çocuk en doğrusunu yaptın. Yeşil, kahverengi size ışıldayan bir gün diliyorum.”

Gitmişti. Kalbimi de alıp götürmüştü. Var olduğumdan beri hayalini kurduğum an bitmişti. Umutsuzluk öyle bir sarmalamıştı ki benliğimi ışığımı yitirdim. Kahverengi ise sessizce bulutuma sarılıyordu. Hissedemese de biliyordu, üzgündüm.

Hissediyordu. Yeşil her şeyi hissediyordu. Nasıl mümkün olabilirdi ki? O ara renkti. Bizim çocuklarımızdandı. Saraya dönerken ormanda yaşadığımız her anı aklıma kazıyordum. Onun incecik kadın bedenini, süzülerek gelişini, ışıltısını… Benimle konuşurken heyecandan titremesini… Nasıl naif, nasıl da güzeldi. Ol insanoğlunun olması gerektiği gibi. Şeffaf, saf ve sevgi dolu… Ormandan ona ondan ormana doğru akan o muhteşem nuru görmüştüm. Evet, ormanın rengiydi o ama sadece bundan ibaret değildi yaşananlar. Onunla o bedenlerin içinde kalmak istedim. Ne olduğumu unutup onunla olmanın mutluluğunu sonuna kadar yaşamak… Öncesinde merakımı celbeden çocuk şimdi ise içime akan bir huzur nehrine dönüşüyordu. Kendimi bu duygudan arındırmalıydım lakin istemiyordum.

Odama çekilip aklımın köşesine sinen kokuyu içime çektim. Çalınan kapının sesiyle o koku dağılıp gitti bir anda. Beyaz güneşin ışınlarını yansıtarak odamı ışığa boğdu. Kendince gülümsüyordu. Hep yaptığımız gibi günün önemli anlarını paylaşmaya giriştik. Ama aklım ve kalbim yeşille kalmıştı. Onun sıcaklığıyla dopdoluydum.

Ertesi sabah kapıma dayanan ulağın sesiyle uyandım. “Kralım Yeşil, o ölüyor!” karanlığıma bürünüp süzülmeye başladığımda sordum. “Ne oldu ona?” İnsan orman yakmıştı. Koca bir ormanı acımadan ateşe vermiş tüm rengini öldürmüştü. Küçücük kulübesine vardığımda yeşil akışkan bir sıvıya dönüşmek üzereydi. Rengi yer yer griye çalıyordu ve is kokuyordu. Üzerinden yayılan alevleri görebiliyordum. Acı çığlıkları bütün renk âlemine yayılmıştı. Hızla üzerine kapanıp rengini kendiminkinin içine çektim ve hiç yapmadığım bir şey yapıp onu kendi varlığımla sıkıca sarmalayıp saraya doğru yol aldım. Hiç bir şeyin farkında değildi.

Kendine geldiğinde vakit geç olmuştu. Işığı daha tam olarak parlayamamıştı. Solgundu, acısını hala içinde tutuyordu. İyi olan tarafı ise kendi rengini geri kazanmış olmasıydı. Ne garip, insan bedenine bürünmeye başlamıştı yeniden. Onu ormanda gördüğüm zarif bedenine. Yavaşça araladı gözlerini etrafı incelemeye başladı. Başını çevirip beni gördüğündeyse panikledi. Kalmaya çalışırken onu yatağa geri itip sakin tutmaya çabaladım. “Sakin ol Yeşil. Benimlesin. Saraydasın. Her şey düzelecek!”

