ilham alınan eser
YÜZÜKLERİN EFENDİSİ
Haladgir taht salonuna açılan koridorun gölgeleri arasında sessizce bekliyordu. Küçük hobbit yeminini bitirmiş ve Lord Denethor’a bağlılığını bildirmişti. “Zavallı küçük adam…” diye düşündü Haladgir. “Ne üstüne yemin ettiği konusunda hiçbir fikri yok.”
Gölgelerin arasında bir yaprağı bile kıskandıracak sessizlikte hareket ederek kapıya iyice yaklaştı. Denethor’un sofraya oturuşunu ve hizmetkarların son tabakları da masaya bırakışını seyretti.
“Surların dışındaki savunma hatlarımızı bu kadar kolay terk etmememiz gerektiğini düşünüyorum.” dedi Denethor. “Ağabeyin o savunma hattını ele geçirmek için canını tehlikeye atmıştı.”
“Ne yapmamı istersiniz Lordum.” dedi Faramir her zamanki ağırbaşlılığıyla. Lord Denethor’un imasını anlamış olmalıydı ki sesi titremişti. İmayı Haladgir de gayet iyi anlamıştı. “Osgiliath’ın canı cehenneme.” dedi içinden ve daha iyi duymak için girişe biraz daha yaklaştı.
“Osgiliath geri alınmalı.” dedi Denethor. Tabağını sofradaki zengin yiyeceklerle doldurmaya devam etti. Surların içinde halk açlıktan kırılırken, kendisi karnını tok tutma konusunda fazlasıyla bonkördü.
“Osgiliath işgal altında Lordum.” dedi Faramir, babasına karşı çıkarak. Haladgir bulunduğu noktadan Faramir’in sadece sırtını görebiliyordu. Ama sesindeki umutsuzluktan, yüzünün nasıl göründüğünü tahmin edebiliyordu.
“Savaşlarda gerekirse büyük riskler alınmalıdır.” Denethor duygusuz bir ifadeyle söylemişti bunu. Tatlı domateslerin fazlalıklarını ayıklayarak tabağına bıraktı.
“Lordunun isteklerini yerine getirebilecek bir komutan kalmadı mı bu yerde?” diye iğneleyici bir tonda sordu Faramir’e. Bir süre sessizlik oldu.
“Yerlerimizin değişmesini isterdiniz değil mi?” diye sordu Faramir. “Ağabeyimin hayatta olmasını, yerine benim ölmemi isterdiniz.”
Haladgir saklandığı yerde yumruklarını ve dişlerini sıktı. Lanetli krallığın deli vekilharcı yine her şeyi berbat etmişti. Faramir’in sorusuna vereceği cevabı, Haladgir çok iyi biliyordu. “Ahmak!” diye geçirdi içinden. Lord Denethor onu yanıltmadı.
“Evet… İsterdim.” dedi ve şarabından büyük bir yudum aldı. Kendi öz oğluna karşı nasıl böyle duygusuz olabildiğini Haladgir’in aklı bir türlü almıyordu.
Faramir’in yüzünü göremese de gözlerinin dolduğunu anlayabiliyordu. “Boromir aramızda olmadığına göre, onun yerine elimden geleni yapacağım.” derken sesi titriyordu.
Eğilerek selam verdikten sonra, lordunun huzurundan ayrılmak üzere arkasını döndü. Ağır adımlarla ilerlerken tekrar dönerek bir zamanlar onu seven babasına baktı.
“Eğer oradan canlı olarak dönersem, umarım benim hakkımda daha iyi düşünürsünüz… Baba.” dedi Faramir ve koridora yöneldi.
“Bu, zaferle dönüp dönmemene bağlı.” Haladgir, Lord Denethor’un bu son sözleri karşısında yüzünü ekşitti. Kafasını çevirip yere tükürdü ve bulunduğu yere doğru yürüyen Faramir’i karşılamak üzere aydınlığa çıktı.
“Komutanım!” dedi ve başıyla selam verdi.
Faramir başını öne eğmişti ve Haladgir’in yüzüne bile bakmadı. “Haladgir… Bizi mi dinliyordun?” diye sordu yürümeye devam ederken. Haladgir bir adım arkasından onu takip etmeye başladı.
“İstemeden kulak misafiri oldum komutanım.” Yürürken bacağına çarpmasın diye bir eli kılıcının kabzasında duruyordu. “Gerçekten de Osgiliath’a saldıracak mıyız?”
Faramir aniden durunca Haladgir şaşırdı ve komutanının önünde kaldı. Dönüp bu bilge savaşçıyla yüzleşti.
