Öykü

Asa-Kıran

Ben asa-kıranım.

Pek bilinmeyen çıplak vadilere konumlanmış küçük bir köyde yaslı günler yaşanıyordu. Köyü çepeçevre sarmış eşkıyalar, başlarındaki yaşlı cadıyla beraber köylüleri yağmalıyor, kadınlara tecavüz ediyor ve çocukları alıkoyuyorlardı. Buna karşın köylüler ne bir tepki ortaya koyabiliyor ne de en ufak bir kurtuluş ümidi taşıyorlardı.

“Bu çorak yerde, eşkıyalar ve nam salmış bir cadıya karşı ne yapabiliriz ki?” demişti aralarından avcı olanı.

“İsyan edelim de kadınlarımıza tecavüz mü etsinler?” diye eklemişti çiftçi olanı. “Hem o cadının asasını kim tatmak ister ki!”

Ben asa-kıranım.

Eşkıyalar köylüleri, köyün en büyük barınağı olan ahıra toplamışlardı ve ahır dışında gece gündüz nöbet tutuyorlardı. İçerideki pislik kokusu, telef edilmiş hayvanların leşleri ve her yere yayılmış insanların kalabalığı katlanılacak gibi değildi. Günde yalnızca bir defa, her gece yarısı, eşkıyalar cadıyla beraber ahıra geliyorlardı. Yaşlı cadı her seferinde gözüne kestirdiği bir köylüyü alıyor ve tanrısı Güneş‘e kurban vermek için kâfiri öldürüyordu. Her ne kadar cadının öldürdükleri eşkıyalarınkinin yanında devede kulak kalsa da, asıl liderin o olduğu ortadaydı.

Günler önce eşkıyalar köyü talan etmeye başladıklarında, vahşetin bu kadar büyüyeceğini kimse tahmin etmemişti. Köylülere göre eşkıyalar birkaç gün boyu köyü yağmalayıp gideceklerdi. Ne var ki eşkıyalar, cadının önderliğiyle, gitmek bilmiyor ve insanları katlediyordu.

Bugün yedinci gün. Yedinci kurban.

Yaser, yetim kalan onlarca gençten birisi, elindeki hantal çubukla beraber cadıyı bekliyordu. Gece yarısının geldiğini, çatlamış ahır duvarının deliklerinden dışarıya bakarak görebiliyordu. Sabırsızlıkla cadıyı beklerken, gözüne takılan insanların acınası hali, eski güzel anılarıyla örtüşmüyordu.

Cadı ölmeli. Her ne pahasına olursa olsun.

“Cadı olmadan eşkıyalar bir hiç,” demişti babası, evvelki gece. “Onu öldüreceğim.”

“Peki, bunu nasıl yapacaksın?” diye alay etmişti annesi sinirle. “Cadı asasını bir defa sallarsa küle dönüşürsün!”

Babası kaşlarını çatmıştı. “Çocukken büyücü çırağı olduğumu hatırla, kadın! Ben, cadının asasından çok senin bu aptal karamsarlığından korkuyorum!”

Annesi oradan hışımla uzaklaşırken, “Sen de mi büyü yapacaksın?” diye sormuştu Yaser, babasına.

“Büyücüden hiçbir büyü öğrenemedim, oğlum,” demişti babası iç geçirerek. “Sadece kendimi savunmayı öğrendim. Tabii böyle güçlü bir cadıya karşı ne yapabilirim, tam emin değilim. Hatta büyük ihtimalle ben de öleceğim cadıyla beraber.” Yaser’in hayal kırıklığına uğramış ifadesini görünce devam etmişti: “Asma suratını! Birinin bunun yapması gerekiyor, yoksa hepimizi ahır hayvanları gibi telef edecekler!”

Babasına, kendisini nasıl savunacağını sormuştu Yaser.

Enud Remba,” diye fısıldamıştı babası. “Büyüye ayna etkisi yapar. Öyle ki sana yapılan büyü, aynı şekilde büyünün sahibini de etkiler! Gerçi daha önce hiç denememiştim. Büyücünün söylediğine göre bu sözcükleri yeterince içten okursan, karşındakinin asasını bile parçalayabilirsin! Hatta sırf bu büyüde ustalaşan bazı büyücüler bile var, onlara asa-kıran deniliyor.”

Nihayet o gece yarısı geldiğinde, Yaser’in babası cadının dikkatini çekmek için çeşitli cüretkârlıklar göstermişti. Ne var ki cadı, kurban olarak Yaser’in babası yerine annesini seçmişti. Annesi çığlık çığlığa yanarken babası küfürler savurup isyan etmiş ve nihayetinde eşkıyaların soğuk mızraklarıyla tanışmıştı.

Cadı ölmeli.

Yaser, gürültülü ayak seslerini işitince duvar deliğinden dışarıyı kontrol etti. Ay ışığının aydınlattığı yolda, cadı eşkıyalarıyla beraber geliyordu. Ahırın çift kanatlı büyük kapısı gürültüyle açıldı ve köylülerin gürültüsü bir anda kesildi. Cadı yavaş adımlarla içeriye girdi. Ahır tavanındaki gaz lambalarının ışığıyla parıldayan cadının elbisesi baştan aşağıya beyazdı. Kısa saçları dört bir taraftan omuzlarına kadar iniyor, buruşmuş çirkin suratını bir nebze olsun göz önünden çekiyordu. Eşkıyalar her zamanki gibi içerideki kokuya karşı burunlarını tıkasalar da cadı herhangi bir tepki vermemişti.

Güneş‘in yüce elçisi önünde diz çökün, bahtsızlar!” diye bağırdı eşkıyalardan birisi.

Köşeye büzülmüş duran Yaser dışında herkes emre itaat etti.

Cadı, pörtlek gözlerini Yaser’e dikti ve itaat bekledi. Buna karşın Yaser tepkisiz kaldı. “Getirin onu buraya,” diye emretti eşkıyalarına cadı. Yaser yaka paça cadının önüne atıldı. “Güneş seni seçti, çocuk,” dedi cadı, neredeyse şefkatli bir sesle.

Cadı ve Yaser’in etrafındaki kalabalık hemen uzaklaştırıldı. Eşkıyalardan birisi, küçük bir torbadan çıkardığı yeşil-mavi renklerdeki tozları daire oluşturacak şekilde ikisinin etrafına döktü. Daire tamamlandığında eşkıya bir adım geri çekildi ve tüm insanlar pürdikkat ikisine odaklandı.

Cadı, Yaser’in yanaklarına iki elini birden koydu. “Ey ulu Güneş, çağrıma kulak ver!” diye başladı, transa geçmiş halde yukarıya bakarak. “Sana isyankâr bir ruh veriyorum, bu bahtsız ruhu arındırıp temizle!” Sonra cadı, Yaser’in yüzünü kendisine doğru çevirdi. “Güneş seni bağışlasın, çocuk.”

Yaşlı cadı birkaç adım geri çekilip dairenin dışına çıktı ve asasını Yaser’e doğru tutarak, “Atsu Vomisa!”diye okudu büyü kelimelerini.

Yaser aynı anda, nefret dolu gözlerini cadıya dikerek, “Enud Remba!” diye fısıldadı.

Cadı, hayret etmeye vakit bile bulamadan çığlıklar atarak yanmaya başladı ve asası parça parça dağıldı. Yaser, cadının durumundan cesaret alan köylülerin coşkuyla eşkıyalara saldırmaya başladığını gördü.

Güzel günler geri gelecekti. Ama ne babası, ne annesi ne de Yaser yaşayacaktı o günleri. Ben asa-kıranım, diye düşündü Yaser, cadıyla beraber yanarken.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *