1- Karanlık ve Lityum
Yerde çizili olan şekil tekinsizdi. İrili ufaklı pek çok renkten taş düzenli aralıklar ile dizilmişlerdi ve bir iç halka oluşturacak biçimde düzen oluşturuyorlardı. Hiç biri yetişkin bir adamın avuç içinin büyüklüğünü geçemezdi ve hiç biri bir başparmaktan küçük değildi.
Taşların etrafında az miktarda lityum ile karıştırılmış kuartzdan oluşan toz halinde ve siyaha çalan koyulukta saydam, az miktarda, bir şekil vardı. Şeklin yedi köşeliydi ama hiçbir köşe kendi yanındakiler dışında kalanlar ile birleşik değildi. Ortalarında kalan taş formasyonu ise tek bir adamın ortalarında durmalarına izin verecek büyüklükte, yuvarlak bir şekil oluşturuyorlardı.
Selan adlı oğlan kendisini izleyen adama bir göz attı huzursuzca. Hata yapmak kabul edilemezdi ve adamdan azar işitmek istemiyordu. Gerçi hoş, hata bile yapamıyordu. Üstelik Selan gerçekten bir azar işitse bile bunun kaba ve incitici bir cümle olmayacağını da biliyordu. Zaten onu en çok rahatsız eden de buydu.
Adam kollarını kavuşturmuş ve kafasını sağa düşürmüş halde, kaşları çatık, dikkatle izliyordu onu. Saçlarının dipleri siyahtı ve uçlara doğru açık kestane rengine dönüyordu. Yüzü çok ciddiydi ve sakaldan yakın bir zaman dilimi içinde arındırılmıştı, sinekkaydı tıraşa uygun hatlara sahipti. Selan ise henüz bıyığı terlememiş bir genç adamdı.
Selan ustası kadar uzun boyluydu ve dikkatli bakılmadıkça onun ne kadar genç olduğu anlaşılmıyordu. Kuzgun siyahı saçları omuzlarından aşağı dökülüyordu. Ustası ona her ne kadar saçlarını kesmesinin çeşitli avantajları olacağını izah etmişse de Selan inat ediyordu.
Ustasının adı Obliu idi. Obliu neşeli veya karamsar bir adam değildi, o bir gezgindi. Yine de gördüklerini, yolculuklarında kazandığı izlenimlerini ve her türlü insandan duyduğu hikâyeleri anlatırken, ancak o zaman, yüzünde bir gülümseme açardı. Obliu bu gülümsemesi ile ünlüydü ve belki de onu tanıyanlar Obliu’nun bir hikâye anlatmasını istediklerinde duymak istediklerinden çok görmek istedikleri için yaparlardı.
Obliu aslında ne çeşitli diyarlarda yasaklanmış sanatların ne de karanlık yolların ustasıydı. Obliu tek bir şey bilirdi ve bunu ondan daha iyi başka kimse icra edemezdi. “Doğduğum dünyadan yıldızlar şu anda altında olduğumuz göğün sunduklarından farklılardı. Ancak yine de yolumu bulabildim. Neden biliyor musun Selan?” dedi karanlık göğe bakarken Obliu. Selan bilmiyordu, anlamak istiyordu ve öğrenemiyordu. İfadesiz biçimde ustasının cevabını bekledi, genelde böyle yapardı. Nedense hiçbir cevap sunmadığı zamanlar, hatalı bir cevaba göre, ustası daha üzgün bir ifade takınırdı.
Selan normal bir hocanın öğrencisinin bilmediğini kabul etmesi gerektiğini savunmasını ve bunu yaptığında onu yüreklendirerek doğruyu göstermesi gerektiğini düşünüyordu. Oysa bu adam onu adeta hata yapmaya sevk ediyordu. Hata yapmasını istiyor ve olabilecek en vahim sonucu bekliyordu.
Obliu gözlerini kendine yabancı yıldızlardan aldığında bir saniye için Selan’a baktı ve ardından diz çöktü. Dikkatle yerdeki taşları ve kuartz-lityum karışımını inceledi. “Neden lityum kullanıyoruz biliyor musun Selan?” dedi. Sesi ciddiydi, gerçek bir cevaptı talebi.
Selan, “Bilmiyorum Obliu” dedi. Ona asla ‘usta’ demezdi çünkü kendisine aylardır öğrettiği tek şey kumdan ve taşlardan yere ne kadar güzel şeyler çizilebileceği idi. Onu en çok kızdıran tarafı ise Obliu’nun sadece isminin söylenmesinden memnun olmasıydı. Obliu yerden gözlerini ayırarak şaşkın bir halde ona baktı, “Sana anlattığımı sanıyordum, yolculuk sırasında maksimum ferromagnetik ortamın sağlanması gerekiyor. Bunu katı bir ortamda yapamayacağımıza göre gaz halinde manyetizma gösterebilen tek elementi, yani lityumu kullanmamız gerekiyor.” Dedi kendinden emin bir şekilde kalkarak sağ işaret parmağını sallayarak. “Lityum’u yüz elli milyar santigrat dereceye aniden ısıtarak sonra da eksi iki yüz yetmiş iki santigrat derecenin altına soğutmaktan bahsediyorsun, bu nasıl mümkün olabilir ki? Mümkün olsaydı bile tekrar katılaşmadan önce yolculuğun tamamlanması gerekiyor. Işık hızının hiçe sayıldığı gerçeği de cabası.” dedi şüpheyle Selan. O sıralar Obliu’nun söylediği her şey ona deli saçması geliyordu.
Obliu kaşlarını çattı ve dudak büktü, hayal kırıklığına uğramış gibi bir hali vardı, “Nasıl yapacağını sana söyleyemem, bunu kendin bulmak zorundasın. İşin özü burada Selan, ‘bir yolunu bulmalısın’” dedi son kelimesini hınzırca vurgulayarak. Selan kendinden emindi, “Hayır bir yolu yok, insanlık on milyon yıl sonra bu teknolojiye sahip olmayacak. Gayet eminim, on milyon yıl önce de en keskin zekâlı simyagerler dahi söylediğin eğlenceli fikri yerine getirmek için Lucifer ile bir anlaşmaya bile varamazlardı.” Dedi eğlenerek.
Obliu gür bir kahkaha attı, “Gerçekten de anlaşamazlardı, o da onlara lityumsuz çözümü anlatırdı” dedi ondan daha mutlu görünerek. Gülmesini durdurabildiğinde birkaç saniyelik sessiz bir bakışma oldu aralarında, “lityumsuz bir çözüm var ve sen bana dört aydır kumdan kaleler mi yaptırıyorsun?” dedi Selan dişlerini gıcırdatarak.
Obliu korkmuşa veya kırılmışa benzemiyordu, “Elbette var, Faust biliyordu, Ripley yazıtlarında bile yazıla gelmiş maddelerden birini temel alır bu yol. Esasına bakarsan bu yol şu anda üzerinde uğraştığımıza kıyasla senin mizacına daha çok hitap ediyor. Ancak baban benden ikinci yolu sana anlatmamamı tatlı bir dil ile rica etti evlat. Unut onu. Baban gerçekten senin kendi iradenle ve yeteneklerinle yolculuk yapabilmeni istiyor, yoksa bir parmak şıklatması ile sana her şeyi öğretebileceğine eminim. Senin pederin kafasından neler geçtiğini bilmiyorum ama bu yolun sana neler kazandıracağının da farkındayım.” Dedi tekrar kollarını kavuştururken.
“Ayrıca ışığı kafana çok takma. O her yarışta birinci geldiğine inanır. Buna rağmen dizginlemez bir hızı yoktur, kara delikler onu bükerler ve biliyor musun ne? Ondan da hızlı bir şey vardır. Karanlıktır bu. Işık ne kadar hızlı olursa olsun her gittiği yerde karanlık çoktan varmıştır ve onu bekler.” Dedi sesi ciddileşir ve yavaşça fısıltıya dönüşürken. Yüzünde nadiren görülen bir habislik vardı Obliu’nun.
Selan ister istemez irkildi. Obliu adeta bildiği her şeyi unutmasını ve nicelerini baştan yaratmasını istiyordu. Olmayanı düşlemeliydi. Normalde hayal yetisi en etkin canlılar olan Gaia’lı insanlar bile rüyalarında günlük hayatlarına veya güçlü bir anıya ve belki de bir arzuya dayanan imgeler görürlerdi. Obliu’nun Gaia’nın alternatif bir düzeyinden geldiğini biliyordu. Her uzay düzlemi ihtimallerin ve yaşanmışlığın katmanlarında farklı eğimlerde ama bir şekilde paralel olacak biçimde düzene girmişlerdir. Obliu en uçuk olasılıkların düzleminden geliyor olabilirdi ama yine de basit bir insandı. Belki de yüz binlerce yıldır yaşıyor olması dışında tabi.