Faramir’in gözleri kızarmıştı ve her zaman düşünceli olan yüzü şimdi eskisine kıyasla daha da düşünceli vaziyetteydi. Elmacık kemikleri, yüzüne dökülen güneş rengi saçlarının yarattığı gölgelerle gizlenmişti. Çattığı kaşları öfke değil, çaresizlik ifadesi taşıyordu.
“Lordumuzun emrettiği gibi olacak.” dedi Faramir. “Her zaman olduğu gibi.”
“Bunun intihar olduğunu ikimiz de çok iyi biliyoruz Faramir.” dedi Haladgir. Faramir gözlerini yerden kaldırarak Haladgir’e baktı. “Bunu sana bir askerin olarak değil, bir dostun olarak söylüyorum. Eğer Osgiliath’a elimizi kolumuzu sallayarak gidebileceğimizi düşünüyorsa, Lord Denethor gerçekten de keçileri kaçırmış demektir.”
Faramir bir süre arkadaşının gözlerine baktıktan sonra koridorun sağındaki geniş pencereye yöneldi. Kollarını pervaza dayayarak sabah güneşinin yüzüne akmasına izin verdi.
“Gelmek zorunda değilsin, Haladgir. Bu senin değil, benim savaşım.” dedi Faramir.
“Saçmalık! O çarpık yaratıklara karşı yapılan her savaş, benim de savaşım.” Faramir’in yanına gelerek elini omzuna koydu. “Ama bu bir savaş olmayacak. Oraya idam edilmeye gönderiliyorsun.”
Faramir dışarıyı seyretmeye devam etti. “Benim kastettiğim savaş o değil. Abimin gölgesiyle savaşıyorum.” Acı acı başını salladı. Kum rengi gözlerinden akan bir damla yaş, dudağının üstündeki ince bıyığına karıştı.
“Artık onun emirlerine kulak vermek zorunda değilsin. O sadece Gondor’un vekilharcı ve gerçek kral geri dönmek üzere.” Haladgir’in bu sözleri üzerine Faramir sertçe başını çevirdi.
“O benim babam, Haladgir!” Bağırdığını fark ederek utanan Faramir, tekrar dışarıya baktı. “Gondor’un gerçek kralları asırlar önce öldü. Aragorn denilen adam belki kralın soyundan geliyor olabilir, ama bu hiçbir şeyi değiştirmez. Burada sadece biz varız. Ben etrafta kral falan görmüyorum.” Sesinde hiç hiddet yoktu. Sadece çaresizlik ve ümitsizlik vardı. Haladgir başını eğerek, elini Faramir’in omzundan çekti.
“Emirleriniz nedir komutanım?” diye sordu.
“Osgiliath geri alınacak. Eski garnizondan geriye kalan tüm askerleri bir araya topla. Atlar hazırlansın.” Pencerenin önünden çekilerek güneşe yol verdi. Ortak salona doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladı.
“Gondor’un şanına yakışır bir saldırı gerçekleştireceğiz. Atalarımız bizimle gurur duyacak.” Kapıya iyice yaklaştığında kendi kendine fısıldadı. “Umarım babam da gurur duyacak…”
Tam kapıdan geçmek üzereyken karşısına beyaz sakallı ve cüppeli dev gibi bir adam çıktı. Elinde tuttuğu uzun asa ile kenara çekilerek Faramir’e yol verdi. Kendisine selam bile vermeden geçen savaşçının arkasından kısa bir süre baktıktan sonra, koridorun ortasında bekleyen Haladgir ile göz göze geldi. Tam o esnada cübbesinin kolundan düşen, küreye benzeyen bir cismi büyük bir panikle havada yakaladı.
“Ucuz atlattık!” diyerek anında alnında biriken terleri elinin tersiyle sildi. “Faramir’in yüzündeki ifadeyi hiç sevmedim. Neler oluyor?” diye sordu ak büyücü.
“Mithrandir…” Haladgir saygıyla başını eğerek büyücüyü selamladı. “Lord Denethor bizi ölüme gönderiyor. Bu saçmalığa ancak sen bir son verebilirsin.”
Büyücü beyaz kaşlarını öyle bir çattı ki, ikisi bir araya gelip alnının ortasında uzun bir köprü oluşturdular.
“Sakın bana Osgiliath’a saldırı emri verdiğini söyleme, Haladgir!” Haladgir büyücünün sözlerine karşılık başını olumlu bir biçimde sallayınca, dev vücut öfkeyle kasıldı.
