Uçup gittiler; şâd olsun ruhları.
Olsun.
Şu hayatta ne kadar kalabalıklaşırsam o kadar içimdeki boşluğu dolduracağımı sanırdım. Halbuki doğumumuz ve ölümümüz tekti, bu iki yolculuğa tek başımıza çıkıyorduk ama nedense aradaki zaman dilimini kalabalık geçirme yanılgısına düştüm. Neticede insan sosyal bir varlıktı. Uzun yıllar şen kahkahalarla daldım kalabalıklar arasına. İki ayaklılar dünyasında adım sanım biliniyordu. Şöhret dedikleri içi boş dışı kabarık ekmekten ısırmıştım ben de lâkin ekmek insanın fıtratına tersti; fazla yersen ters fıtrattan –kan şekeri yükselmesi- evlerden ırak ölüyordun. Öldüm ben ama ekmekten değil.
Güvendim. Güvendiğim dağlara kardan ziyade dolu yağdı. Tüm hatıraları, iyi-kötü tüm yaşanmışlıkları buza kesen bir dolu. Bir dostun ihaneti, yörüngeden çıkmanıza sebep olabiliyormuş; çıktım yörüngeden adeta fırlatıldım.
Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. İkimiz de yırtığını yamayan, söküğünü diken insanlardık zamanında. Birlikte geçmiştik tüm dolambaçlı yollardan, virajları birlikte almış kavşaklarda birlikte nefes almıştık. O keskin viraja gelene kadar yolundaydı her şey. Sonra ne mi oldu? O âşık oldu.
Aşkın ne olduğunu anlatacak değilim; yüzyıllardır anlatılana şerh de düşemem. Bildiğim o zehirli sarmaşık ona dolandıkça benden uzaklaştığı; benden uzaklaştıkça akrebe yaklaştığı. Sevdiği adam bir akrepti, öyle gözü kara ki kaçacak yeri olmayınca kendini sokacak ama son raddeye gelene kadar tüm kozlarını oynayacak bir akrep. Şu hayatta en iyi dostumdu Bayan A. Kendisine bir ismi bile çok görüyorum sanılmasın, sadece Bay C.’ye öykünüyorum. İşte, ne olduysa Bayan A.’nın Bay Akrep’e aşkıyla başladı her şey.
Bilirsiniz, insanı ayakta tutan, üzerini ördüğü, sıvadığı hatta boyadığı duvarlar vardır. Sırlarını bu duvarların ardına gizler. Bayan A. âşık olduğu o adama balyozun yerini gösterdi ve Bay Akrep tüm gücüyle vurdu balyozu duvarlarıma. Duvarlarım savaş görmüş binalar gibi çöktü, ufalandı, toz oldu. Akrep, akrepti hani bildiği buydu, engelleyemezdiniz, en akıllıca hamleniz önüne çıkmamak olurdu. Peki ya düşman içerideyse? Bayan A. yıllardır Truva atıyla şehrimin içerisindeymiş ve ben fark edememişim. Ne yazık!
Boy boy haberlerim çıktı; tüm sırlarım Hereke halısı gibi yayıldı ortalığa. Sırlarıma talip bir tv kanalı bol paraya aldı sırlarımı Bayan A.’dan. Bay Akrep zafer naraları atarken, bol parasıyla sefahatin tadını çıkarırken ben evden, ne evi odamdan dışarı çıkmıyor, ağlıyordum. Günlerce ağladım, gözlerimde kaktüs dikenleri boy verene dek. Olaylar yeni patlak vermişti, ben iki haftada sekiz kilo vermiştim. Böyle olmayacaktı. Birinci dereceden akrabalarım ve erkek kardeşim birbirlerini dürte dürte nihayet özel bir kliniğe yatırdılar beni. Sonunda hasta yatağıma yattım ve doktorumun beni bir an önce fabrika ayarlarıma döndürmesi için dua ettim.
Erendiz Kırkaltıoğlu’ydu adı. Tuhaf bir adammış ismi gibi, hastaneye yattığım ikinci gün anladım bunu. Kendimi neden bu kadar üzdüğümü sordu. Ben de haberleri izleyip izlemediğini sordum. O da haberleri neden izlemesi gerektiğini sordu. Birkaç dakika boyunca hiç cevapsız bol sorulu bir tanışma faslı yaşadık onunla. Ardından döktüm içimi. Sakinleştiriciler beynime, kas gevşeticiler kaslaraydı; dinleyen bir çift kulaksa şeksiz şüphesiz ruhuma iyi geldi. Yalan yok, biraz da kibirli insanlardık biz; ünlüler sınıfı. Bazen bir kalkandı bu, bizi dış etkenlerden korurdu. Bu şöhret içine doğmamıştım ama kısa sayılmayacak bir süredir de meşhurdum işte. Oynadığım filmler, söylediğim şarkılar, yazdığım kitaplar vesaire her biri bu şöhret pelerinimde birer nakıştı ve ben bu pelerine zarar gelmesini asla istemezdim. Kolay kazanmamıştım ki kolay kaybedeyim. Ama ettim. Önce bir dikiş söküldü pelerinden, ardından diğeri. Çok kısa sürede domino etkisi oldu ve tüm dikişler bir bir patladı. Geriye paramparça olmuş bir pelerin kaldı. Evet, hâlâ ünlüydüm ama bu iyi bir şey değildi artık. İnsanların gözünde adeta değersiz bir çakıl taşına dönmüştüm; tüm haberler, tüm yorumlar bu yöndeydi. Kabul ediyorum, hiçbir zaman sütten çıkmış ak kaşık değildim ama her şeyimin böyle ortaya dökülmesi, nasıl desem, kendimi çırılçıplak kalmış gibi hissettim milyonların önünde.