Selan kafasını toparladı ve ona uzun zamandır sormakta ayak direttiği suali yönlendirdi. Bu cümleyi kurmak bile onu rahatsız ediyordu çünkü yanlıştı, mantıksızdı ve doğruluğu pek bir cüretkârdı. “Her şeyi hayal etmemi mi istiyorsun? Gideceğim toprak parçasını hiç görmemiş olmama rağmen düşlememi ve oraya gitmeyi istememi mi söylüyorsun?” dedi. Obliu’nun gülümsemesi cümlenin sonuna doğru arttı ve noktasında zirveye çıktı.
“Daha isabetli dile getirebilir miydim bilmiyorum. Evet Selan, olan biten göründüğünden çok daha basit. Öte yandan kendini sayısız yıldızdan birinin göbeğinde bulabilirsin. Yolculuğun sırasında herhangi bir dış unsurdan etkilenme olasılığına karşı, örneğin yolunda duran çok büyük bir yıldızın yer çekimi, tüm bu hayalcilik sırasında kendinden emin olman ve lityum katmanını kullanabilmen gerekiyor.” Dedi kendinden emince.
“İyi ama ben senin yere resimler çizdiğini veya cebinde koca bir lityum kesesi ile gezdiğini neden görmüyorum?” dedi Selan sabırlı bir sinirlilikle. Obliu onu duymazdan geldi ve başını çevirip gözlerini kapattı ama Selan üstelercesine onun burnunun dibine girdi. Obliu tek kaşını kaldırdı ve sırıttı, “Çünkü tüm evrenleri, biliyorum.” Dedi kurnazca.
İkisi de yere oturdu. Obliu Selan’nın şeklini bir çomakla dağıttı ve kalan tozu yere serperek bir resim şekillendirmeye başladı. Bağdaş kurmuş otururlarken ve Obliu şekli karalarken bir yandan da konuşmaya başladı. “Tekil bir evrenin şeklini sana anlatmak ile zaman kaybetmeyeceğim. Halkasal düşünmen gerekiyor, düzlemsel değil, en azından bu kadarını anlamalısın. Bir ışık huzmesi yoluna başladığında hiç sapmazsa yine olduğu yere geri gelebilir, oysa bu gerçek üç boyutlu düşünceye aykırı gibi durur.” Dedi ve durup başını kaldırdı. Doğrudan Selan’ın çatık yüzüne baktı ve “Bazen ne gerçek ve ne değildir şeklinde düşünmeyi durdurmalısın. Gitmeli ve görmelisin, en etkili yol budur. Ancak uzay sıradan biri için öyle sonsuz ki pratikte denemek daha verimli sonuç verecek olsa da imkânsız.” Dedi kafasını sallarken, “Ben denedim ve biliyorum. Bu yüzden anlamaya çalışmaya şu an için ara ver ve sadece sana anlatacağım basit fikri dinle.” Dedi ve resmi anlatmaya başladı.
“Gördüğün gibi bu şekil basit ve sıradan bir küp, onu uzayın sınırları olan bir kesiti gibi düşünebilirsin. Küpün içindeki herhangi bir noktanın yerini bilmek için küpün tam olarak yüzeylerinde, tabi yüzeylerinde olmak zorunda değil ama işlemi basit tutmaya çalışıyorum, altı noktaya ihtiyacın vardır. Altı yüzün her birinde ikamet eden noktalar, iki boyutlu koordinatlarını bildiğin, altı nokta olmalılar. Sınırlarını bildiğin bir evrende teorik olarak bu mümkündür. Kesişimleri ancak ve ancak tek bir nokta ile ilgili bilgi sunar. Tabi kesişmeyebilirler de ve bu ihtimal çok fazla büyük. Garantilemek için gerekli yolu sana öğretmek ile hükümlüyüm. Yani 6 noktanın kesişimindeki daha önce hiç görmediğin ve gitmediğin noktaya ulaşmak için öğrenmen gereken metot bir yana her şeyden önce yerini belirlemeyi öğrenmelisin. Gerçi ‘hayal etmenin’ gerekliliğini kabul etmeni sağlamak bile dört ayımı aldı.” Obliu mutsuzdu ve biraz da umutsuzdu.
Selan aptal biri değildi ancak evrene hâkim olan kuralların yıkılmazlığından şüphe bile duyamıyordu. Onlardan üstün başka durumlar ve kurallar olması fikrine uzaktı. Obliu’nun ağzından çıkan her kelimeyi anlamış olmasına rağmen tüm bunları yapmayı başarması için hocasını sinirden boğazlamasından önce ne kadar zamanları kaldığını kestiremiyordu.