“Bu krallıkta aklı selim hiç kimse kalmadı mı ha?” diyen büyücü Haladgir’i asasıyla kenara iterek taht odasına doğru yürümeye başladı. Haladgir, büyücünün lordu ikna edebilmesi için sessiz bir dua mırıldandı.
* * *
Büyücü, taht salonuna girer girmez önce hobbiti gördü. Yemek masasında sinir bozucu bir gülümsemeyle oturan Denethor’un hemen yanında ayakta bekliyordu.
“Pippin! Dışarı!”
Hobbit hiç tereddüt etmeden küçük adımlarıyla çıkışa yöneldi. Büyücünün yüzündeki öfkeyi görünce panikleyerek koşmaya başladı. Ayakları birbirine dolanınca tökezlese de, hızlıca salondan ayrılmayı başardı.
“Vekilharç Denethor! Derhal bu saçmalığa bir son vereceksin!” Büyücünün sesi her kelimede daha gür çıkıyor, gövdesi uzayarak tüm salonu kaplayacakmış gibi oluyordu. Salon her vurguda daha da karanlık hale geliyor, sanki salondaki tüm ışık korkarak kuytu köşelere saklanıyordu. Denethor’un yüzündeki gülümseme solsa da sakince oturmaya devam ediyordu.
“Ak Gandalf… Ben de durduk yere neden midemin ekşidiğini merak ediyordum.” Denethor sandalyesinden kalkarak sakince tahta yöneldi.
Gandalf normal görünümüne dönerken yüzündeki öfke yerini şaşkınlığa bıraktı. Salon tekrar aydınlandı. Çabuk toparlanan Gandalf tahtın karşısına doğru yürüyerek, henüz oturmuş olan Denethor’un önünde dimdik durdu.
“Midenin ekşimesi, oğlun ölüme giderken umursamazca yediğin bir masa dolusu yemekten olabilir mi?” diye sordu imalı bir şekilde.
“Osgiliath geri alınmalı. Burada hiçbir şey yapmadan bekleyemeyiz. Rohan bizi yüz üstü bırakmışken olmaz.” Denethor elini aynı umursamazlıkla sallayarak Gandalf’a bakmaya devam etti. “Oğlan, Boromir’in emeklerini daha önce 1 kez heba etti. Kendisini affettirmeli.”
“O senin oğlun!” derken Gandalf’ın sesi titredi. Denethor’un rahatlığı ona çok mantıksız geliyordu.
“Benim oğlum öldü, Ak Gandalf!” Denethor tahtından öfkeyle doğruldu. Bağırışı yüzünden salondaki yanmayan şamdanlar titredi ve masadaki boş tabaklar sallandı. Gandalf etrafına bakarken şaşkınlığı iyice artmıştı.
“Benim oğlum senin ve sana eşlik eden küçük, değersiz hobbitlerin yüzünden öldü!” Denethor sakinleşerek tahtına geri oturdu. Karşısında ağzı açık duran Gandalf’a tiksintiyle karışık bir ifadeyle bakıyordu. Konuşurken alt dudağı titriyordu. “Oğlumu artık hiçbir şey geri getiremez. En azından ona ait olan topraklar geri alınmalı.”
“Sen delirmişsin! Bir avuç adamla Osgiliath’ı geri alamazsın. Karşında nasıl bir ordu olduğunu bilmiyor musun?” Gandalf çaresizce tahta yaklaştı. Denethor güçsüz kollarıyla tahtın yanında yaslı duran kılıcına uzandı.
“Daha fazla yaklaşma pis büyücü! Elbette karşımda nasıl bir ordu olduğunu biliyorum. Sen uzun kulaklı elflerin yanında keyif sürerken, ben her gün karşımda büyüyen o korkunç kaleyi ve üzerindeki karanlığı izledim.” Kılıç artık elindeydi ve tekrar ayağa kalkarak Gandalf’ın karşısına yürüdü. “Göz, her geçen gün daha güçlendi. Etrafa yaydığı o habis güç ve çürümüşlük kokusu günden güne daha da arttı. Mordor bizi içten içe yiyip bitirirken sen neredeydin? Elf dostların neredeydi? Gerçek kral dediğin o kolcu neredeydi, Ak Gandalf?”
Gandalf ile Denethor’un arasında artık sadece lordun elindeki kılıç duruyordu. Gandalf sakin kalmaya çalışarak önce kılıca sonra Denethor’a baktı.
“Bana büyüklük taslama Ak Gandalf. Ben dünyanın geri kalanıyla ölümün arasında hüküm sürüyorum. Hatırlayabildiğimden daha uzun zamandır, her sabah ölümle burun buruna uykudan uyanıyorum.” Kılıcı zorlukla kaldıran Denethor, ucunu Gandalf’ın göğsüne dayadı.
“Osgiliath geri alınacak. Son sözümü söyledim!”
Gandalf Denethor’un deli gözlerine son kez baktıktan sonra içini çekerek arkasını döndü. Bu adamı kararından döndürmenin bir yolu yoktu. Faramir’i bulması ve gitmemeye ikna etmesi gerektiğini biliyordu. En azından mantığın sesine kulak vermesini diliyordu.
* * *
Asker kışlasındaki ölüm sessizliği dakikalar boyunca sürdü. Umutsuz gözler, ifadesiz bakışlar taşıdılar. Her ne zaman iki çift göz birbiriyle karşılaşsa, utanç içinde başka yönlere çevrildiler. Herkes korkuyordu. Korkmaktan utanıyor, ama bu habis duyguyu önleyemiyorlardı. Korku onların ruhunu yavaş yavaş kemiriyor ve bedenleri içi boş bir tabuta dönüşüyordu.
Haladgir kılıcını bilemeye başladığında çıkan iç gıcıklayıcı ses, bazı askerlerin irkilmesine sebep oldu. Önce kılıca ve bileyi taşına, ardından Haladgir’e baktılar.
“Ölmekten mi korkuyorsunuz?” diye sordu Haladgir. Bu kez tüm başlar yerden kalktı ve tüm gözler onunkilerle buluştu.
“Hayır Osgiliath Şampiyonu. Acı çekmekten korkuyoruz.” dedi Morender isimli asker. Haladgir’e halk arasında bilinen unvanıyla hitap ederek saygısını gösterdi. Savaşçı, bu unvanı orc istilası esnasında Osgiliath Köprüsü’nü yıkarak kuleyi koruduğu için almıştı.
Morender, kömür rengi uzun saçlarını tam tepeden ikiye ayırarak taramıştı. Dar ama güçlü omuzları, bu kez çökmüş görünüyordu. Bir süre Haladgir’i izledikten sonra tekrar boşluğa bakmaya başladı.
“Acı, hala canlı olduğunuzu hatırlatır. Hala karşı koyabilecek ve savaşabilecek durumda olduğunuzu gösterir.” diyen Haladgir adamların yüzlerine tek tek baktı. “Acı çekmekten korkmayın. Eğer canınız yanıyorsa bu, başkalarını acıdan koruyabilecek gücünüz olduğu anlamına gelir.”
Adamlardan bazıları hemen duruşlarını dikleştirdiler. Haladgir’in sözleri, onları kendine getirmiş gibiydi. Bazılarıysa hala sanki kalplerinin üzerinde bir el varmış ve tüm gücüyle sıkıyormuş gibi yüzlerini ekşitiyorlardı.
Faramir’in içeri girişiyle herkes ayağa kalkarak komutanlarını selamladı. Faramir askerlerin yüzlerini tek tek incelerken çok sakin görünüyordu. Sanki tüm hırslarından, duygularından arınmış gibiydi. Tam arkasında bulunan kapıdan giren öğlen güneşi, omuzlarında bir inci gibi parlayan ışık huzmeleri yaratıyordu.
“Osgiliath…” dedi ve askerlerin arasında yürümeye başladı. “İnsan krallıklarının en yüce başkentiydi bir zamanlar. İlim ve sanatın kalbi o mızrak gibi iki kulenin kanatlarının altında atardı. Cüce kralları bile Osgiliath şehrine hayranlardı.” Bir an duraksayarak kafasını yere çevirdi. Eliyle çenesini kavrayarak, düşünceli bir ifadeyle kışlanın taşlarını inceledi.
“O ilim ve sanat yuvası, insanlık tarihinin en güzel anılarının mimarı şimdi işgal altında. Lekelendi…” Kafasını kaldırıp askerlerine baktı. Hepsi dimdik duruyor ve dikkatle komutanlarını dinliyorlardı.
Faramir ellerini arkasında birleştirerek tam adamlarının karşısında durdu. “Ama bu hiç önemli değil. İnsanlar yeryüzünde hüküm sürmediği sürece, bir daha ne ilim ne de sanat olacak. Kaybedilmiş her şey geri kazanılabilir. Ama tamamen yok olmuş hiçbir şeyi geri getiremezsiniz.”
“Belki Osgiliath’ı geri alıp mirasımızı kurtaramayabiliriz. Ama o lanetlenmiş yaratıklara çekiç gibi bir darbe indirebilir ve insanlığa biraz daha umut getirebiliriz.”