Yavaşça yatağa geri yerleşip ellerini karnında kavuşturdu. Onu seyretmek neden bana hem hızla koşarak kaçmak hem de onun yakınlığından bir an olsun ayrılmamak hissini veriyordu? Başını kaldırıp “Ben neredeyim?” dediğinde kafamdaki düşünceyi savuşturup “Saraydasın.” dedim.” Korkma, bir saldırı oldu senin rengine ama geçti. İyileşeceksin.” Başını hüzünle sallayıp fısıltıyla konuştu. “Biliyorum. Orman yandı. Tüm o ağaçlar, çiçekler, hayvanlar. Oysa onlar yalnızca yaratılışlarını yerine getiriyorlardı. Dengeyi koruyup havayı temizliyorlardı. Ama öldüler!” Gözlerinden çiğ taneleri süzülüyordu. Ormanın kokusu odama yayılmıştı nemli ve ferahtı. Yanına ilişip onu kollarımın arasına aldım. Başını küçük bir çocuk gibi göğsüme yaslayıp hıçkırıklara boğuldu. Dinmesini bekledim sükûtla. Başını kaldırıp ıslak gözlerle bana baktığında gülümsedim. O da gülümsedi minicik bir ışık yayılmıştı gülümseyişinden.

“Neden saraya getirdiniz beni? Böyle acı çeken her rengi saraya mı taşıyorsunuz?” Kendimi tutamayıp içten bir kahkaha koyuverdim. “Hayır!” dedim kahkahamın arasından. “Sadece seni getirdim saraya. Burası benim odam hanımefendi ve siz benim misafirimsiniz şu an.” Yatağından doğrulup ışığını yenice kazanmış bedeniyle etrafı inceledi. Kendi etrafında dönüyordu. Sonra balkonu gördü ve kendinden beklenemeyecek kadar yüksek perdeden bir çığlık bırakıverdi odaya. “Balkon var. Hem de ormana bakıyor. Çok güzel.” Bir taraftan bana bakıyor diğer taraftan da sözcükleri arka arkaya sıralıyordu. “Çok şanslısınız kralım. Şey yani tabi krallar hep şanslıdır değil mi? Yani bunu hak ediyorsunuz demek istemiştim.” O an hiç bitmesin istedim. Hep burada benim kalsın istedim.

Kendini toparladığında ona bahçede benimle küçük bir gezinti yapmasını teklif ettim. Sevinç nasıl bir ışık veriyordu benliğine. Tarif edilmesi zor bir güzellikti. Kendi önyargılarım dâhil etrafıma ördüğüm tüm duvarlar onun parlayan ışığında ve sesindeki müzikte kaybolup gidiyordu. Beyazın bize çevirdiği öfke ve kıskançlık dolu yansımaları bile keyfimi kaçıramazdı. Hareket ederken etrafına yaydığı renk aşkın ne olduğunu anlamamı sağlıyordu. Aşk onun renklerini kendi bahçenizde açarken görmekti. Güneşin ışığında yayılıp içinizi boyarken görmekti, aşk.

Öyle bir merakla inceliyordu ki her şeyi bazen sorduğu sorulara cevap vermekte zorlanıyordum. Vakit insanoğlunun evreninden daha farklı bir anlam taşıyordu bizim için. Fakat onunlayken akıp giden bir şelaleydi. Sesi benliğime huzur veriyordu bu akışın. Eğer ki yaşlılık bizim içinde geçerli bir kendini tamamlama süresi olsaydı ondan korkmuyorum derdim yeter ki onunla geçsin zaman. Bir an kafamı kaldırıp Beyazın artık bizi izlemediğine dikkat ettim. Çok da aldırmadım lakin içgüdülerim bunun iyi olmadığını fısıldıyordu. Yeşilin müzikli kahkahası etrafımı bir kez daha çevirmeden önce…

Aniden kopan fırtınayı, gerilip dağılan renkleri ve her yanı saran griliği fark ettiğimde artık çok geçti. Renk bozanlar, olmayanlar nasıl girebilmişlerdi âlemimize? Kılıcımı elimde hissedip kadimlerime çağrı gönderdim. Yeşili uzak tutmalıydım lakin hala güçsüzdü. Ona git diye bağırdığımda yer sarsılmaya başladı. Kendi pelerinime bürünüp, gelen griliği karşılamak için kılıcımı çevirdim bir tur. Kadimler etrafımı sardılar hemen. Mavi sakinliğini korumaya çalışarak sordu”Nasıl buraya kadar gelebilirler?” Gözümü gelen gri yoğunluktan ayırmadan cevapladım.”Biri ormanın kapısını açmış olmalı ve bu bizim ırkımızdan başkası olamaz!” O anda Kırmızının kendinden emin sesini duydum adeta kükrüyordu. “Kahverengi kapıyı koruyor olmalıydı Siyah! Onun emir aldığı başka kim var dersin?” başka zaman olsa onu gördüğüme ne kadar sevindiğimi belli ederdim lakin bu hal daha önce gördüklerimden bile çetindi. Yine de sordum.” Kadının nasıl dost?” Kırmızı hafif bir tebessümle karşıladı sorumu. Gelen tehlikeye karşı pozisyon almaya çalışıyordu. “Hala hayatına renk kattığımın tam olarak farkında değil! Yine de ay gökyüzündeki krallığına oturduğunda fark etmesi için çabalıyorum.” Başımı sallayıp”Hiç değişmemişsin.” dedim. O hep en derinlerimi bilirdi, cevap verdi. “Ama sen değişmişsin dost. Özünde aşkın rengi var!”

O anda Sarı ve Kahverengi de arkamızda belirip, kılıçları ellerinde olmayanların çarpışabileceğimiz mesafeye gelmelerini bekliyorlardı. Kahverengiyle göz göze geldiğimizde başını yere eğip”Beyaz!” diye fısıldadığını duydum. Şaşkınlığı her hareketinden belli olan Kahverengi umutsuzca başını yere eğdi. Yine ihanet etmişti bu kez tüm halkına!

Gri yoğunluk kötücül bir rüzgâr eşliğinde ağaçları köklerinden söke söke geliyordu. Patlamalar duyuluyordu sarsıntıların arasından. Çığlıklar kulaklarımızı tırmalıyordu. Bunlar çocuklarımızdı, ölüyorlardı. Grilik önüne çıkan her rengi acımadan kendi soğukluğuna hapsederek metalik korkunç bir gürültüyle yaklaşıyordu. “Hazır olun!” diye bağırdım kadimlere. Onları beklemekten sıkılan renklerim kılıçlarını havada döndürerek yürümeye başladılar. Renklerimizi birbirimizin korumasına emanet ettik. Artık tek vücuttuk. Ben onları içime çekip tekrar havaya verdikçe daha da güçleniyorlardı. Griliği yararak ilerlemeye başladık. Attıkları tiz çığlıkları duymak bile içimi üşütüyordu. Çarpık bedenleri ve ölüm kokan varlıkları ruhumu kaldırıyordu.

Çarpışma tüm yoğunluğuyla devam ederken ölen renklerim içimdeki enerjiyi kemirmeye başlamıştı. Demir yumruk misali yağıyordu grilik gökyüzünden üzerimize. Onların yok oluşlarını hissetmek o kadar büyük bir acı veriyordu ki kendi haykırışlarım çarpışmanın şiddetinden daha güçlüydü. Acı bir ara tökezleyip yere kapaklanmama sebep oldu. Üzerime gelen griliği ve elindeki girintili çıkıntılı metali göremeyecek kadar zayıflamıştım. Ölüme yakın olmak buymuş dedim içimden. Akılımda tek bir şey vardı. Yeşil! Gözlerimi kapatıp onun sıcaklığını hayal etmeye başladım. Sonra metali bedenimde hissetmediğimi algılayınca gözümü açtım. Grilik hızla kırmızıya bulanıyordu. Sonunda önümde heybetle duran Kırmızı gülümseyerek konuştu. Sesi çarpışmanın etkisiyle daha da derinden geliyordu. “Bu seni kaçıncı kurtarışım oldu kralım? Acıyı içine göm dost, biz seninleyiz!”

Etraf yeniden renklere bürünmeye başladığında acımda azaldı. Grilik giderek yatışmaya başlamıştı. Sayıları yine de çok fazlaydı. Lakin saldırı geçmiş gibiydi. Bir anda dinen rüzgârla beraber bizde derin derin soluyarak birbirimize yaslandık. Ama kalbim neden hala tehlikeyi fısıldıyordu? “Ters giden bir şeyler var!”dediğimde sarı nefes nefese bana baktı. O sırada metalik uğursuz ses konuştu. “Kılıçlarınızı bırakın kadimler yoksa bu çocuk bir daha yansıyamaz!” dualar ederek döndüm sesin geldiği yöne. Yeşil griliğin örümcek ağı misali yayılan varlığının tam ortasında kıvranıyordu. Tam olarak toparlanamayan ruhu şimdi tamamen gücünü yitirmişti. Onun bu hali ruhumu öyle bir yaraladı ki kılıcım istemsizce elimden düştü. Bu tepkimi gören olmayan sinsi bir kahkaha koyuverdi dağılan rüzgâra. “Ne oldu Siyah yoksa üzüldün mü?”

Kadimleri arkamda bırakıp bir adım öne çıktım. Vücudumu dikleştirip “Onu bırak o sadece çocuk. Yok, edersen yenisi doğacak. Kadim olması bunu değiştirmez! Âlemimi terk et olmayan! Burada sana verecek hiçbir varlık yok!” grilik o anda Yeşili daha da sardı. Attığı zayıf çığlık ruhuma diz çöktürmeye yetmişti. Kırmızı arkama geçip elini omzuma koyduğunda ilk kez kararları verenin ben olmamasını dilemiştim. Bana iyice sokulan dost fısıldadı” Bırak Siyah çok fazlalar ve daha fazla renk dökemeyiz. O yeniden doğacak.” İlk kez çiğ taneleri döküldü ruhumdan. Kırgın sesim zar zor duyuluyordu.”Ama o benim Yeşilim olmayacak!” Kırmızı anladığını belli edercesine omzumu sıktı. “Onun için ne kadarından vazgeçersin, dost? “Biz” dediğinde tüm kadimler beni selamladılar. “Seninleyiz, sonuna kadar!”

Yapamazdım. Bunu tercih edilir yanı yoktu. Tek çare vardı bildiğim. Gözlerimle etrafı taradım lakin vakit kazanmak istiyordum. Beyazın pişman ve korkulu ışığı yansıdı benliğime. Başımı kaldırıp olmayana seslendim.”Al onu, senindir!” attığı çirkin kahkaha etrafımızda döndü durdu bir süre. Gri bulutları dağılmaya başladı hızla. Güneş parlayan yüzünü göstermek için öne çıktı. Açılan yokluk yolu belirdiğinde Yeşil artık kımıldamıyordu. Kılıcımı Kırmızıya teslim edip hızla yokluk yoluna doğru koştum. Kadimlerin haykırışlarını duydum bir an. Yeşili kollarında tutan griliğe sıkıca tutunup onu içime çektim yokluk yolu bizi âlemimizden ayırırken. Yeşilin hala sıcak olan rengine sarıldım. Doya doya bastım onu bağrıma. Yeniden doğacaktık. Başka siyah ve başka yeşil olarak bundan emindim. Ama o benim yeşilimdi. Artık zaman ve mekân yoktu. Zaten onsuz olmasının da bir anlamı yoktu!

Yeşil Siyah” için 3 Yorum Var

  1. Çok duygusal, çok şık, çok içten ve çok samimi… Daha önce de hikayelerinize konuk olan kadimleri farklı bir açıdan görmek çok güzel bir deneyimdi. Kalemize sağlık…

  2. Merhaba,

    Rengârenk bir öykü olmasına rağmen, pek de neşeli değil gibiydi. Kaleminize sağlık. İki küçük eleştirim var. Bağlaç olan “de”lerde kimi zaman problem yaşamışsınız; bu epey huzursuzluk veriyor bana. Bir diğeri de, anlatım Yeşil’den Siyah’a geçerken küçük bir işaretle falan bunu belirtseymişsiniz keşke; böyle kaptırmış giderken bir anda karakter değişince bocalıyor insan. 🙂

    Eleştiri ve duygu dozu yüksek bir hikâyeydi. Tebrik ederim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *