Beş başlı ejderha, Karanlık Hanım ya da diğer adıyla hem bütün renklerin hem de hiçbirinin efendisi Krynn üzerinde yeniden hâkimiyet kurmaya gelmişti. Askerleri, müritleri ve oğlu Nuitari’nin izniyle kara cübbeli büyücüleri onun saflarında yerini almış, savaş yerle sınırlı kalmayıp göklere kadar çıkmıştı. Dahası, şimdi altlarında cesaretleri kırılmaya yakın bir grup şövalye vardı. Ejderhaların ilerleyişine karşı bu kadar kayıtsız kalmanın vicdan azabı dağlıyordu kalplerini. Ama ellerinden ne gelirdi?
“Yüce Paladine bu savaşta yüzümüze gülmeyecek mi!” diye haykırdı genç bir Solamniya şövalyesi. Gözleri, üzerlerine akın eden kırmızı ve mavi bedenlere kilitlenmişti. Kılıcını tutan eli sinirden titriyordu.
“Onları durdurmanın bir yolu olmalı!” diye haykırdı bir başkası.
O an, duruma müdahale etmek için gelen başka bir şövalye, batan güneşin kızıl ışıkları altında kılıcını çekti. Kılıcın metanetli soğuğunu eldivenli ellerinde hissediyor gibiydi. Öyle ki, o soğuk ve metanet yüzünün her hattına işlemişti.
Sanki kolunun bir parçasıymışçasına kılıcını yukarı, kırmızı ve mavi selin ölüm saçan benliğine çevirdi. Sarı saçları miğferinin altında, saldırıya geçmeye hazırlanan bir aslanın rüzgârla savrulan yelesi edasıyla haşince savruluyordu. Mavi gözleri kısılmış, göklerde kardeşlerine mutlak sonu getiren, o kan kusan canavarlara odaklanmıştı.
“Yüce Paladine, bize bu savaşta güç ver! Bırak da bilgeliğin ve gücün damarlarımızda aksın! Eğer bu sonsa, bileği bükülmez iradenin adı altında ölelim! Est solarus…”
“…oth Mithaaaaas !!!” diye tamamladı kalabalık sözlerini.
Aniden herkes canlanmış, ölümü bile hiçe sayarak ileri atılmıştı. Onların bu geri gelen cesaretine ve umuduna tanrıları Paladine’den bir cevapmışçasına üzerlerine dev gölgeler düştü. Önce paniklediler. Dev alev dalgaları altında ölmeyi bekledirler bir an için sessizce. Sonra kafalarını yukarı kaldırdıklarında, üzerlerine düşen gölgelerin batan güneşin kızıl ışınları altında gümüş ve altın renkte parıldadığını, sanki bir hanımın sahip olduğu tüm mücevherleri sergilermişçesine gökyüzüne saçıldıklarını gördü.
Yayından çıkmış ok misali en önde giden gümüşler ve onların arkasında, daha büyük ve güçlü altınlar yerlerini almışlardı. Üzerlerinde binicileri ile “savaş henüz bitmedi!” mesajı veriyor gibiydiler.
Sarı saçlı şövalye ve diğer Solamniyalılar dudaklarında yeminler ve ellerinde kılıçlarla ileri doğru atıldırlar. Artık dengelenmiş gibiydiler. Durmadan onları alevleriyle alazlayan kötülüğe karşı şimdi yukarıda altın ve gümüşten umudun ışığı parıldıyordu. Ama hala daha Karanlık Kraliçe’nin ejderhalarını yenmek için bir şeyler eksik gibiydi.
Üzerlerine dalga dalga gelen düşmanlarının içine atladı genç şövalye. Kılıcını derin bir kavis çizecek şekilde savurdu ama karşısındaki buna hazırlıklı gibiydi. Bunun üzerine dengesini kaybetmemek için saldırıyı yarıda kesip kılıcını kendine doğru geri çekti. Bunu yapmakla akıllılık etmişti, çünkü düşmanı suratında pis bir gülümsemeyle kılıcını tam göğsüne indiriyordu. Bu hamleyi zar zor kesen şövalye iki kılıcın çarpışmasıyla sarsıldı, tıpkı düşmanına olduğu gibi. Düşmanı ondan daha ağırdı ve kılıcına tüm ağırlığını da vermişti. Var gücüyle rakibinin dizine bir tekme indirdi ve ardından kılıcının kabzasını burnuna oturaklı bir biçimde indirdi. Kırılan burundan çıkan kemikler, kara şövalyenin bağrışlarıyla birlikte etrafa saçıldı. Yüzü tanınmayacak hale gelmiş, kırık burundan akan oluk oluk kan onu korkunç bir hale getirmişti.
“Şerefinle birlikte seni cehenneme postalıyorum Solamniyalı!” dedi acıdan çok öfke dolu, kan kusan surat. Ve ardından, bu sözleri duymuşçasına bir kara cübbeli bitti yanı başında.
“Vay vay vay, bakın kimleri görüyorum.”dedi alaycı bir ses kara cübbenin derinliklerinden. Etraf karardı ve karardı. Genç Solamniyalı bu bitmeyen karanlığın derinliklerine çekiliyor gibiydi. Birden zırhını delip geçen bir acı hissetti. Bir şey karın boşluğundan sızıp kanına karışıyor gibiydi. Karşısında bir an, karanlıkta parlayan kırık burunlu düşmanını ve onun yanında anlaşılmaz sözler fısıldayan büyücüyü gördü. Gidiyordu. Neresi olduğunu bilmediği bir evrene, başka bir boyuta, hatta belki de ölüme… Arkasında çığlıklar vardı. Kafasının içinde dönüp ona kendi acılarını anlatıyorlardı sanki. Hiç dinmeyen çığlıkları bastırmak için o da bağırdı. Yardım istedi. O an etrafını saran silah arkadaşlarına seslendi. Ama sesi çıkmadı. Dahası, sessiz çığlının hissedecek hiçbir canlı yoktu etrafında. Sadece karanlık ve çığlıklar… Gözleri yavaş yavaş kapanırken düşmeye başladı. O göremese de derinlerde onu bekleyen sayısız kol ona uzanıp daha da derinlere çekti. Yüzüne, vücuduna ve giderek ağırlaşan zırhına baskı yapıyorlar, onu da kendi hiçliklerine katmaya çalışıyorlardı. Hayır, orda o büyücünün yanında bir üçüncü olmalıydı. Hayır… Son böyle olamazdı… Göğüs kafesine yapılan baskı dayanılmazdı artık. Çığlıklar hala daha susmamıştı. Gözlerini kapadı,
“Yüce Paladine…”
Her şey bitip, ebedi karanlığın derinlerinde son bulacağını düşünürken kendi adını seslenen birini duydu.
“Huma!”
Huma karanlıklardan ona yaklaşan kişiyi seçmek için kalan son enerjisiyle gözlerini açtı. Ona seslenmek, orada olduğunu duyurmak istedi ama sesi çıkmadı. Nefesi kesilmiş, hiç gücü kalmamıştı.
“Huma! Bana elini uzat! Bunu yapabileceğini biliyorum! Bana elini ver Huma, seni oradan çekip çıkaracağım.”
Huma bu tanıdık sese elini uzattı. Annesine koşan bir çocuk, uzun süredir susuz kalmış bir yolcunu suya koşuşu, sevgilisine hasret bir aşığın kollarına koştuğu gibi uzandı ona. Yavaşça kalktı kolu, sonra ağır ağır kalkan kolunu parmakları bir iki kere oynayarak bir şeylere dokunmayı umut etti. Derken, kızıl bir gölge tek bir hareketle onun elini güçlü bir şekilde kavradı ve onu kavrayıp boğan kollardan çekip aldı.
Huma yorgun argın gözlerini açtı. Mishakal’ın kutsal yüzünü gördü karşısında.
“Bugün iyi iş çıkardın genç Huma. Şimdi uyu. Yaralarının iyileşmesi için dinlenmelisin.” Ve bu sözlerden sonra Huma dingin bir uykuya bıraktı kendini.
Gözlerini tekrardan açtığında karşısında, kurtarıcısı olan kızıl gölgeyi buldu. Ama onu artık daha net görüyordu.
“Magius…”
Etrafına bakındı. Parlak güneş ışığı gözlerine dolunca hemen gözlerini kıstı. Ne ara sabah olmuştu? Karşısında, en az onun kadar yorgun duran Magius duruyordu. Çöktüğü sandalyede yıkılacak gibiydi, buna rağmen dimdik oturuyordu. Son gördüğünden bu yana, yani dünden beri, epey kilo vermiş gibiydi.
İki dost sessizce birbirlerine baktılar uzun bir süre. Kelimelere gerek yoktu. Magius’un puslu bakışları ve Huma’nın 25 yaşından çok daha yaşlı birine ait olan gözleri kesişti ve öylece kaldı. Huma soruyordu bakışlarıyla, Magius ise anlaşılmaz bir dilde ona açıklıyordu sanki.
“Bana ne oldu Magius?” demek için ağzını açtığı sırada içeri hemşiresi girdi.
“Hastamız kendini çabuk toparlamış.”dedi neşeli bir ses.
Huma, dışarıdaki bir sedyede yatıyordu. Etraf yeterince yaralı ve ölüyle doluydu zaten. Onu içeri almadıklarına göre durumu ciddi değildi. Bir grup sağlam Solamniya Şövalyesi, ölü arkadaşlarını defnediyordu. Solmanika sözler ölüyü son yolculuğuna uğurlayan ekibin liderinin dudaklarından döküldü. Etrafa toplanmış Mishakal ermişleri de bu anı kutsamak için hazırdılar. Bir an, sadece kısacık bir an, Huma ve ölüyü uğurlayacak sözleri söyleyen ekip lideri göz göze geldi. İşte o kısacık anda, Huma toprağa gömülmek için hazır bulunan cesedin kendine ait olabileceği gerçeği ile titredi.
“Yüce Paladine ve oğulları ruhunu onurlandırsın.”diye sona erdi, sert, sivri kenarlı Solamnika sözler.
Huma’nın hemşiresi, bu arada konuşuyordu ancak ne o ne de Magius onu dinliyordu. Söylediği sözler ve arada bir durup ona bakarak gülümsemesi ona bilmediği bir dilde söyleniyor gibiydi. Bir ara kalkmak için doğrulur gibi oldu ancak karın boşluğunda şiddetli bir ağrıyla sedyeye geri düştü.
“Hayır hayır! Zehri temizledik ancak yan etkileri sürüyor. Lütfen hareket etmemeye çalışın.”dedi neşeli bayanın hafifi azarlayan sesi. Buranın efendisi oydu. Her yaralının sözünü dinlemek zorunda kaldıkları efendisiydi o. O ve diğerleri… Huma bakışlarını yana devirip diğer Mishakal ermişlerine baktı. Hepsi koşturuyor, Mishakal’a edilen dualar, yaralardan fışkıran kanlarla kirlenmiş eller ve bazen de garip kutsama işaretleriyle bölünen sözlerle telaş halindeydiler.
Hemşirenin gitmesiyle birlikte Huma ve Magius yalnız kaldı. Etrafta olan bitenlere kendini kaptırmış herkes, onların ne konuştuğunu hiç de merak edecek halde değildi.
“Bana ne oldu Magius?”
Magius ona dik dik baktı. Başındaki kırmızı cübbesinin derinliklerinden azarlayan bir çift göz parlıyordu.
“Kendini öylece ortalara atmamalıydın.”
“O kimdi?”
Açıklamaya gerek yoktu, Magius onu gayet iyi anlamıştı.
“Burnunu kırdığın çam yarmasının ortağıydı elbette. Ejderhaları peşine takıp gelmek gösterişli bir davranış Huma. Ama unuttuğun bir şey var ki yaptığın her iyi harekete karşılık onu bozmak için kötü bir gelişme gelir. Takhisis buna epey sinirlenmiş olmalı ki karşına güçlü bir büyücü yolladı.”
“Daha fazlasını nende yapmadı?”dedi Huma, dudağını kenarında oluşan alaycı bir gülümsemeyle. Bunun üzerine Magius’da sırıttı,
“Eh, onu engellemek için başka bir Tanrı da boş durmuyor sanırım.”
“Anlat bana dostum.”
“Pekâlâ, araya sızan büyücüyü kimse görmedi bunu fark etmişsindir. Öyle birini görmek gerçekten kolay değildir, hele de sıradan insanlar için. Her neyse Takhisis’in emri ve büyük ihtimal bir çıkarı olduğu şövalyenin yaralanmasıyla orda karşına çıkıverdi. Yapabileceğin bir şey yoktu. Yaptığı büyüden sonra hayatta kalman bile bir mucize aslında. Ama konu sen olunca mucizeler önemsiz bir ayrıntı.”dedi gözlerini devirerek.
Huma dostane bir biçimde gülümsedi.
“Karşımda duran şanlı büyücü de, sözünün başından beri gücünü övdüğü kara büyücüyü yere seriyor ama.”
“Ben işimi yaptım. Seni Takhisis’in kollarına atmadığına dua edelim. Kara ölümün sınırlarına yolladı seni ve o sırada zehirli bir hançerle yaralandın. Sıradan huzurlu bir ölüme gitmiyordun Huma, hayır. Kayıp ruhların mekânına gidiyordun. Belki de ebediyete kadar ruhun onların hizmetkârı olurdu.”dedi son sözleri önemsiz bir ayrıntıymış gibi.
“Beni kurtardın. O sendin elbette. Tam her şey bitti derken beni çekip çıkardın.”
“Ne olursa olsun hala dostumsun şövalye efendi.”dedi göz kırparak.
***
Hikâyeyi anlatan yaşlı kadın durup çayından bir yudum aldı. Bu suskunluğu fırsat bilen genç Taç Şövalyesi Relnan Longsword karşısındaki hanıma bir soru sordu:
“Anladığım kadarıyla ejderha mızrağı Huma’ya takdim edilmemiş henüz.”
“Ah evet delikanlı, ejderhaları durdurmak için hala daha bir yol arıyorlar o sırada. Ama o zamana çok yakın bir yerlerde mızrak Huma’ya takdim ediliyor.”
“Ben hep Huma’nın ejderha mızrağını alıp seçilmişliğini ilan ettiğini sanırdım.”
“Eh o zamanlar Huma’nın seçilmişliğini pek de bilen yok. Sana anlattığım bu kısımda kimse ejderhaları getirenin Huma olduğunu fark etmemişti bile.”
“Bana anlattığınız bu anı için size müteşekkirim hanımefendi. Tatlı diliniz ve sıcak çayınızla bana istediğim bilgiyi verdiniz.”
“Siz şövalyeler ve şu tatlı sözleriniz.” diye hoş bir kahkaha attı kadın. “Hayır, hemen gidemezsin. Hikâyem daha bitmedi. Emin ol bu öğrendiklerin hiçbir işe yaramayacak. Sen bana önce anlattıklarım üzerinden bir yorum yap.”
Relnan kara saçlı, kara gözlü ve aynı koyulukta bıyıkları olan 22 yaşında bir Taç şövalyesiydi. Buraya idolü olan Huma ile ilgili bilgi edinmeye gelmişti. Ama ne yazık ki hikâye dinleyerek hoşça vakit geçiremezdi. Gerçekleşen arzusunun bir göreve bağlı olması biraz canını sıksa da bir Solamniya Şövalyesi asla şikâyet etmezdi.
“Açıkçası şaşırdım hanımım. Huma gibi büyük bir kahramanın yaralandığını ve dahası sıradan bir asker gibi yataklara düşmesi beni üzdü.”
“Hah! O da bir ölümlüydü oğlum! Sizin suçunuz bu. Kahramanlarınızı fazla büyütüyorsunuz. Bu adamların her birinin kendi korku ve ümitsizlikleri var. Şimdi anlatacağım hikâyemi daha dikkatli dinle bakalım. Bu defa olaylar kafanı daha da karıştıracak.”
Yaşlı bayan, bir zamanlar gülüşüyle bir ordu dolusu erkeği kendinden geçirecek bir gülümsemeye sahip olduğunu inkâr etmez bir biçimde, etkileyici bir gülümseyişle şövalyeyi süzdü. Relnan o an, eğer bu kadın hala genç olsaydı kendini ona karşı ümitsiz bir aşk ve tutku içinde bulacağını fark etti. Ama hiçbir tepki vermedi. Karşısında duran bu kadim bayana saygısından başka verebileceği bir şeyi yoktu.
***
Zaman iki dostu acımasızca yıpratmıştı. Huma o genç yaşını inkâr edecek haldeydi. Sarı saçları ağırmış, dahası o olgun gözleri sanki orta yaşlı bir şövalyeye ait duruma gelmişlerdi. Kimse onun 25 yaşında bir delikanlı olduğuna ilk başta inanamazdı.
Magius sarı saçlarını arkasında örgü yapıp toplamıştı. Kırmızı cübbesi yolculuğun ağır koşulları altında solmuş, kenarlarındaki yaldızlar yer yer dökülmüştü. Gergindi. Gerginliği yüzündeki her bir hatta işlemiş, adeta öfke kusuyordu.
Yalnızdılar. Az önce çıktıkları mücadelenin etkileri hala üzerlerindeyken yenisi için zamana ihtiyaçları vardı. Bir süre sessizce yürümeye devam ettiler. Sakin bir ağaç dibi bulduklarında ise yere yıkılacak hale gelmişlerdi bile.
Magius, ağacın dibine oturdu ve derin bir nefes aldı. Asasını kolları arasına, bir annenin yavrusunu sakınırcasına, koruyucu bir edayla aldı. Tıpkı, çağlar sonra aynı asayı, başka bir kırmızı cübbelini aynı tavırla kolları arasına alacağı gibi…
Magius’un öfkesi dinmek bilmiyordu. Zihnini boşaltmak için bildiği bir takım sözleri fısıldadıysa da sonuç bir hiçti. Örgü yapıp arkasına attığı sarı saçları yer yer dağılmış, aykırı birkaç saç teli uzun saçları esir alan örgüye kafa tutup yanlardan çıkmıştı. Bunlardan bazıları ise terli yüzüne yapışıyordu.
Huma da dostu gibi, aynı ağacın altına çöktü. Magius’un o an kapalı olan gözlerinin aksine onunkiler ne kadar yorgun olurlarsa olsun açıktılar. Belki Magius’un görmeye ihtiyacı yoktu, ama o bir büyücü değildi.
“Rahatlamalısın Magius.” dedi Huma yatıştırıcı bir tonda.
“Bu gerçekten çok sinir bozucu. Buna nasıl cüret ettiler!” Magius’un sesi sinirden titriyordu. Ancak gözleri hala daha kapılıydı.
Huma, çok şey yaşadığını yansıtan gözlerini arkadaşına çevirdi ve aynı anda Magius da gözlerini açtı. Şövalyenin sorumluluk sahibi gözleri ve büyücünün yoğun, güçle ışıldayan bakışları çakıştı. O an, bir büyücü ile şövalye değil de eskiden oldukları gibi iki Solamniyalı gibi duruyorlardı. Ama ne olursa olsun, o iki Solamniyalı asla sıradan bir hal alamıyordu.
Bir süre daha sessiz kaldılar. Huma arkadaşının dinlenmesi gerektiğinin çok iyi farkındaydı. Magius bugün zorlu bir savaş vermişti. Huma bugün daha geri planda kalmış ve işin büyük kısmı Magius’un omuzlarına düşmüştü.
Uzun süren bir sessizlikten sonra Huma sözü aldı.
“Sana bir şey itiraf edeyim mi?”
“Et tabii.”
“Korkuyorum.”
Magius hiçbir şey demedi. Kollarında asası ile dalgın dalgın ilerilere bakmakla yetindi. Sanki bunu çok uzun zamandır biliyormuş da o da aynılarını paylaşıyormuş gibi. Yoğun gözleri uzaklarda gördüğü gerçeklere odaklanmıştı.
“Korkuyorum çünkü Ejderha Kraliçe çok güçlü. Korkuyorum çünkü başarısız olmak en büyük kabusum. Bize inanan bu kadar insan varken…”
“Bize değil Huma, sana. Ben umurlarında bile değilim.”
Huma’nın yüzünde samimi bir gülümseme oluştu,
“Seni umursamadıkları halde onları niye kurtarıyorsun ulu büyücü Magius!”dedi aynı samimi gülümseme ile.
“Çünkü saygı değer şövalye Huma! Kafalarındaki önyargıları yıkacak tek kişi olan siz, değerli varlık için elimden geleni yapmak istiyorum. Ama bu iş bittiğinde hepsini teker teker ateş topları ile kovalayacağım.” diye sözlerini bitirdi Magius, yüzünde eğlenen bir sırıtış ve eliyle yaptığı gösterişli bir reveransla.
Bunun üzerine iki arkadaş da tüm yorgunluklarını üzerlerinden atarcasına kahkahalarla güldü. Kahkahalar bittiğinde Magius dostane bir biçimde elini Huma’nın omzuna koydu.
“Sen onlar gibi değilsin, olamazsın da. Küçükken bile bana yaklaşmaktan çekinmeyen bir tek sen vardın. Korkularına gelince dostum, bizler ölümlü bedenlerdeki ölümsüz ruhlarız. Elbet bir gün bu bedenler Krynn’in toprağına karışacak ama yaptıklarımız ve adımız arkamızda kalacak. Korkmak da çok haklısın çünkü ben de korkuyorum. Hem de uzun zamandır. Karanlık önümüzde yükselirken, her şey ince bir ipliğe bağlıyken yapabileceğimiz hatalarla çıldıracak gibi oluyorum. Fakat ne değişiyor? Yarın bir gün ölebiliriz ve ölmeliyiz de. Uğruna adanan yollar için ölmeyi bana biri öğretmişti.”dedi arkadaşına göz kırparak. Bunun üzerine Huma’nın puslu mavi gözlerinde bir minnet uyandı.
“Sana diyorum kardeşim! Ucunda ölüm olan kapkara bir yolda, sona doğru var gücümüzle koşuyoruz fakat hatalarımız arkamızda mı kalıyor? Hayır. Onlar bizim adlarımızla birlikte tarihe geçecekler. He tabii adlarımız tarihe geçer de bu iki deliyi hatırlayacak bir akıllı çıkarsa.”dedi umursamaz bir edayla.
“Peki ya hataları ne yapacağız Magius?” dedi Huma hoşnut bir gülümsemeyle.
“Hepsini çok makul bir fiyata bir kender ile takas edebileceğimizi sanıyordum!”dedi yüzünü şaşırmış gibi bir hale sokup Huma’yı kahkahalara boğarak. Sonra aninden ciddileşti.
“Bilmiyorum. Sana yalan söyleyemem. İkimizde aynı şeylerden korkuyoruz, ama korkmak bizi yolumuzdan alıkoymadığı sürece iyi bir şeydir.”diye kestirip attı.
Ve böylece sürüp gitti konuşmaları. Huma’nın içindeki korkular azalmamıştı ama bunları Magius’un da yaşadığını bilmek yüreğine su serpmişti.
Yorgun geçen günün sonunda ikisi de derin birer uykuya daldı. Huma uzun zamandır huzur bulamadığı uykularından birinde boğuşurken bir ses ve ardından gelen ışıkla uyandı.
“Shirak.”
Gözlerini açtığında kaslarının kaskatı kesildiğini fark etti. Kolları ve bacakları nedeninin bilmediği bir biçimde titriyordu. Kendini çok çaresiz ve acınası hissetmeye başlamıştı. Beyni bunu yalanlar biçimde konuşsa da dışarılarda bir yerde onu böyle hissetmeye zorlayan birileri vardı. Aniden her şeyin farkına vardı ve yattığı yerden kalkmasıyla, yanındaki pelerine sarılı gümüş mızrağı çekmesi bir oldu.
Havada garip bir uğultu vardı. Fazla yüksek değildi fakat Huma ve Magius’un birbirlerine seslerini duyurmak için bağırması gerekiyordu.
“Bu düşündüğüm şey mi!” dedi Huma yanıldığını umarak.
“Geliyorlar Huma! Bizi bu kadar çabuk bırakmayacakları belliydi! Beni takip et!”
Uzaklardan gelen ejderha korkusu altında yatan her insanı titreterek kırıp geçiyordu. Artık buna alışmış Huma ve Magius bile hala daha az da olsa etkileri hissedebiliyorlardı. Magius’un yüzü yattığı zamankinden bile daha gergindi. Solinari ve Lunitari akşam göğünü iyice aydınlatıyor ve Magius’un asasının loş ışığı büyücünün yüzüne vuruyor olmasına rağmen Magius’un yüzünde gölgeler vardı. Durumu kabullenemeyen, inadım inat bir suratla hızlı adımlarla ilerliyordu.
“Bana yolu tarif et, öne ben geçeyim!”dedi Huma hala daha uğultudan sesini duyurmaya çalışarak. Kulakları patlayacak gibiydi. Beyninde bir fare her bir algı birimini kemiriyor gibiydi. Dizlerinin üstüne düşmesi için onu aşağı çeken ejderha korkusu ve havada kükreyen ejderhaların sesi…
Magius başıyla onayladı ve Huma öne geçti. Elinde, Paladine’ın kutsayışıyla mühürlenmiş orta boy bir ejderha mızrağı vardı. Etrafına yaydığı gümüş aura ile gecenin karanlığına meydan okuyordu adeta.
Huma, Magius’un asasından yayılan ışığın yol gösterdiği kadarıyla güç bela ilerliyordu. Nereye gittiklerini ya da neden gittiklerini bilmese de arkadaşına güveni tamdı. Tam, daha gidecek miyiz diyordu ki, yüzlerine vuran alevlerin kavurucu sıcaklığını hissettiler.
“Paladine’ın seçilmişi Huma! Seni saygıyla selamlıyoruz!”dedi alaycı bir ses, iğrenç bir iğnelemeyle. Arkasındaki herkes güldü.
Önlerinde ikisi mavi biri kırmızı olmak üzere üç ejderha ve binicileri duruyordu.
“O elindeki tek ejderha mızrağıyla hepimizi haklayamazsın, ne kadar yazık.”dedi aynı kişi dudak bükerek.
“Birilerinin dili kesilmek için yeterince uzamış. Sizi ehlileştirme işi bu günlerde kimlere kaldı sayın şövalye?”dedi Huma’nın ardından gelen Magius. Sakindi, ama ne kadar sakin olabilirse.
“Kapa çeneni bok kırmızısı büyücü! Tarafını en başından yanlış seçtin sen! Karanlık Kraliçemiz seni ne güçlerle donatacaktı ama sen hepsini elinin tersiyle itecek kadar aptalmışsın! Hah! Böyle bir salağın aramızda olması bize zarar verirdi zaten.”dedi hor gören bir edayla.
Magius’un gölgeli yüzünde bir sırıtış oluştu ve aynı anda Huma’da bu gülüşe katıldı.
“O zaman laflarla vakit kaybetmeyelim beyler.”dedi Huma ve ejderha mızrağını görülecek kadar önü uzatıp fırlayacakken arkasında örümceksi sözler duydu. Aniden saldırısından vazgeçip kenara çekildi ve Magius’un önünde büyüyen devasa ateş topunun fırlayışını ve fırlamadan önceki o son anda büyücünün gözlerinin içinde nasıl güçle parıldadığını gördü.
Ateş topu fırlamış, 3 ejderhanın olduğu yere gümbürdeyerek ve yakarak düşmüştü. Küfürler ederek havalanan biniciler ve bir büyücünün ateşi onlara karşı kullanmasını hazmedemeyen ejderhalar iyice çığırlarından çıktılar.
Magius bunu üzerine yeni bir büyüye başlarken mavi üzerine pike yaptı. Ancak Huma da boş durmuyordu. Dalışa geçmiş mavinin yere yaklaşmasını fırsat bilip üzerine atladı ve binicisine bir tekme savurarak mızrağını mavinin boynuna sapladı. Dev yaratık acı dolu bir çığlık ve şelale gibi akan kızıl kanlarla yere yığılırken Huma da biniciyle boğuşuyordu. Olayın etkisiyle çıldıran binici Huma’nın boğazına çökmüş, kılıcıyla adamın boğazını kesmeye çalışıyordu. Ejderhanın büyük bir gümbürtüyle düşmesi üzerine iki düşman yere fırladı. Bu sırada büyüyü bitirmiş olan Magius, gözlerinden altın parıltılar saçarak son örümceksi kelimeyi de söyleyip oluşturduğu enerjiyi serbest bıraktı.
Görünüşte ne fırlayan ne de yakıp yıkan bir şey yoktu. Derken Huma, yeniden boğazına çökmek için ayağa kalkan düşmanının görünmez bir şokla çarpıldığını gördü. Yere yığılan cansız beden ise, büyünün etkisinin en büyük kanıtıydı.
Huma tam da diğer ejderhalar neden saldırmıyor diye düşünürken yukarıdan gelen tanıdık bir çığlık duydu. Kafasını kaldırdığında hayatını aşkı gümüş ejderhası ve onun yanında yardıma gelmiş bir altın ejderhanın diğer ikisiyle savaştığını gördü.
“Gwyenth!”dedi büyük bir mutlulukla.”
Onun sesini duyan Gwyneth bu sırada kırmızı ejderhanın göğsünü, dev tırnaklarıyla parçalamaya çalışıyordu. Anlaşılan o ki, Magius’un görünmez ok dalgası yukarıdaki ejderha ve binicilerine de gitmiş olacak ki, kırmızılardan birinin burnunda çarpma etkisiyle siyah bir bölge oluşmuş, diğerinin eğerinde bir çatlak oluşmuş ve binicinin dengesi bozulmuştu. Biniciler ise büyülü zırhlara sahip olacak ki, diğerinin aksine yaşıyorlardı. Ama sersemledikleri her hallerinden belliydi. İşte gümüş ve altın ejderha da tam olarak bu sersemleme anından faydalanıyordu.
Gwyneth aşkının sesini duydu ve ani bir pikeyle Huma’nın yanına uçtu. Huma’nın yanında durmadı, sadece hızla geçti. Ama bu Huma için yeterliydi. Mızrağına sıkıca yapışan Huma, sevgilisinin boynuna tek eliyle yapıştı ve kendini çekerek oturdu.
“Senin burada ne işin var!” diye haykırdı yüzüne çarpan rüzgâra doğru sesini duyurmak için.
Ejderha başını hafifçe arkaya çevirip, ustura gibi keskin dişerlini ortaya koyarak ölümcül bir şekilde gülümsedi.
“Ben mi? İki başıboş erkeğin arkasını toplamaya geldim.” dedi eğlenerek.
Huma kadim bir savaş çığlığı attı. Buna Gwyneth’in tiz ve öldürücü sesi de eklendi. İki aşık, göklerde düşmanlarına korku ve ölüm saçtı. Huma, ejderha mızrağına ne kadar layık olduğunu onu kullanışındaki estetik ve güçle bir kere daha kanıtlarken Magius ne kadar büyük bir büyücü olduğunu düşmanlarının kafasına vurur gibiydi.
Küçük çaplı savaş bitmiş, Huma Gwyneth’in üzerinde, Magius ise altın ejderhanın sırtında uzaklaşıyorlardı.
“Seni gördüğümü sevindim Magius. Gücünle etkilendim. Gerçekten çok güçlendin.” dedi gümüş ejderha.
Magius ise sadece sırıttı.
“Bende sizi gördüğüme sevindim hanımım. Her zamanki gibi gelişinizle ölüm getirdiniz.”
Bunun üzerine Gwyneth hoş bir kahkaha attı.
“Çok açık sözlüsün büyücü, çok.”
***
“İşte böyle genç şövalyem. Umarım bir şeyler anlamışındır.”
“Huma’nın korkabileceği hiç aklıma gelmezdi…”
“Büyük kahramanların genelde büyük korkuları olur.” dedi yaşlı bayan çayından bir yudum daha alarak.
Uzun süren bir sessizlik başladı. Yaşlı bayan hiç müdahale etmeden genç şövalyeyi düşünceleriyle yalnız bıraktı. Ve en sonunda,
“Magius hakkında yanıldığımı anladım.”
“Bu pek çoğumuzun yaptığı bir hata değil mi?”
“Evet hanımım. Büyücüler hep Magius’u överek anlatır hikâyeyi. Biz ise… Eee… Dürüst olmak gerekirse, şimdi düşününce biz de hep Huma’yı düşünerek anlatıyoruz. Ama sizin anlattıklarınızın hepsinde hiçbir başarı sadece birine ait değil.”
“Hatalarını kabul etmek çok erdemli bir davranıştır. Ah, Solamniya Şövalyeleri’ne karşı bu nedenle gençliğimden beri hep bir zaafım olmuştu.”dedi başını iki yana sallayarak.
Bunun üzerine Relnan bıyıklarının altına gizlediği dudaklarıyla hafifçe tebessüm etti ve bunu karşısındaki bayanın görmediğini umut etti.
“Bana sonu anlatır mısınız saygı değer hanımım?”
“En sonu mu?”
“Evet…”
“Pekâlâ, biliyorsun ki yolun sonunda kahramanlarımızın hepsi öldü. Ama onurlarıyla öldü. Ancak biri diğerinden daha önce kapadı gözlerini bu hayata…”
***
Huma emin adımlarla yürüyordu. Savaş için onu bekleyen orduya göz gezdirerek, onu selamlayanlara karşılık vererek durmadan ilerliyordu. Puslu mavi gözleri katı birer buz parçasına dönüşmüştü. İçindeki o duygusal yan nasırlaşmış ve artık ölüme bile meydan okuyacak haldeydi. Attığı her adımda yer bile onu saygıyla selamlıyor gibiydi.
Etraf konuşan insanların uğultusu, vakarla savaşın başlamasını bekleyen gümüş ve altın ejderhaların varlığının yaydığı enerji ve Huma’nın kendi içinde sona hazırlandığı gerçeği ile yoğrulmuş bir hamur gibiydi. İçinde her türlü malzeme olan dev bir bütünün parçasıydı hepsi.
“Huma! Huma Huma!” diye haykırdı kalabalık. O ise başıyla saygıyla selamladı ona seslenenleri ve yüzünde güçlü bir gülümseme oluştu.
Etrafta konuşan komutanlar, son hazırlıkları yapan seyisler ve savaş heyecanı yüzlerine yansımış on binlerce savaşçı… Aralarından biri vardı ki bu kadar büyük bir kalabalıkta bile seçilmesi hiç de zor değildi.
“Huma! Savaşta arkanı kollamayı beceremezsen, senin için bunu ben de yaparım.” dedi minator Kaz, şakalaşan bir biçimde omuz atarak. Bu atılan omuzla hafifçe sendeleyen Huma büyük bir kahkaha attı.
“Emin ol, başım derde girdiği ilk anda adını haykırıyor olacağım.”
“Şey… Büyücü için üzgünüm. Her ne kadar anlaşamasak da o da en az senin kadar onurlu bir savaşçıydı.”
“Öyleydi…öyleydi…”
“Bunları konuşmayalım şimdi elbette. Sargas seni gözetsin dostum!”
“Paladine seni kutsasın silah arkadaşım!”
“Unutma çağırdığın an arkandayım.”
“Unutmayacağım!” diye seslendi Huma uzaklaşmaya başlayan Kaz’a.
“Vay vay vay. Sizi saygıyla selamlıyorum ulu savaşçı Huma!”
Huma arkasından gelen bu sese dönüp bakmadı. Bu bir hayaldi, bunun farkındaydı.
Gwyneth’in yanına gitti ve sırtınadaki yerini aldı.
“Ben de seni selamlıyorum güçlü büyücü Magius.” diye mırıldandı.
“Efendim?” dedi gümüş ejderha söylenenleri anlamayarak.
“Yok bir şey. Sadece bir dua.”
Beyaz cübbeli büyücüler de bu son savaşta yererlini almıştı. İyilik tarafında yer almak isteyen bazı kırmızı cübbeliler de beyazların arkasında saf tutmuşlardı.
Mishakal ermişleri iyileştirici güçleriyle hazır bekliyor, savaş alanına gelen Paladine ermişleri ise herkesi diz çöktürmüş son bir dua ve takdis için kalan son anları değerlendiriyorlardı.
Böylece savaş başladı. Ejderhalar rakiplerine doğru ölümcül bir hızla uçtu, yerdekiler ise ellerindeki silahlarla ileri doğru atıldı.
Huma, kolları ve bacakları kopacakmışçasına ağrıyana kadar savaştı. Üzerine yığınla insan ve ejderhanın kanı sıçradı. Birçok büyücünün büyülerinden kaçtı. Ama en sonunda istediği yere ulaştı.
Artık savaş alanında değil de başka bir yerde uçuyorlardı sanki. Oraya nasıl geldiklerinden haberdar değildiler. Ne Gwyneth ne de Huma bunu sorgulamakla vakit kaybetti. 5 renk ejderhanın oyulduğu o cehennem kapısı karşılarındaydı ve Karanlık kraliçe Takhisis çıkmak için hazır bekliyordu.
“Demek abim küçük oyuncağını yolladı!” dedi şuh bir kahkaha.
“Sona geldik sonunda kraliçem!”
“Aptal! Sen ve ejderhan cehennemin dibini boylarken, ben yeryüzüne hâkimiyetimi yayacağım. Nasıl olur da beni yenebileceğini düşünürsün!”
Huma’nın önünde şekillenen şey bir kadına benziyordu ancak bir insan için devasa boyutlardaydı. Önce içinde bir korku sonra dehşet ve en son tapınma isteği uyandı. Karanlıklardan ona ve aşık olduğu ejderhaya bakan büyülü güzellikteki karanlık gözlere kendilerini kaptırmamak için savaş veriyordu ikisi de.
Tam bu sırada Huma, Magius’un hayalini gördü. Kapının tem kenarında ona uzun bir şeyi işaret ediyordu.
O an kraliçenin karanlık etkisinden sıyrıldı ve Gwyneth’i de kendine getirerek Paladine’e seslendi.
“Yüce Paladine! Bu savaşta yolumuzu aydınlat! Başarısızlık yüzü gösterme bizlere!” Ve ardından öyle büyük bir ışık huzmesi oluştu ki, kraliçenin öfke dolu haykırışına bakılırsa az önce andığı abisi gelmek de gecikmemişti. Bu andan yararlanan Huma elindeki kutsal silahı, ejderha mızrağını var gücüyle fırlattı. Mızrak uçtu, uçtu… Kapının derin karanlığını tam ortasına saplandı ve kayboldu. Takhisis’in öfkesi daha da artmış, sanki sinirden tepiniyormuşçsaına her yer sarsılıyordu.
“İkiniz de öldünüz!” dedi ve Huma ile Gwyneth dipsiz bir karanlığa düşmeye başladılar. Düştüler ve düştüler. En sonunda bir kadının uzun tırnakla ellerine vardılar. İkisi de sanki bir ağaç parçasından oyulmuş oyuncak gibiydiler o elde.
“Beni engelleyenlerin sonu…” diye başladı Takhisis’e ait ses.
Ejderha ve sevgilisi kendilerini sona hazırladılar. Bedenlerinden sökülüp alınacak ve hiçliğe atılacak ruhlarını teslim etmekten başka çareleri yoktu. Ama o an kör edici bir ışık ortaya çıktı ve gözlerini açtıklarında ne yeryüzündeydiler ne de karanlığın dibinde.
***
“Teşekkür ederim güzel hanımım.” dedi genç şövalye ve kadının buruşuk elini öptü.
“Rica ederim tatlım. Unutma ben her zaman buradayım. Görevinde başarılı olman için sana dua edeceğim.”
“Minnettarım.”dedi gülümseyerek şövalye ve uzaklaştı.
O uzaklaştıktan sonra da dağın tepesindeki kulübe kayboldu.
- Şehir Dağları Aşındırır - 15 Haziran 2016
- Bay Kuş - 15 Temmuz 2015
- İsyan - 15 Temmuz 2011
- El - 13 Eylül 2010
- Dört Mevsimin Hanımları - 9 Nisan 2010
“Bana anlattığınız bu anı için size müteşekkirim hanımefendi. Tatlı diliniz ve sıcak çayınızla bana istediğim bilgiyi verdiniz.”
Hikaye üç parçadan oluşuyorsa; orta kısımda temponun düşüşü sonu daha anlamlı ve etkileyici kılmış. Ellerine sağlık.
Ah ah! asıl ben bu yorum için teşekkür ederim. Aylık öykü seçkisine yolladığım en uzun ama içime sinmeyen ayzılardan biri oldu. Finallerin kapımda olması ve ödevlerle boğuşmamdan dolayı aceleye geldi kendisi :(.
Teşekkür ederim, bu defalık böyle oldu.
Bu defalık böyle olduysa içinize sinen halini düşünemiyorum doğrusu.Çünkü ben çok beğendim. Özellikle Magius’u çok güzel kaleme almışsınız. Ayrıca “Est solarus… …oth Mithaaaaas !!! diye tamamladı kalabalık sözlerini.” kısmında içim şöyle bir titredi 🙂
Tek şikayetim yaşlı kadın ile genç taç şövalyesinin dağın başında bir kulübede olduğunun daha önce belirtilmemiş olması. Bu ufak ayrıntı hikayenin sonuna yani en can alıcı noktasına gölge düşürmüş maalesef.
Aman ben de neler diyorum? Okurken oldukça keyif aldım ve çok beğendim. Ellerinize sağlık…
Aslında sonu böyle bitmeyecekti. Yani böyle ama çok daha güzel işlemeyi planlıyordum ki olmadı :P. Huma’ya da istediğim akdar eğilemedim xD.
Magius… Hep kızmışımdır yazarlara, Huma ve Magius’tan bahsettikleri o kısa anlarda Magius’u yeterince anlatmazlar. Ama Ruhlar Savaşı üçlemesinin son kitabı olan Yitik Ayın Ejderhalarında öyle bir 2 sayfa var ki bu yazıyı yazmadan önce karakterlerin özlerine bağlı kalmak için açıp o 2 sayfayı sindirerek okudum :).
Yaşlı bayan ve taş şövalyesine gelince, onları okuyucuya bıraktım tamamen. Ama dağ başında bir kulübede olduklarını belirtmeliydim evet, haklısınız. Artık bir dahaki maçlarda dikkat edeceğim buna :D.
Çok çok teşekkürler yorumunuz ve beğenileriniz için ^^