Haladgir Faramir’in gözlerinin içine baktı. Tıpkı oradaki diğer askerler gibi, o gözlerdeki samimiyeti ve inancı gördü. Ama o, tüm bunların altında bir hayal kırıklığı da gördü.
“Bizim için güneş tekrar doğmayabilir. Ama bizim bu mücadelemiz sayesinde, o güneş bir daha hiç batmayabilir. Ölmekten değil, yenilmekten ve acı çekip acı getirmekten korktuğunuzu görebiliyorum.” Askerler Faramir’e şaşkınlıkla baktılar. Sözlerini daha dikkatle dinlemeye başladılar. Komutanlarının, kalplerinden geçeni bu kadar rahat anlayabilmesi onları heyecanlandırmıştı.
“Bunlardan korkmayın. Aksini gerçekleştirme ihtimalinizden dolayı kendinizle gurur duyun. Siz Gondor’un cesur savaşçılarısınız ve insanlığın geriye kalan az sayıdaki umutlarından birisiniz. Omuzlarınızı asla düşürmeyin, korkuya asla boyun eğmeyin. İnsanlık için en asil mücadelemizi vermeye gidiyoruz!”
Son sözleri askerlerin coşkulu bağırışlarının arasında kayboldu. Faramir kılıcını havaya kaldırıp askerlerini selamladıktan sonra kışlanın kapı önüne çıktı. İçerdeki askerler birbirlerine sarılıp şans dilerlerken, Haladgir Faramir’in yanına geldi.
“İyi konuşmaydı. Zırhını giyerken mi hazırladın?” diye sordu Faramir’e. Faramir hüzünlü bir gülümsemeyle karşılık verdi.
“Bu konuşmanın gerçekleri ifade ettiğini umuyorum. İnanmak istiyorum.” diye cevapladı onu Faramir. Dostuna dönerek elini omzuna koydu. “Benim yanımda ölecek misin?” diye sordu.
Haladgir de onun hareketini taklit ederek Faramir’e baktı. “Senin yanında savaşacağım.” dedi ve gülümsedi. Birbirlerine sarılıp, sırtlarına vurdular. Askerler kışladan çıkarken atlarına atlayıp son hazırlıklarına başladılar.
* * *
Minas Tirith’in kuleleri, aralarından geçmekte olan 100 atlı için göz yaşı döktüler ve o göz yaşlarının damladığı toprakta bembeyaz sümbüller açtı. Sümbüller neredeyse boy verdikleri gibi boyunlarını büktüler. Hem askerlere saygılarını sundular, hem de onlar için yas tuttular. Ve o beyaz sümbüller, askerler Minas Tirith kapılarına yaklaşırken karardılar. İnsanların da yüzleri karardı ve gözleri gölgelerin arasına saklandı. Çünkü sonbahar yağmuru gibi dökülen göz yaşlarını bu cesur savaşçıların görmesini istemediler. Onların fedakarlığına gölge düşürmediler.
Bir kadın elindeki çiçekle atlılardan birine yaklaştı. Beyaz çiçeği askere uzattıktan sonra geri çekildi. Asırlardır çıkılan her seferde, yapılan her taarruz öncesinde, Minas Tirith askerlerinin üstlerine kulelerden çiçek yaprakları atılırdı. Askerler zafere uğurlanır ve yüzlerde gülümsemeler olurdu.
Bu defa her şey çok farklıydı. Askerleri ölüme uğurluyorlardı ve en gencinden en yaşlısına kadar herkes bunun farkındaydı.
Haladgir, kalabalığın arasından kendine yol açmaya çalışan büyücüyle göz göze geldi. Çok kısa bir süre sonra kuşatma altına gireceğine emin olduğu Minas Tirith’ten 100 askerin ayrılacağını duyunca adam adeta 10 yaş daha yaşlanmıştı. Sakalları bir karış daha uzamıştı. “Merak etme, Mithrandir. Minas Tirith dayanacaktır. Bugüne dek çok zor savaşları hasar görmeden atlattı.” demişti Gandalf’a.
“Bugüne dek bu kadar zor bir savaş görmedi Haladgir.” diyen Gandalf öfkeyle yanından ayrılmıştı.
Gandalf, Faramir’e doğru koştu. Atını durdurmayan Faramir’in yanında yürürken bir yandan da kalabalığın arasında kendine yol açmaya devam ediyordu.
“Faramir! Babanın istediği tamamen delilik. Hayatını bu kadar kolay heba etme.”
Faramir büyücüye hiç bakmadan at sürmeye devam etti. Boynu bükük Gondor’luların ne hissettiğini o da çok biliyordu. Ölüme at sürdüklerinin farkındaydı.
“Sadakatim buraya değilse nereye ait? Bu şehir Numenor’luların şehri. Onun güzelliğini, hatırasını ve bilgeliğini korumak için gerekirse canımı veririm.” Faramir atını tırısa kaldırarak hızlandı. Sözlerini ve Gandalf’ı geride bıraktı.
Gandalf koşturmaktan vazgeçerek Faramir’in arkasından seslendi.
“Baban seni seviyor, Faramir.”
Son cümlesini ise çok kısık bir sesle söyledi. Tam yanından geçmekte olan Haladgir bu sözü gayet net duyabildi. “Her şey sona ermeden önce bunu hatırlayacak.”
Ve büyücü o esnada Haladgir’i fark ederek onun yanına doğru koştu. Cübbesinin altına uzanarak küçük cam bir küre çıkardı ve Haladgir’in eline tutuşturdu.
“Buna ihtiyacın olacak. Onu korumak için kullan.” dedikten sonra çekilerek kalabalığa karıştı. Haladgir şaşırarak bir süre elindeki küreye baktı. İçinde sanki kalpmiş gibi atan kırmızı ve şekilsiz bir madde vardı. Haladgir ne olduğunu bilmiyordu ve düşünebilecek durumda değildi. Zırhının içinde kalan boynuna asılı keseye koyduktan sonra Faramir’in sırtını seyretmeye devam etti.
Minas Tirith kapılarından çıkan atlılar, yanaşık düzene geçerek atlarını eşkin yürüyüşe geçirdiler. Haladgir göremiyor olsa da, Osgiliath’ı istila eden yaratıkların sinsice sırıttıklarını ve silahlarına davrandıklarını hissedebiliyordu. Tam yanında bulunan Faramir, taştan oyulmuş gibi sert ve ifadesizdi. Hiçbir komut vermeden atını hızlandırdı. Diğer atlılar da ona uydular.
Haladgir, Osgiliath duvarlarının arasında mevzilenen orkları gördüğünde nefesini tuttu. Artık 4 nala gidiyorlardı ve ellerinde yaylarıyla, çirkin suratlı yaratıkların hepsi oklarını atlılara doğrultmuşlardı. Haladgir sessiz bir dua mırıldanarak atının sırtına iyice yaslanıp hızlandı. Bir vızıltı duymasıyla yanında at süren ilk askerin atından düşmesi bir oldu.
Ardından bir sürü asker daha atıyla beraber devrildi. Artık Osgiliath’a çok yaklaşmışlardı. Arkasına bakamıyordu ama sayıca iyice azaldıklarını tahmin edebiliyordu. Orklar kendilerine yaklaşan atları görünce şehrin iç taraflarına doğru kaçmaya başladılar. Sokağa ilk Faramir girdiğinde, Haladgir hemen arkasındaydı. Binaların kenarlarından fırlayan orklar, çarpık kılıçlarını sallayarak üzerlerine atıldılar. Haladgir sakince ilk orku ikiye böldükten sonra kılıcını diğer taraftan saldıran ucubeye salladı. Faramir ise önünde sıralanmış orkların üzerine sürdüğü atıyla, etrafı kan gölüne çevirmişti.
Haladgir bir an için arkaya bakmaya cesaret etti ve göz ucuyla Minas Tirith’ten çıkan askerlerin hemen hemen yarısının şehre yetişebildiğini fark ederek rahatladı. Tekrar savaşa konsantre olan Haladgir atıyla Faramir’in ardından meydana doğru ilerledi. Meydandaki manzara, hazırlıklı olduklarından çok farklıydı. Binlerce ork sırıtıyor ve kılıçlarını kalkanlarına vuruyordu. Tam önlerinde ise dev kanatlarıyla nazgul ve üzerinde kambur vaziyette oturan binicisi bulunuyordu.
Haladgir oturduğu eyerin üzerinde titredi. Faramir ise manzarayı sanki fark etmemiş ya da umursamıyormuş gibi atını kanatlı yaratığa ve binicisine doğru sürdü. Önüne çıkan orkları sanki hiçbir şeymişler gibi kılıcıyla lime lime etti. Haladgir önündeki orklara konsantre olarak nazgul’u aklından çıkarmaya çalıştı. Kanatlı yaratık böğürerek Faramir’e doğru atılınca dikkati dağıldı ve bir ork tarafından atından aşağı çekildi.
Bir an için dünyası kararmıştı. Gözleri tekrar görmeye başladığında üstüne zıplayan orku gördü ve kılıcını karnına sapladı. İçinden geçen kılıcı fark eden orkun gözleri irileşti ve kılıçla beraber yana devrildi. Haladgir hemen ayağa kalkarak kılıcını ölü orkun bedeninden kurtardı ve ileri atıldı. Faramir’in atı kanatlı yaratığın ağzından cansız biçimde sallanıyordu. Faramir ise elinde kılıcıyla binicinin karşında dikiliyordu. Angmar’ın cadı kralı, bineğinden inmiş ve Faramir’in meydan okumasını kabul etmişti.
Haladgir etrafındaki savaşçıların çaresiz mücadelelerini göz ardı ederek önüne çıkan orkları kesmeye devam etti. Giderek et değil, sanki bir bataklık çamurunu kesmeye çalışıyormuş gibi hissetmeye başlamıştı. Üstü ork kanıyla kaplıydı.
Faramir ve cadı kralın kılıçları havada çarpıştı. Arkada bekleyen orklar coşkuyla uluyarak silahlarıyla ritim tutmaya devam ettiler. Faramir korkusuzca ilerliyor ve cadı kralı gerilemeye zorluyordu.
Haladgir, Faramir’e arkadan gizlice yaklaşan bir orka tekme atarak yere yıktı. Yerde kıvranan yaratığı kılıcıyla deldikten sonra kendisine saldıran bir diğer orkla çarpıştı ve yuvarlandılar. Ortalık iyice karışmış, Minas Tirith’in askerleri çemberin içine alınmışlardı.
Haladgir, boğazını sıkmakta olan orkun yüzüne okkalı bir yumruk geçirip üzerinden attı. Kılıcını aldığı gibi ayağa kalkarak yaratığın kafasını bedeninden ayırdı. Ve gördüğü manzara karşısında yüreği coşkuyla doldu.
Kalkanı kırılmış olan Faramir, üzerinde güneşin parıldadığı zırhıyla dimdik ayakta duruyordu. Cadı kral ise yerde sırt üstü yatıyordu ve kılıcı ortalıkta görünmüyordu. Orklar uluyarak Faramir’e doğru ilerlemeye başladılar. Ve Haladgir, hayatında duyduğu en tüyler ürpertici sesi duydu. Cadı kralın sesini.
“Bir nazgul ile avının arasına girmeyin.” Hırıltılı bir sesle söylenmiş bu cümle orkları o kadar korkuttu ki sıralarını bozarak geriye doğru koştular ve öncekinden daha uzakta pozisyon aldılar.
Askerlere saldırmakta olan orklar da korkmuş ve gerilemişlerdi. Bir anlık açıklıktan faydalanan askerler tekrar toparlanarak saldırıya geçtiler. Haladgir, savaşçıları takip etmeden bir an önce, cadı kralın doğrulmakta olduğunu gördü. Bineğinin yan tarafında asılı olan dev gürzünü alarak, kendisini korkusuzca bekleyen Faramir’e yönelmişti.
Haladgir Faramir için dua ederek önüne çıkan orklara saldırmaya devam etti. Öleceklerini biliyordu. Ama öldürebildikleri kadar ork öldürmeleri gerektiğini de biliyordu. Ve karşılarındaki manzara, ne kadar öldürürlerse öldürsünler yeterli olmayacağını anlatıyordu.
Akılsız Denethor’a küfrederek, kendilerine Osgiliath’tan çıkan bir yol açmaya çalışan askerlere katıldı. En öne fırlayarak kılıcını savurmaya devam etti. Faramir’le araları açılmaya başlamıştı.
“Faramir! Kaçmamız gerek!” diye bağırdı. Faramir ise cadı kralın bir sağa bir sola savurduğu korkunç gürzünden kaçmaya çalışıyor ve bir yandan da dengede kalmaya gayret gösteriyordu. Hiç oralı değilmiş gibiydi ya da konsantrasyonunu tamamen dövüşe vermiş olmalıydı. Cadı kralı öldürebilse bile, ki bu imkansızdı, oradan kurtulması mümkün olmayacaktı. Askerlere devam etmeleri için cesaretlendirici sözler bağırdıktan sonra geri döndü ve Faramir ile cadı kralın etrafını saran orkların arasına daldı. Kendisini fark etmeyen orklardan bir kaçını anında öldürdü. Orklar çirkin olabilirlerdi ama aptal değildiler. Hemen Haladgir’in etrafını sardılar. Bu sırada Faramir’in kılıcı cadı kralın zırhına gömüldü. Ama Haladgir buna sevinemedi.
Çünkü Faramir acı içinde kolunu tutarak kendini yere attı. Yerde kıvranan dostunu gören Haladgir, her şeyin bittiğini anladı. Cadı kral zırhlı ayaklarını yere vurarak Faramir’in başına dikildi. Orklar uluyarak tepinmeye başladılar. Haladgir önündeki son iki orku tek bir hamleyle yere serdikten sonra elini göğsüne daldırdı. Kırmızı küreyi çıkarıp ileri atıldı.
“Gondor için!” Ve elindeki küreyi karşısındaki orklara doğru fırlattı. Küre yere çarptığı anda büyük bir gürültüyle ve şiddetle patladı. Cadı kral da dahil etrafında ayakta duran ne varsa havaya uçtu. Kendisi de yere düşerek sersemleyen Haladgir, göz ucuyla hareketsiz yatan Faramir’i gördü. Hemen kalkarak dostunun yanına koştu.
Hiç soru sormadan Faramir’i sırtlayarak koşmaya başladı. Çaresizce debelenen atlarından birini sakinleştirmek için Faramir’i yere indirdiğinde, dostu gözlerini açmıştı.
“Haladgir? Ne oldu bana?” Yüzü çok soluk görünüyor ve titriyordu. Haladgir yanıt vermeden atla uğraşmaya devam etti. Birazcık daha sakinleşmiş görünen hayvanı bırakıp Faramir’i yerden kaldırdı.
“Lordum. Seni sağa salim Minas Tirith’e götürmeliyiz.” Haladgir, Faramir’i atın yanına getirerek üstüne oturmasına yardım etti. Etrafta hala bir kaos yaşanıyordu. Kürenin patlaması Gondor’lu savaşçıları da afallatmış ve ilerleyişi yavaşlatmıştı. Ama bir açıklık net biçimde görülüyordu. Nihayet Osgiliath’tan bir çıkış vardı.
Küre’nin çarptığı yerde ise ayakta hiçbir şey kalmamıştı. Ön saflardaki orkların tamamı ölmüş ve parçalanmış, geride bekleyenler ise yerden yeni yeni kalkıyorlardı. Sadece tek bir vücut haince ayakta bekliyor ve doğruca Faramir’e bakıyordu.
Faramir atının üstünde yavaşça dönerek cadı krala baktı. Bir süre bakışlarıyla birbirlerine kenetlendiler.
“Babama zafer sözü verdim Haladgir. Osgiliath’ı geri almam gerek.” Güçsüzce atını cadı krala doğru çevirmeye başladı. Haladgir toplanmakta olan orklara ve daralmakta olan çıkışa baktı. Atı sıkıca kavrayarak Faramir’in gözlerinin içine baktı.
“Senin yaşaman gerek.” dedi Haladgir. Ve atın sağrısına sert bir şaplak atarak koşmasına neden oldu. At hiç tereddütsüz, Gondor askerlerinin büyük bir çaba göstererek yarattığı o açıklığa yöneldi. Alanı daraltmakta olan orklar ve savaşan askerler, üzerilerine doğru dört nala gelen atı görünce korkarak çekildiler.
“Okları salın.” Cadı kral korkunç sesiyle emri verdi. Yüzlerce ok alandaki askerlerin ve orkların üstüne yağdı. Haladgir vücuduna saplanan oklara bakarken sadece gülümsedi. Bedeni sert toprağa çarparken, oklar iyice derine gömüldü.
* * *
Faramir’in Minas Tirith kapılarına, üzerine saplanmış oklarla gelişinden kısa bir süre sonra Mordor’un orduları kuşatmayı başlattı. Gondor’lu askerler saflarını sıkılaştırıp, yüreklerinde kalan tüm cesareti insanlığı korumak için bir araya topladılar. Surların dibindeki ordudan ilk saldırı gerçekleştiğinde, Minas Tirith duvarlarının üstünden taş değil, daha hafif nesneler geçti ve kalkanlardan sekti.
Bu cisimler, Osgiliath’ı fethetmek için atlarının üzerinde ölüme giden askerlerin kesik başlarıydı. Bir asker korku içinde önünde duran kesik başa baktığında, korkusu silinip gitti. Etrafındaki arkadaşlarıyla birlikte, yerde duran ve cesaret verici bir gülümsemeyle kendilerine bakan başı seyrettiler. Ve hala umut olduğunu hatırladılar.
Ellerine sağlık Mert. Haladgir’in gözünden bu hüzünlü hikayeyi dinlemek daha da kederlendiriyor insanı. O etkiyi çok iyi vermişsin. Tebrikler.
Teşekkür ederim. Bu arada belirtmekte fayda var, roman değil de sinema versiyonu üzerinden yola çıkarak yazdım hikayeyi. Romanla eşleştirmeye çalışanların kafası karışabilir.