Bana yardım edeceğini söyledi ama ilaç tedavisi olmadığını da ekledi sözlerine. Beklediğim sakinleştiriciler ve terapilerdi. Ama o bana şöyle bir teklifle geldi:
“Suna Hanım, eğer sizin için de uygunsa bu gece bana gelmenizi çok isterim. Hem size göstermek istediğim sizin de çok hoşunuza gideceğine emin olduğum bazı şeyler var. Nasıl desem… Aslında en iyisi gelip kendi gözlerinizle görmeniz. Böylece koleksiyonumu da görmüş olursunuz, ne dersiniz? Gidelim mi benim eve? Hı?”
“Doktor Bey, aklınız başınızda mı sizin? Ne cüretle bana… Hâlâ inanamıyorum, bu nasıl küstahlık? Şikâyet edeceğim sizi!”
“Nedenmiş o?”
“Ne demek nedenmiş? Siz doktorsunuz, unuttunuz mu? Hastayı eve davet etmek de ne demek, hele koleksiyon göstermek? Çok da demodesiniz; geçen yüzyılın klişesi bu.”
“Ah, siz beni yanlış anladınız Suna Hanım. Ama yine de söylemeliyim ki klinikte sizin için yapabileceklerim sınırlı. Dediğim gibi benim eve gitmeliyiz. Derdinizin ilacı evde.”
“Siz ciddi misiniz? Sahte doktor falan olmayasınız; haberlerde vardı daha geçenlerde.”
“Diyelim ki sahte doktorum. Ama derdinizin devası bendeyse bunun bir önemi olur mu?”
“Soruma cevap ver, dolandırma lafı. Doktor musun değil misin?”
“Hım. Peki sizin yönteminizle devam edeyim o vakit… Hım….”
“Bekliyorum.”
“Şimdi çeneni kapayıp o yataktan çıkıyor, ayakkabılarını ayağına geçiriyorsun. Sırtına montunu alıp beni takip ediyorsun ve buradan kimseye görünmeden çıkıyoruz. Kapiş?”
“Kapiş değil cicim. Hiçbir yere gitmiyoruz.”
“O zaman Bayan A. ve Bay Akrep’in senin üzerinden geçinmelerine razısın. Tıpkı asalaklar gibi. Onlar kanal kanal gezsin, o program senin bu program benim deyip paracıklarına para katsınlar, sen de burada tırnaklarını kemirmeye devam et. Bana göre hava hoş.”
Haklıydı. Nasıl bir çözümü vardı merak ediyordum aslında. Odadan çıkmak üzereydi, durdurdum onu.
“Doktor Bey” dedim “size güvenebilir miyim?”
Baktı yüzüme. “Bayan A.’dan daha güvenilir olduğumu söyleyebilirim. Neysem oyum.”
Yöntemi doğru mu yanlış mı bilmiyordum ama ikna edici olduğu kesindi. Elinde beni eski güzel günlerime döndürecek bir gizli formül varmış gibiydi tavrı; öyle emindi kendinden.
“Peki” dedim “Sizinle geleceğim.”
Beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Soyadı ‘Kırkaltıoğlu’ olan bir psikiyatriste ne kadar güvenebilirdim onu hiç bilmiyordum ama doğru bildiklerim de yanlış çıkıyordu bir süredir. Vardır dedim bunun da bir hikmeti.
Klinikten kimseye görünmeden çıkmak doktorum sayesinde hiç de zor olmadı. Sabaha kadar vaktim vardı. Kahvaltı saati gelmeden odamda olsam iyi olurdu zira yatılı tedavim hâlâ devam ediyordu ve mesleğim gereği en yakın takipçilerim olan magazinciler de bunu biliyordu. Bir de klinikten firar etti diye manşetten verilmeyi kaldıramazdım. Aman bulmasınlar bir malzeme! Ellerindeki küçücük verilerle bırak haberi destan bile yazarlar.
Doktorun evi çok uzak sayılmazdı, arabayla on beş-yirmi dakika gittik gitmedik, girdik sokağa. Etrafı kolaçan ederek indim arabadan. Hadi ben ünlüydüm, gizleniyordum da o niye gizlenmeye çalışıyordu ki? En küçük bir tıkırtıda soluğu gözetleme deliğinde alan meraklı komşulara sahipti belki de. Eskice bir apartmandan girdik içeri. Giriş katında oturuyordu, dört numaralı dairede. Eve girdiğimizde bir şey dolandı ayaklarımıza, ışık da kapalı olduğu için az daha bağıracaktım ki doktor tuttu kolumu.
“Korkmayın. Benim Sarışın sadece.”
İçeri girip kapıyı kapadı. Nihayet ışığı buldu da yaktı. Karşımda dört ayak üzerinde dikilmiş, fosforlu kalemle etrafıma kontür çeken Sarışın. Fosforlu kalem gözleriydi tabii. Kapkara bir kediye Sarışın ismini veren doktorum soyadının hakkını veriyordu. Kedinin bakışları altında doktorun da yönlendirmesiyle salona geçtim. Doktor bir şey içer miyim, diye sordu. İstemediğimi söyledim, ardından da bana ne gösterecekse bir an önce göstermesini. Kedinin bakışlarından pek hazzetmemiştim, doktorum da bir tuhaftı. Allahım benim burada ne işim vardı?
“Biliyorum” dedi “Sarışın’ı çirkin buldunuz.”
“Ne yalan söyleyeyim, biraz ürkütücü.”
“Tanısanız çok seversiniz aslında. Antidepresan gibidir kediler. Belki de ihtiyacınız olan tek şey sevimli bir tüy yumağıdır Suna Hanım, ne dersiniz?”
“Kalsın. Hayvanlarla aram pek iyi değildir. Hele kediler. Çok sinsiler bir kere. Yok yok, beni daha çok strese sokar. Kılıydı, tüyüydü… Amaan!”
“Bir kedinin bir insanı psikiyatri kliniğine yatırdığını hiç görmedim. Ama bir insanın bir insana bunu yaptığını görüyorum işim gereği. Sizi ele alalım mesela. Niçin depresyondasınız? Arkadaş kazığı yediğiniz için değil mi?”
“Doktor olduğunuza emin misiniz siz? Yaklaşımlarınızı tıp etiğine aykırı buluyorum. Ne o arkadaş kazığı falan…”
“Tekrar ediyorum ki Hipokrat yemini etmiş bir psikiyatristim efendim. Hatta rahmetli babam, dedem, büyük dedem, onun da dedesi hepsi doktordu. Bünyamin dedem –dedemin dedesi olurdu kendisi, toprağı bol olsun- ayrıyeten müthiş de bir koleksiyonerdi. Tabii koleksiyonunu yaptığı şeyler biraz gizlilik gerektirdiği için herkes bilmez onun bu yönünü. Sadece bilmesi gerekenler… Ve şimdi de siz. Size şimdi benim devam ettirdiğim nadide koleksiyonumuzu göstermekten gurur duyarım efendim. İsterseniz odaya geçelim.”
Ne yapmaya çalışıyordu bu adam? “Salona getirseniz… İlla gelmem mi gerekiyor?”
“Pul koleksiyonu mu bu efendim, ayağınıza getireyim. Kıymetlinizi kaldırın da gelin görün. Hayatınızda her zaman görebileceğiniz bir şey değil bu.”
“Tamam canım, kızmayın hemen. Ama siz de kabul edin; biraz fazla gizemli değil misiniz?”
Cevap vermedi soruma. Tıslamaya benzer bir gülüş çıktı ağzından. Belki de kedidendir; açıkçası varlığından tedirgin olduğum kedi, konuya odaklanmamı zorlaştırıyordu.
Eliyle onu takip etmemi işaret etti, ben de gittim peşinden. Mutfağa girmiştik. Ona bir şey içmek istemediğimi söylemiştim ama… Birden iki eliyle küçük kare masayı kavradı, kenara çekti. Ne yaptığını anlayamıyordum ta ki halıyı da kaldırdığında zemine sonradan eklenmiş gibi duran marleyleri görene dek. Bana her ne gösterecekse mutfak masasının altındaki zeminde gizliydi. Saniyeler içinde düşünebildiğim, orada ya gizli bir bölme yâhut bodruma açılan bir kapı olduğuydu. Doktor, sonradan eklenmiş marleyleri kenara istifledi ve ortaya çıkan kapağı dikkatlice kaldırdı, duvara dayadı. Tedirgin olduğumu sezmişti.
“Bu ev” dedi “dedelerimden kalma. Hatta bu arsa. Daha sonra bu apartman dikildi üzerine. Babamın babası yani küçük dedem, buraya apartman diktirdiğinde, işte şimdi gördüğünüz bu kapağın altındaki gizli odaya sermiş, ona da atalarından miras kalan koleksiyonunu. Şimdi sıra bende, koleksiyonun koruyucusu ve tamamlayıcısı ben olacağım. Soyumuz benimle tükenecek çünkü.”
Sabırsızlanmaya başlamıştım. “Ne koleksiyonu olduğunu hâlâ söylemeyecek misiniz?”
“İnelim ve kendi gözlerinizle görün.”
Önce o girdi kapaktan içeri. Odadaki ışığı da yaktıktan sonra kafasını yukarı doğru uzatarak:
“Hadi” dedi “korkmayın. Merdiven oldukça sağlamdır.”
Girdim kapaktan içeri. Merak, korkudan daha ağır basmıştı. Merdivenleri dikkatlice indim ve gizli odaya girdim. Etrafıma bakındım hızlıca. Hiç kesintisiz bir raf düzeneği tüm duvarları sarmıştı. Raflar, enteresan biraz da çirkin sayılabilecek bez bebeklerle doluydu. Merdivenlerin karşısındaki köşede bir çalışma masası, bir sandalye, çok da eski kırmızı kadife kaplı bir puf vardı. Muhtemelen büyük dedelerden kalmaydı. Zira ayaklarındaki ahşap oyması “eski İstanbul” zanaatkârlarının elinden çıkmışa benziyordu. Pufa baktığımı görünce “Oturun lütfen”, dedi ve devam etti “İşte koleksiyonumuz. Nasıl sizce, benzersiz değil mi?”
Oturdum önce. Ardından doktora döndüm “Bebek mi toplamış büyük büyük dedeler? Kusuruma bakmayın ama bu çul çaput için mi geldim ben buraya? O ballandıra ballandıra anlattığınız, bu mu şimdi? Benim hangi derdime çare olacak bunlar? Bırakın Allah’ınızı severseniz.”
Hayâl kırıklığımı sertçe dile getirmiş olmamı önemsemiyordu. Adeta hipnotize olmuş gibi raflara bakıyor, bebeklere tek tek dokunuyor, onlarla konuşurmuş gibi mırıldanıyordu. Bu kadarı da fazlaydı. Merdivenlere baktım. Hâlâ kaçıp kurtulma şansım vardı ama merdivenleri çıkarken tutup aşağı çekerse beni, bu da ihtimal dahilindeydi neticede. Kendimi mutfağa bir atsam kaçıp kurtulurdum bu evden. Sanki beynimden geçenleri duymuş gibi kıstı gözlerini, tıslar gibi konuştu:
“Pek ünlü Suna Hanım, siz değil miydiniz sizi sırtınızdan bıçaklayan o kadından ve âşığından intikam almak isteyen? Klinikte, bana içinizi dökerken ağzınızdan şöyle bir şey çıkmıştı, hatırlayın: “Acılar çeksinler de ölemesinler, inşallah. O dilleri konuşamaz olsun. Yataklara düşsünler Ya Rabbim!” Ben de diyorum ki hem sizin dileğiniz gerçekleşsin hem ben görevimi yerine getireyim. İkimizin de çıkarına olacak bir anlaşma. Elbette her şey aramızda kalacak, üçüncü bir kişi asla burayı, anlaşmamızı ve yapacaklarımızı bilmeyecek.”
Anlaşma diyordu, ikimizin de hayrına olacak bir şeylerden bahsediyordu. Daha açık konuşmasını istedim.
“Bana” dedi “Bayan A. ve Bay Akrep’e ait doku parçası getirin; tırnak ve saç teli gibi, ben de onları yataklara düşüreyim, dillerini bağlayayım. Bu gördüğünüz bebekler, voodoo bebekleri. Daha önce muhakkak duymuşsunuzdur ama sanırım ilk kez görüyorsunuz. Evet bez bebekler bunlar ama bildiğiniz anlamda değil. Her biri, bir insanı temsil ediyor. Bu raflarda gördüğünüz üç yüzü aşkın bebek, vakti zamanında yaşayan, sizin gibi benim gibi insanların büyü bebekleri. Atalarım bu işe ilk başladığında, çaresiz insanlara yardım etmekmiş amaçları. Tabii zamanla her şey evriliyor. O zaman yardımdı, şimdi intikam. Ben onlar gibi iyi niyetli değilim, devir hiçbir iyiliğin cezasız kalmadığı bir devir. İşte, başınıza gelenleri düşünün. Onca iyilikleriniz, destekleriniz hepsi bu nankörlük için miydi? Bırakın, çeksinler cezalarını.”
Büyücü bir psikiyatrist… Aklımı yitirmiş olmalıyım, büyüyle mi huzura erecektim? İşin en berbat tarafı, haklıydı adam.
Uygun bir ücret karşılığında istediklerimi sorgulamadan yapacak birini tanıyordum: Kardeşim. Bayan A. ve Bay Akrep’ten doktorun istediği şeyleri alabilmesi için bir hafta süre tanıdım ona. Onun için çok zor olmasa gerekti. Kardeşim de o ikisi gibi eğlenceye pek düşkündü; muhakkak bir yerde karşılaşırlardı nasıl olsa. Karşılaşmışlar da. Tereyağdan kıl çeker gibi olmuş, kafalarından saç teli alması. Bay Akrep’in at kuyruklu bir akrep olması işimize yaramıştı.
Klinikten çıkalı beş gün olmuştu. Kriminalcilik oynayan kardeşim, saç tellerini getirince doğruca doktorun evine gittim. Bir saat öncesinde aradığım için gelmemi bekliyordu, bu sebeple ki apartman kapısı açıktı ve zile basmayayım diye aralık daire kapısının ardında dikiliyordu. Ben de aynı dikkatle sessizce içeri girdim ve birlikte kapıyı yavaşça kapadık. Ardından fısıldar gibi:
“Hadi başlayalım” dedi. Sanırım işin eğlence kısmı başlıyordu. Gizli odaya girdiğimizde saç tellerini doktora verdim o da büyük bir sevinçle çalışma masasının başına geçti, işe koyuldu. Masasına şöyle bir göz attım da neler yoktu ki: İrili ufaklı pek çok farklı cinsten ağaç dalları, kurutulmuş otlar, şifonundan kadifesine boy boy kumaş parçaları, büyükçe bir kutu dolusu düğme, sicim iplikler, dikiş iğneleri… Orkestrasını yöneten bir maestro titizliğinde parçaları düzene sokuyor, ölçüyor, biçiyor, arada ona verdiğim Bayan A. ve Bay Akrep’in fotoğraflarına bakıyor, düşünüyor, tıslamaya benzer sesler çıkarıyor, duaya benzer mistik sözler söylüyor, bazen de histerik kahkahalar atıyordu. Konsantrasyonunu bozmamak için uzağındaydım doktorun. Rafları ortama alacak şekilde kırmızı pufa oturmuş, arada raftaki bebekleri inceliyor, arada doktoru süzüyordum. Yarım saat kadar sonra işinin bittiğini söyledi ve bebekleri elime tutuşturdu.
“Şimdi eserimizin sağlamasını yapalım, saat üçte canlı yayına çıkacaklar demiştiniz, değil mi?”
Başımla onayladım.
“O zaman acele edelim isterseniz, program başlamak üzeredir.”
Elimde bebeklerle merdivene yöneldim. O sırada masanın üzerinde bir başka bebek daha olduğunu gördüm. Tam soracakken merdivenlere doğru çekiştirdi beni.
“Hadi ama bir an önce haklayalım şunları.”
Doktorun itelemesiyle apar topar çıktım merdivenleri. O da peşimden. Mutfağı eski haline getirdikten sonra da salonda aldık soluğu. Hemen televizyonu açtı. Çıkacakları kanalı buldu. Program henüz başlamıştı. Ben de ikili koltuğa çöktüm hemen. Doktor geldi yanıma oturdu. Sarışın da tam aramıza uzun atlamasını yaptı. Tedirgin olsam da ses etmedim. Sonuçta o ev sahibi, ben misafirdim. Hem benimkiler programa teşrif etmişlerdi işte.
Bebeklerin ikisi de elimdeydi. Doktora baktım, ürkütücü ama tuhaf derecede yakışıklı doktorum da bana baktı.
“Sıra sende. Ne yapmak istiyorsan yapabilirsin.”
Haklıydı. Nihayet gelmişti o an. Ne istersem yapabilirdim. Ölmelerini değil acı çekmelerini istiyordum. Olmaz ya, belki de pişman olmalarını. Elimdeki bebeğe ne yaparsam Bayan A. onu hissedecekti. Ben de çok acıttığını kardeşimin eşek şakalarından bildiğim için kulağını ikiye katladım bebeğin. Sıktım, sıktım. Televizyonda bir çığlık koptu. Bayan A. bas bas bağırıyordu. Hoşuma gitmişti. Bu sefer diğer kulağını çekiştirdim bebeğin, onu da büktüm, büktüm. Bayan A. bu sefer fırladı koltuğundan. “Kulağım… Kulağımda bir şey var, yardım edin! Ayyy!” Doktorum histerik kahkahalara boğulmuştu, Sarışın da içine şeytan kaçmış gibi tuhaf sesler çıkarıyordu. Bense oyuna yeni başlayanlar gibi ısınma turları yapıyordum; biraz kulak çekiştirmece, biraz göze parmak sokma, e biraz da saç yolma. Ama bunlar yeterli değildi elbet. Bayan A. biraz dinlensin diyerek bu kez Bay Akrep’in bebeğini aldım elime. Doktorum gayet güzel iş çıkarmıştı; bebek Bay Akrep’e gerçekten benziyordu. Önce boğazını sıktım, ardından ekrana baktım. Bay Akrep, boğuluyordu. İki eliyle boynunu kavramış, boğazını saran görünmez elleri açmaya çalışıyordu sanki. Parmaklarımı gevşettim, öyle bir nefes aldı ki televizyonun sesini en az yirmi çubuk kısmıştır programı izleyenler. Doktora baktım, keyfi yerindeydi. Benim de öyle. Sıra ikisini de maskara etmeye gelmişti. Bebekleri orta sehpaya koydum ve doktordan iğneleri istedim. Doktor elinde bir kutu toplu iğneyle geldiğinde o ikisi seyircilerden özür diliyorlardı. Ne olduğunu kendilerinin de anlamadıklarını söylüyorlardı. İki toplu iğne aldım ve ikisinin de arkalarına aynı anda batırdım. Senkronize bir şekilde sıçrama tahtasından zıplar gibi koltuklarından fırladılar. Artık duramazdım. Kollarına, bacaklarına, sırtlarına, hatta kafalarına kadar iğneledim ikisini de. Darbelerim çok sert değildi; zira ölmelerini istemiyordum, hele bir de canlı yayında.
O gün onları öyle gördüm ya, ölsem de gam yemezdim artık. Herkesin dilindeydiler. Sosyal medyada adlarına başlıklar açılmış, en çok konuşulanlarda birinci sıraya yerleşmişler hatta haklarında yüzlerce de caps yapılmıştı. Ve tüm bunlar sadece yirmi dört saat içinde gerçekleşmişti. Onlara kızgınlığım geçmemişti elbette ama şimdi daha baskın şekilde hissettiğim duygu acımaydı.
Üç gün sonra, pilatesten dönüyordum öldüklerini duyduğumda. Arabayı hemen sağa çektim, radyonun sesini açtım, “… ünlü çiftin aracı uçurumdan kayalıklara yuvarlanmış halde bulundu. Aile yakınlarından aldığımız bilgilere göre, çift son günlerde haklarında çıkan haberler sebebiyle İstanbul’dan uzaklaşmak için şahsi araçlarıyla güneye gidiyorlarken gerçekleşmiş kaza. Görgü tanıklarının ifadelerine göre araç şeridinde giderken birden sürücü direksiyon hakimiyetini kaybediyor ve otomobil uçuruma yuvarlanıyor. Hatta tanıklardan biri şöyle diyor: ‘Öyle tuhaf bir kazaydı ki. Sanki görünmez bir el arabayı tuttu ve uçurumdan attı. Evet, aynen böyle oldu.’ Biz de Kont Fm ailesi olarak ölenlere rahmet…” Beynim çaydanlıktaki su gibi fokurduyordu. Ölmüşlerdi. Ben sebep olmuştum. Ne diyordu tanık? “Görünmez bir el arabayı tuttu…” Doktoooorr!!!
Doktorun evine uçtum adeta. Hafta sonuydu, evde olmalıydı. Bastım zile. Anında açtı kapıyı, bekliyormuş gibi. Çevikliğine şaşırsam da üstünde durmadım hemen içeri geçtim ve haberleri duyup duymadığını sordum. Kapıyı kapayıp geldi yanıma. “Biliyorum” dedi “Yazık oldu ikisine de.”
“Sen mi yaptın?” dedim “Saçmalama” dedi.
“Görünmez bir el…” dedim “Sinirlerin yıpranmış. Papatya çayı yapmıştım, bir iç sakinleş önce.” dedi.
İtiraz etmedim. Spordan dönmüştüm zaten pestilim çıkmıştı, üstüne bu haber, son sürat buraya gelmem, hepsi yormuştu beni. Çay iyi fikirdi. Çok sürmedi elinde fincanla girdi içeri. “Alman papatyasından demledim; yorgunluğa birebir. Sen çayını iç, küçük bir işim var, onu halledip hemen yanına geliyorum, müsaadenle.”
Fincanı elime tutuşturup gitti. Çayın kokusu da güzeldi hani. Bir yudum içtim, karşımda onu gördüm; Sarışın’ı. Kapının eşiğinde durmuş, sırıtır gibi bakıyordu bana. Bir türlü ısınamamıştım şu kediye. Çayımı bitirene dek bekledi kapıda. Sanki doktor bana göz kulak olsun diye onu kapıya dikmişti. Nihayet gelmişti. “Ee anlat bakalım, sen nasıl öğrendin?” dedi. Cevap verecektim vermesine ama ağzımı açacak takâtim yoktu. Öyle yorgundum ki. Üzerime karabasan çökmüş gibi, gözkapaklarım kapanmak için direniyor, ellerimi kaldıramayacak kadar güçsüzüm. Neden böyle oldum ki? Doktora baktım, Sarışın kucağında, biraz uzağımda dikilmiş beni izliyordu; galiba tıslıyordu da.
Bütün vücudumu karıncalar basmıştı sanki; uyuşmuştum. Gözlerimi doktorun gizli odasında açmıştım açmasına da buraya nasıl gelmiştim? Hiçbir yerimi kıpırdatamıyordum, felç mi geçirmiştim yoksa? Felç geçirsem hastanede olurdum, neden bodrumdaydım peki? Ağzımı da açamıyordum ki. Neden konuşamıyordum? Neredeydi bu adam? Hah, işte gördüm sonunda. Rafları yerleştiriyor galiba. Elinde iki bebek, Bayan A. ve Bay Akrep bunlar. Rafa koydu onları. Neler oluyordu burada? Allah’ım bana ne yaptı bu adam? Çay, evet evet çaydan olmalı. Ah, keşke içmeseydim! Döndü arkasını. Sanırım beni kontrol ediyordu. Beton zeminde yatıyordum, eğildi yüzüme, gözlerime baktı.
“Nihayet uyanabildiniz Küçük Hanım. Evet, biliyorum, kollarınız, bacaklarınız oynamıyor, hatta ağzınız bile. Uyuşuk hissettiğinizi de biliyorum. İlacın etkileri işte. Hani çay yaptım ya size, siz de afiyetle içtiniz, onun içine katmıştım işte, felç belirtileri gösteriyorsunuz ama korkmayın geçici bir şey bu. Üzgünüm ama size engel olmam gerekti. Hem ben nereden bileyim canım, adamın direksiyon başında olduğunu? Bebek dikmeyeli yıllar olmuştu, öyle heyecanlandım ki siz bana gelince, hani acı çeksinler dediniz ya, işte dedim geldi zamanı. Koleksiyonun üç eksik parçasını tamamlamanın zamanı geldi. Siz intikamınızı aldınız ben de bebekleri diktim; gerçek insanların bez kopyalarını…”
Ellerim… Ellerime can geliyor gibi… Ayağım… Ah, hâlâ oynatamıyorum. Ne kadar sürecek bu işkence? Varlığını kimsenin bilmediği bu odada ölmek istemiyorum Allahım!
“Bu sabah, rafları temizlerken ki rutinimdir ayda iki kez tozunu alırım rafların, camekânlı da olsa nasıl toz tutuyor görsen; seninkilere geldi sıra. Onları da rafa yerleştirecekken hani denir ya şeytan dürttü diye, biraz eğlenmek istedim sadece. Birkaç iğne darbesi o kadar. Adam apandisit sanıp hastaneye koşardı en fazla, bilemezdim ki yolda olduğunu, direksiyon hakimiyetini kaybedeceğini. Rafları temizleyip yukarı çıktım. Kahvaltı hazırlıyordum, televizyonun sesini de açmıştım. Öldüklerini duyduğumda ben de şaşırdım senin gibi. Sonra tanığın biri demesin mi “Gizli bir el” falan diye. Olay saatini de söyleyince ne yapacağımı şaşırdım, benim iğnelerim adamın kaza yapmasına sebep olmuştu. Ben öldürmüştüm ikisini de, dolaylı da olsa. Senin de böyle düşüneceğini biliyordum; aynı tanığı sen de dinleyecektin; bütün kanallarda konuşacaktı çünkü. Aklına ben gelecektim, beni suçlayacaktın, hatta polise bile gidebilirdin. Bunu göze alamazdım. Alamam, anlıyor musun beni?”
Neden inandım ki sana? Neden kabul ettim teklifini? Beni bu lanet evine çağırdığında neden şikâyet etmedim seni, neden geldim peşinden? Ah Aydan, hepsi benim yüzümden… Pişman…
“Ne o pişman mısın yoksa, gözlerindeki o acı da nereden çıktı? Korktuğunu biliyorum, dedim ya ilacın etkisi geçici diye. Sahi, bir bebek daha vardı, baygınken saçından bir tel almışım iyi ki. Ah, ağzımdan kaçırdım bak! Gerçi sen çok zekisin, çoktan anlamışsındır üçüncü bebeğin sen olduğunu. O gün sormuştun ya, cevap vermemiştim ama sence de bu işte bir tuhaflık yok mu? İki kişilik bir intikam için üç kişilik mezar kazman gerektiğini bilmiyor olamazsın.
Ellerime kan geldi nihayet… Bacaklarımı da hissediyorum. Konuşabilsem… Ya… Yap…ma… Yap… maa
“Demek geçti ilacın etkisi. Bu güzel işte.”
“Sana… gü… ven…”
“Yorma kendini. Sana söz veriyorum, koleksiyonumun en nadide parçası senin bebeğin olacak. Sen son bebeksin, üç yüz otuz üçüncü bebek. Şimdi müsaadenle yukarı çıkıyorum. Birkaç dakika içinde her şey sona erecek, güven bana.”
Histerik kahkahaları yukarı çıkana kadar devam ediyor, işte çıktı ve kapağı kapattı. Birkaç dakika içinde öleceğim. Geride yarım kalmış pek çok şey… Ben böyle bir hatayı nasıl yaptım? Kimseye de bir şey söyleme demişti. Niye dinledim ki onu? Bir şans daha… Yalvarıyorum bir şans daha… Burada ölmeme izin verme Allahım! Buradan sağ çıkarsam sonu ne olursa olsun her şeyi anlatacağım… Son bir şans… Ölmek istemiyorum, daha değil… Dediği her şey yalandı belki de, ah aptal kafam, elbette yalan… Ruh hastasının teki. Biri doğruysa diğeri yalan işte. Böyle bir adam asla durmaz ama durdurulmalı. Ah! Belim nasıl da ağrıyor, böbreklerim donmuş olmalı betonda yatmaktan. Bir dakika… Ee niye ölmedim hâlâ ben? Hani öldürecekti beni? Tabii ya, tabii ya… Dinsizin hakkından imansız gelirmiş. Sen bittin doktor!
Allahım çok çok teşekkür ederim.
Ve kaynak saçlarım… Sizi çok seviyorum, iyi ki varsınız!
– SON –
Merhabalar. Edebiyat camiasından olmadığımdan bilemiyorum sanırım, tek bir okurun beğenisinin pahası nedir? Ya da eseri en az kaç kişi beğenmeli ki verilen emeğe değsin? Yoksa böyle hesaplara hiç girilmez mi? Ama eserin beğenilmesi hoşuna gidiyordur yazarın herhalde yani. Amma felsefe yaptım gece vakti:)
Neyse efendim. Kaleminize kuvvet. Ben kendimce, geçmiş yorumlardan birinde bir arkadaşın da dediği gibi, öykü kitabınız çıksa onu gönül rahatlığıyla alır, okur, özenle kitaplığımdaki diğer öykü kitaplarının arasına yerleştiriveririm. Arada sırada da açar açar tekrar okurum 🙂
Merhaba, teşekkür ederim güzel sözleriniz için. Elbette her yazar beğenilmek ister, okunmak ister; benim isteğim de öykülerim okurunu bulsun, gerçekten öyküleri layıkıyla okuyanlar okusun, keyif alsın, beslensin. Zira ben öyle yapıyorum. Bu zamanda sözün, yazının kısası makbûl belki ama ben inanıyorum iyi öykü uzun kısa fark etmez okutturur kendini. Ben de uzun yazdığım halde okutturabiliyorsam ne mutlu bana.
Kitaba gelince; hayırlısı diyelim.
Yazmaya devam 🙂
Başarılı ve sürükleyici, emek verildiği belli oluyor, tebrik ederim.
Merhaba, teşekkür ederim güzel yorumunuz için. Öykümü beğenmenize sevindim.
Merhabalar. Tabii ki bir Öznur Babur klasiği olarak öykünüz çok güzeldi. Sonuna da bayıldım başına da. Yarattığınız bayan karakterler imrenilesi örnek alınası; fazlasıyla gerçekçi ve başarılı. Bir de bu sefer uzunca yazmışsınız, ayrıca sevindim. Bu daha fazla Öznur Babur okuyabilmek manasına geliyor. Söylediğiniz gibi uzunu kısası fark etmiyorum benim gözümde de. Ayrıca öykünün başında, olacak olan olay hakkında gönderme yapmışsınız. Benim de yapmayı sevdiğim bir şey, bazen aralara sıkıştırıyorum çaktırmadan da olsa. Diğer seçkilerde de görüşebilmek dileğiyle, elinize sağlık.
Öznur Babur klasiği 🙂 Öykümü beğenmenize sevindim, teşekkür ederim güzel sözleriniz için. Ben genelde uzun yazıyorum, belki bu daha uzundur. Evet, gönderme var. Yazıyla, kurguyla oynamayı seviyorum. Önümüzdeki seçkide yokum, bir sonrakinde inşallah 🙂
Merhabalar,
Başından sonuna kadar merakla okuduğum bir öykü oldu. Özellikle sonu pek hoşuma gitti 🙂 Hırsları göz önüne sermesi açısından da güzeldi.
Kaleminize sağlık.
Merhaba, öykümü beğenmenize sevindim. Teşekkür ederim güzel sözleriniz için. Evet dediğiniz gibi, iki hırslı karakter var öyküde ve iki arıza karakter aslında 🙂
Merhaba;
Bay C’yi unutamadan Bayan A. ve Bay Akrep. Ne güzel olmuş bu bağlantı çok sevdim. Öykünün gizemi sonuna kadar koruması da çok hoştu. Doktorla olan diyaloglara (ilk bölümdeki) biraz takıldım. Bilmem tekrar gözden geçirir misiniz? Özellikle sizin öykülerinizi okumayı çok seviyorum ve heyecanla bekliyorum. Kaleminiz, yüreğiniz dert görmesin. Siz hep yazın, biz hep okuyalım. Sevgiler…
Merhaba 🙂
Aylak Adam’ ı da andık böylece. Seviyorum böyle göndermeleri.
İlk bölümdeki diyaloglara gelince; kesinlikle haklısınız. Aslında her öyküm gibi bu öyküm de bir-iki günde oluşmadı. Ama yazdığım süre çok sınırlı ve aynı anda birkaç öykü yazmaya çalıştığım için -yarışma vs.- kusurlarım olmuştur. Tekrar tekrar okumuştum ama şimdi yorumunuz sayesinde dikkat ettim, gerçekten diyalogları düzeltmem gerek. Eksiltmeye gitmeliyim. Şöyle nasıl?
“Suna Hanım, eğer sizin için de uygunsa bu gece bana gelmenizi çok isterim. Hem size göstermek istediğim sizin de çok hoşunuza gideceğine emin olduğum bazı şeyler var. Nasıl desem… Aslında en iyisi gelip kendi gözlerinizle görmeniz. Böylece koleksiyonumu da görmüş olursunuz, ne dersiniz? Gidelim mi benim eve? Hı?” yerine;
“Suna Hanım, eğer sizin için de uygunsa bu gece bana gelmenizi çok isterim. Hem size göstermek istediğim sizin de çok hoşunuza gideceğine emin olduğum bazı şeyler var. Nasıl desem… Aslında en iyisi gelip kendi gözlerinizle görmeniz. Böylece koleksiyonumu da görmüş olursunuz, ne dersiniz?” burada bitmeli.
“Doktor Bey, aklınız başınızda mı sizin? Ne cüretle bana… Hâlâ inanamıyorum, bu nasıl küstahlık? Şikâyet edeceğim sizi!” bu cümle yerine;
“Aklınız başınızda mı sizin? Bu ne cüret!” olabilir.
“Şimdi çeneni kapayıp o yataktan çıkıyor, ayakkabılarını ayağına geçiriyorsun. Sırtına montunu alıp beni takip ediyorsun ve buradan kimseye görünmeden çıkıyoruz. Kapiş?”
“Kapiş değil cicim. Hiçbir yere gitmiyoruz.”
Bu kısım da göze batmış olabilir. Ama burada amaç karakterlerin arıza yanlarını göstermekti. Resmi konuşurken birden ciddiyetsiz hatta argoya kaçan bir diyalog. Karakterler de öyle aslında. Ne zaman çizgiden çıkacakları belli değil. Bu kısım kalsın 🙂
Üst üste dramatik yazınca bu ay biraz daha esprili bir şeyler yazmak istedim.
Güzel temenniler ve hisler, karşılıklı efendim 🙂
sevgiler.
Merhaba, oldukça, gerçekçi, hoş ve akıcı olmuş. Voodoo bebeklerini kullanmanız yaratıcı olmuş. Uzun olması hoşuma gitti ve öykünün içinde kaybolup gittin. Sonu güzel olmuş. Ellerinize sağlık, kaleminize kuvvet. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…
Merhaba, teşekkür ederim güzel sözleriniz için ve elbette öykümü beğenmenize sevindim. Her öykümde gerek kurgu gerek konu itibariyle bir arayış içine giriyorum. Yenilikler yapmayı seviyorum; bu yenilikler de yazıda kendimi geliştirebilmem için gerekli olan şeyler. Bilmiyorum güzel mi yapıyorum çirkin mi lâkin bu şekilde geliştiğimi düşünüyorum.
Bence bu ayın en iyisi 🙂 Sonundaki süprize bayıldım,
Ee tamam işte kız ölecek, finali olmamış gibi sanki derken… Hiç beklemediğim bir final. Bir kahkaha patlattım.
Elinize fikrinize sağlık. Gelecek seçkilerde ilk okuyacağım öykü sizinki olacak 😉
merhaba,
🙂 Teşekkür ederim güzel sözleriniz için. Öykümü beğenmenize sevindim. Ayın en iyisi mi bilmem ama en keyiflilerinden biri olması için uğraştım diyelim.
Merhaba. Öykünüzü sonuna kadar merak içinde ve heyecanla okudum. Finaline gelene kadar kendi kafamda kurguladığım sondan çok farklı ve güzel bir sonla tabir doğruysa ters köşeye yattım. Ayrıca öyküde başlarda yaptığınız diyalog tarzınız dışında da mizahi bir etkiniz olduğunu gösteriyor. Çok güzel bir öykü olmuş kaleminize sağlık.
Merhaba, teşekkür ederim güzel yorumunuz için. Öykümü beğenmenize sevindim.
Mizahı çok seviyorum ve genelde öykülerimde mizahî unsurlar kullanmaya gayret gösteriyorum minik de olsa.