2- Kardeşler
Selan yemeğini iştahla midesine indiren kız kardeşini izliyordu. İkisi de hangisinin yaşça büyük olduğunu bilmezlerdi ama Selan onu ablası olarak görürdü. Sanki Mathilda her zaman daha çok şey bilmeyi başarıyordu. Mathilda babaları ile birlikte çok uzun zaman boyunca gezmişti ve ‘belki de sebebi budur’ diye düşünmeden edemiyordu.
Kardeşlerin yaşadığı ev Hoagh Galaksisinin yıldız halkasının en içinde kalan küçük bir yeşil gezegendi. Bütün yüzeyi tek bir dev orman olan Nirnih gezegeninin bir günü 51 saat sürüyordu ve güneşinin etrafında bir turu 562 günde tamamlıyordu. Kardeşler binlerce yıldır Nirnih’de yaşıyorlardı ve gerektiğinde oradan ayrılsalar bile yine buraya geri dönerlerdi.
İkisi de babalarının gerçek ismini bilmezlerdi. Onun kendisine, çoğu zeki canlı formu için kolaylık sağlaması adına, farklı isimler ile hitap edilmesini istediğine şahit olmuşlardı. Hiçbir isim diğerlerinden daha çok kullanılmaz veya vurgulanmazdı. Bulundukları gezegenin mitlerine veya halk hikâyelerine bakar ve bir isim seçerdi. Babalarının da kendi gerçek ismini bilmediğini ve bir isim bellemek istemediğini düşünüyorlardı ama çok ciddi bir problem oluşturan bir durum değildi. Çünkü onu çok az görüyorlardı. Onunla ilgili bir konuşma konusu ise yılda bir açılırdı.
O sabah da öyle günlerden biriydi. İkilinin uzun yalnızlığı beş ay kadar önce Obliu isimli davetsiz bir insan tarafından bozulmuştu. Obliu onlar ile uyumuyor, yemiyor veya gerekmedikçe konuşmuyordu. Kendi halinde Nirnih’i gezdiği söylenebilirdi. Obliu’nun söylediğine göre orada bulunmasının sebebi Selan ile Mathilda’nın babası idi. Selan’ın tek başına yolculuk edebilmesi için eğitilmesi gerekiyordu. “O adamı sevmiyorum Mathy. Düzgün düşünmüyor.” Dedi bir dilim tahıl ekmeğini kemirirken. “Babamızın sözünü taşımasaydı derhal gitmesini isterdim. Bana katılır mıydın?” dedi henüz sabah olmasına rağmen hiddetle.
Mathilda ile Selan birbirlerine benzemiyorlardı. Selan ne kadar tez canlı olabiliyorsa kız da o kadar sakin olabiliyordu. Oğlan ne kadar inatçı davranırsa Mathilda da o kadar durumu kabullenme eğilimi gösteriyordu. Selan’ın saçları ne kadar siyahsa kızın da saçları o kadar beyazdı. “Umurumda değil Selan, onunla daha önce tanıştım ve zararsız biri olduğuna kanaat getirdim. İnsanlar değişmezler.” Dedi ve son bir kaşık kestane kokulu balı da yuvarladı, “Bir daha ağzın doluyken konuşursan seni burada Obliu ile tek başına bırakırım.”dedi göz kırparak.
Selan umutsuzdu. Ağaç evden aşağıya atlarken ve dallarda yolunu çizerken önüne bile bakmıyordu. Her gün birbirinin aynıydı. Hiçbir şey yapmadan geçirdiği günleri özlediğinden değildi ama tam olarak yapmak istediğinin bu olduğu da söylenemezdi. Bir kerecik olsun ona bir şeyler öğretenin babası olmasını isterdi, hepsi bu.
Selan Obliu’yu gezegenin o yöresine mahsus büyük ancak gövdesi dar, eciş bücüş kıvrımlara sahip ağaçlardan birinin altında buldu. Selan ve kardeşi gezegene babalarının verdiği adı benimsemiş olsalar da gerekmedikçe, asla, hiçbir şeye, isim takmazlardı. Obliu gözlerini kapatmış ve ağaca yaslanmıştı. Sanki dev bitkiyi dinliyordu. Hastasının kalp atışlarını dinleyen bir doktor gibi değil belki ama bir annenin henüz karnındaki bebeği dinleyen sevgili gibi.
“Ne düşünüyorsun?” dedi Selan düşünmeden. O da aynı Obliu gibi kulağını ağaca verdi. Obliu ile birlikteyken ona uymanın en iyisi olduğunu biliyordu. Diğer türlüsü akıntıya karşı yüzmek gibiydi ve hep geri tepiyordu. “Bir keresinde Byakkoya adında bir dünyadaydım. Orada küçük bir kızla tanıştım, adını anımsamıyorum ama ‘A’ harfi ile başlıyor olabilir, “Al? Aly? Allen? Aliosa?, her neyse… Konuştuğumuz konuyu bile hayal meyal anımsıyorum, neden bilmiyorum, o sanki, hmm, özeldi. Her şeye rağmen bir şeyi çok net anımsıyorum. Bana bir insan olduğum için şükredip şükretmediğimi sordu. Ona “Kime?” dediğimi biliyorum. O da bana gülümsedi. Sadece o sorduğu için kısa bir süre değerlendirmeye karar verdim. Gerçekten birilerine beni kendim yaptığı için minnet duymalı mıydım? Sonra ise, cevap önümde, aynı sabahları açan Kralkanı çiçekleri gibi belirdi.”
3- Küçük Kız ve Hayalci
Hikâyenin başında Obliu’nun saçları halen karaydı. Bir halk çeşmesinde kendi yansımasını izlerken yaşlanmadığını fark edeli kaç mevsim geçtiğini düşündü. Çıktığı meyhane, bar ya da pub, neydi bilmiyordu bile. Kaç han görmüştü? Kaç otelde kalmış, konaklama yapmış ve sayısı yaz arıları gibi belirsiz kamplar kurmuştu? Adlarını bile bilmediği nice galaksinin gezegenlerinde avare dolaşmıştı?
“Belki artık durmalıyım. Yoruldum mu? Bu kadar basit mi yani, yorulmak ve devam edecek şevki ayaklarımda bulamamak. Belki yanıltan aklımdır, konyağın her damlasının yıkayıp aka çaldığı kaltak akıl!” Obliu sinirliydi ama nedenini kendisi de tam olarak bilmiyordu. Büyük olasılıkla yalnızlıktandı tüm bu öfke. Yapmak istediği ve zevk aldığı yaşam tarzının doğası tek başına olmasını gerektiriyordu. Yüz yıllarca eski dostunu aradıktan sonra elinin boş olmasıydı. Sahi, dostunu bulsa ne yapacaktı ki?
“Annem eğer kabuğu koparırsam yine kanayacağını söyledi.” Dedi bir çocuk sesi telaşla. “Çenen kanamış, kaşıma!” diye devam etti ardından sinirle. Obliu sudan aynada kendine baktı. Haklıydı, gerçekten de çenesinden yeni çıkmış bir cam parçası vardı ve parçayı kanayan parmak uçlarında tutmakta olduğunu henüz fark etmiş durumdaydı.
Küçük kız büyük olasılıkla annesinin diktiği minik deri çantasından temiz görünen beyaz bir kumaş parçası çıkardı. Bezi Obliu’ya uzattı ve bekledi. Obliu sarhoştu ve düşünceleri ona işlemleri yerine getirdikten ancak sonra varabiliyorlardı. Adam çok sık içmezdi, pek pişmanlığı yoktu. Sadece yitik bir dost ve o güne kadar her şeyi görmekten başka hiçbir şey yapmamış olmasıydı. ‘elle tutulur bir özet oluşturan pişmanlık listesinin öğeleri’ bunlardı. Zıbarmadan önce en son hatırladığı şey “Annem taşa yatma dediydi.” Oldu.
Uyandığında yabancı bir tavan karşıladı onu. “Benim olan bir tavan var mı peki? Evim diyebileceğim bir tavan yok belki.” Dedi sabahları yaptığı olağan monotonunda. Nerede uyandığını pek umursamazdı esasında çünkü peş peşe iki gün aynı tavana uyandığı sabahların sayısı iki elinin parmaklarını geçmezdi. Genelde uyandığında kendini farklı bir yuva bir kenara, bambaşka bir boyutta bile bulabilirdi.
Yabancı tavan aniden kocaman bir kafanın tutulmasına uğradı. Kafanın gölgesi çehresinde yer eden Obliu bunu beklemiyordu. Kafanın üzerindeki yüz gördüğü en mutlu ağza ve gözlere sahipti. “Annem seni uyandırmamı söyledi, ona kötü biri olmadığını anlattım ama o öyle kolayca inanmaz.” Dedi biraz somurtarak. Adam doğrulup etrafına daha bir dikkatli bakındı. Fakir ama temiz bir odaydı. Kapısının eşiğinde uzun boylu, orta yaşlı ve çatık kaşlı bir bayan vardı. Her mantıklı insan özür diler ve dışarıya çıkmak için en uygun kelime dizimini bir araya getirirdi. Ancak Obliu’nun sosyal toplum düzeninde hiçbir yeri yoktu, “Eee? Kahvaltıda ne var hanımım?” dedi neşeyle.
Kahvaltı masası gergindi ama bunun tek sebebi küçük kızın annesinin çatık kalmaktan vazgeçmeyen karakaşlarıydı. Üç kâse vardı masada, her birinde büyük taneli ve özenle biraz nemli bırakılmış beyaz pirinç pilavı vardı. Obliu Byakkoya adlı bu yerde bir grup insanın her sabah, öğlen ve akşam bunu yediğini biliyordu. Küçük kız iştahla tüm kâseyi mideye indirirken annenin gözlerini adamdan ayırmaması Obliu’yu sessiz masada bir konu açmaya zorladı.
“Kahvaltı çok güzel hanımım.” Dedi ve bekledi. Kadının sağ kaşının seğirdiğine yemin edebilirdi. Konuşmayı alakasız bir biçimde devam ettiren kişi küçük kız oldu, “Nereden geliyorsunuz bayım?” Kızın biten kâsesini yeniden doldurmakla meşgul olan kadın gözlerini ondan ayırdığında sanki üzerinden karabasan inmiş gibi hissetti Obliu. “Gaia denilen bir diyardan geliyorum genç hanım, orada ülkeleri birkaç kişi değil tüm halk yönetir ve oğlanlar annelerine tek parça halinde dönmezler.” Dedi kafasını olumsuz biçimde sallarken. Bir yandan da yavaşa yemeğe devam ediyordu. Hanımı kızdırmak istemezdi ama kadının kaşlarının öncekinden daha da çok çatılabileceğini gördüğünde, şaşırmadığını iddia edemezdi. “Yaşadığınız ülke çok güzel hanımım. Değerini bilin, bin yıllık barışınızın üstüne bin yıl daha tanıyın.” Dedi ve saçmaladığını düşünerek biraz utandı.
Kadının yüzü biraz gevşemiş gibiydi. Obliu yer yeni gittiği yerde bu problemi yaşardı. İnsanlar ile arasını iyi tutmaya çalıştığında bir çuval inciri berbat ederken içinden geldiği gibi konuştuğunda ona dünyaları bahşederlerdi. Kahvaltı bittiğinde anne ve kızı ellerini birleştirerek dua etmeye başladılar. ‘Toprağın üstündeki güneşe toprağa yazabilecekleri gücü onlara bahşettiği için teşekkür etmek’ ile alakalı bir şeydi. Yazmaktan kastın toprağı işlemek olduğunu düşündü Obliu. Doğrusu Byakkoya’nın zengin aksanı ile herkesin hâkim olduğu var sayılan ortak dil, tek bir dil olmaktan çok öteydi.
Küçük kız Obliu’nun dua etmediğini görünce kaşlarını aynı annesi gibi çattı. “Ama şükretmelisin. Yediğin sensin ve bir insan olduğun için yediklerine teşekkür etmelisin.” Dedi tatlı bir kızgınlıkla. “Kime? Ayrıca yediğim ben miyim?” dedi Obliu yapmacık bir korkuyla. Şakanın üstüne annesi ilk kez konuştu, “Gerçekten uzaktan geliyor olmalısın. Yediklerin, içtiklerin, soluduğun hava ve altında yürüdüğün güneşin ışığı dahi senin birer parçan olurlar. Onlara şükrettiğinde kendine şükretmiş olursun. Kendine inancın artar ve yapman gerekeni yapmak için güç bulursun.” Dedi her gün bir din kitabından okunabilecek monotonlukla. Yine de söyledikleri Obliu’ya farklı geldiler. Kendi dünyasındaki paganlar gibi değildi, farklı bir nüansı vardı.
“Ben bir gezginim hanımım. Ne bir ailem ne de yuvam vardır. Evim sırtımdaki giysidir, aşım ağzıma düşen ve işim ayaklarımın götürdüğü yeri bulmaktır.” Dedi pek çok defa dile getirdiği üzere. Bu deyişini değiştirmeyi pek çok defa denediği oldu ama her defasında dönüp dolaşıp en doğru gelenin bu olduğuna karar verirdi. Kadın merakla sordu, “Geceleri yıldızlar bile görünmediğinde neyin ışığında bulursun yolunu?”
Her nedense Obliu bu sorunun kadına ait orijinal bir cümle olmadığını hissetti. Sanki ona da daha önce sorulmuş bir şeydi bu. Cevabı bulmak ister gibiydi. “Bir ağaç olsaydım, yani öyle doğmuş olsaydım, Uzanabildiğim kadar yukarıya ve kazabildiğim kadar derine kazardım. Sadece, ne bulacağımı görmek için.” Dedi gözlerinde hem annenin hem de kızının bir an için donmalarına sebep olan bir ışıltıyla. Sonra tüm ciddiyeti kaybetti ve kalan pirinci hızla yemeye başlayarak ağzı dolu konuştu, “Her şey aynı göğün altında.” Dedi. Bu çok eski bir deyişti ve anne ile kızının kültürüne oldukça hitap edeceğini düşünüyordu. Aileye teşekkürlerini sundu. Evden ayrıldığında üçü de gülümsüyorlardı. Kızın adı Alice’di.
4- Kök ve Gök
“Peki, kıza ne oldu?” dedi Selan yapmacık bir merakla. Obliu sadece sağ gözünü açtı ve ona baktı. “Onları iki yıl sonra tekrar görmeye gittim. Tüm köy yerler birdi. Savaş. Nereden bilebilirdim ki? Keşke daha önce dönseydim ya da yanlarından hiç ayrılmasaydım diye düşündüğüm bile oldu. Ancak olan oldu. Annesinin öldüğünü duydum. Kız ise, kayıptı.” Dedi ciddi bakışlarla.
“Onu bulmayı hiç düşünmedin mi?” dedi Selan bu kez gerçek bir merakla. Obliu diğer gözünü de açtı ve gülümsedi. “Onun yaşadığını biliyorum ve bu bana yeter. Eskiden olduğu kişi değil, yani tam olarak bir insan sayılmaz ama biliyorsun, hepimiz aynı göğün altındayız.” Dedi söylediklerini dikkatle seçerek.
“Ne demek istiyorsun Obliu? Ne oldu ona, anlatsana, çatlatma meraktan.” Dedi Selan bildik aksiliği ile. Obliu doğruldu. Artık iyice neşelenmişti. “Eğer bu ağacı – parmağı ile yirmi kilometre ötedeki dağı göstererek – şu dağın tepesine yollamayı başarırsan sana hikâyenin devamını anlatırım. Ne dersin?” dedi hınzırca. Selan gafil avlandığını kabul etti.
Obliu zavallı oğlanın gösterdiği ağaca türlü numaralar yapmasını keyifle izledi. İzlerken kendisi de bir elma ağacının altındaydı. Bir ısırığın kütürdettiği taze elma sesi dikkatini çekmeseydi kalkıp Selan’a yardım etmeye niyetliydi. Sesin kaynağı oturduğu ağacın çok yüksek olmayan dallarından birine oturmuş kızdan geliyordu. Fark edildiğini gören Mathilda gülümseyerek el salladı, “Umarım izlememin bir sakıncası yoktur?” dedi kibarca.
Obliu Mathilda ile çok öncelerden, kadim günlerden tanışıktı. Bu ailenin her ferdini tanıyordu ve onları oldukları gibi kabullenmekte halen güçlük çekiyordu. Ne Selan ne Mathilda ne de babaları birer tanrı değillerdi. Dışarıdan bakıldığında kendi dünyasının sıradan insanlarına benziyorlardı – Mathilda’nın saçları dışında tabi – ancak üçünün de olağan dışı nitelikleri vardı. Öncelikle ölümlü değillerdi. Herhangi bir kan bağları olduğuna dair hiçbir kanıt bulamamış olsa da davranışları şartlanmış bir psikolojinin sağlayamayacağı kadar derin bir bağ taşıyordu. Mathilda ölümsüz olmanın dışında aynı babası gibi ‘hüküm’ gücüne sahipti ancak bunu ne sıklıkta kullanabiliyordu emin değildi. Selan’ın ise bu yeteneği sergilediğine hiç şahit olmadı. Hüküm, kabaca, evrenin kanunlarına normal koşullarda göstermeyecekleri bir davranışı sergilemeye ikna etmekti. Bu bazen evrende henüz var olmayan elementleri yıldızların yüreklerinde çekirdeklendirmeye varabilecek bir yeti demekti. Dahası büyü veya teknolojik mucizelerin aksine herhangi bir enerji gerektirmiyordu ve sonuçları korkutucu derecede verimli olabiliyordu.
Mathilda ile ilgili bildiklerinin Selan ve babasına ait bildiklerinden fazla olmasının yegâne sebebi Mathilda’nın, Obliu’nun Enoch adındaki eski ve belki de tek arkadaşını, sonsuz bir eleme sürüklemiş olmasıydı. Mathilda bunu isteyerek yapmamıştı ve Obliu da onu suçlamıyordu. Zaten Obliu kimseyi suçlamazdı.
Obliu kadere inanmalı mıydı emin değildi, Hiç olmadı. Ona göre hayat, ağacın dalından düşen bir yaprak gibi olmalıydı. Rüzgâr, bireyleri sürüklese bile nereye düşeceklerinin bilgisi asla, kesin biçimde, kimse tarafından hesaplanamamalıydı. Tüm bunlara rağmen gezdiği tüm diyarlarda bu ailenin sahip olduğu kudrete ve potansiyele sahip başka bir organizma ile karşılaşmadığını kabul etmek zorundaydı. Kendi acizliğini onların yanında çığlık atarken duyabilirdi. Tüm bu güce rağmen diğerlerinin hayatlarına yaptıkları dokunuşlar oldukça zarif ve aksi gerekmedikçe, hafifti.
“Hayır Mathilda, bir sorun olacağını zannetmiyorum.” Dedi bunları düşünürken. Kız, kardeşine baktı. “Neden ona her şeyi açıkça anlatmıyorsun? Ondan yapmasını istediğin şeyi sadece dakikalar içinde gerçekleştirir.” Dedi umursamaz gibi görünen bir merakla. Obliu elini çenesine götürdü ve o gün tıraşlamayı atladığı sakalını sıvazladı. “Çünkü yokluğa hükmetmeyi öğrenmek zorunda ve bunu nasıl yapacağını ben dahi bilmiyorum.” Dedi tane tane. Kendisi de üzerinde durduğu öğretim metodunun etkinliğinden emin değildi. Zaman kazanmaya çalıştığı söylenebilirdi. Daha önce sadece tek bir kişiye öğretmesi gerekmişti ve o kişinin aklı tüm hayallere olabildiğine açıktı.
Mathilda omuz silkti, “Karanlık ulaşılmaz kalmalı. Yapamadığımız için değil, yapmamamız gerektiği için ona dokunmayız. Bu babamın ikimize de ilk öğrettiği şeydi. Selan’ın rüyanın yedi kapısını açmayı kendi kendisine öğrenmesini bekleyemezsin, o bir hayalci olarak doğmadı Obliu.” Dedi. Obliu onun bu konuşmayı ne kadar zamandır kafasında kurduğunu düşündü. Mathilda öyle kolay muhabbet eden biri değildi. Obliu derin bir nefes aldı, anlatmayı ilk kez, gerçekten, deneyecekti. “Şimdi sana anlatacağım şeyi anlamak zorunda değilsin Mathilda. Ancak işin özü düşündüğünün aksini sana izah etmektir.”
“Bir caddede gördüğün ve seninle aynı renkten, boydan, kilodan, yaştan, giyim olarak zamandan, türden, anlayıştan, fikir geçmişinden, güzellikle alakadarlıktan veya estetik kavrayışından olmayan bir zeki, canlı, organizmayı aklın kabullenmek istemez. En kalbi temiz ve iradesi güçlü, ayrımcılıktan nefret etmeye müsait kimseler bile belli bir rahatsızlık çekerler. Bazen kabul etmesi imkânsızdır. Bazen de bu hissi yok sayarız ve kendimizi bu ayrımı yapmadığımıza ikna ederiz. Ancak o kişi veya kişiler ile aynı ortamda bulunarak ve herhangi bir konu hakkında konuşarak zaman geçirdiğin takdirde aklına vurduğun zincir ne kadar güçlüyse alışma sürecin de o kadar erken tamamlanır. Alıştığında onlar senden olurlar, beynin ayırmaya son verir. Belki düşmanın ve belki de dostun olurlar ama onları ayırmazsın.”
“gel gör ki tüm ruhlar aynı göğün altındadırlar. Sana yalan söylemeyeceğim, sizi çok uzun zamandır tanıyorum ama halen varlığınıza alışabilmiş değilim. Her canlı organik yapıda olmak zorunda bile değildir ama her birinin hayatı elektron veya foton atımlarına bağlıdır. Bu değişmez kuralı sadece siz üçünüz bozmaktasınız. Bedeniniz hiçbir güneşin ışığını soğurmamakta, yediklerinizi yemek zorunda değilsiniz ve sadece konuşma ihtiyacı için soluk alıyorsunuz. Peki, gücünüzün kaynağı, kökü, nereden geliyor hiç düşündün mü?” dedi dramatik bir vurgu ile.
Mathilda bilmiyordu. Bunu anlamak için yüzüne şöyle bir bakmak yeterdi. Büyük olasılıkla bunu bizzat önce düşünmüş olmalıydı. Cevapsızdı. Hemen sonraki anda ise kavradı. İkisi de dile getirmemiş olmalarına rağmen sessiz bir ‘karanlık’ kelimesi zihinlerinde yankı buldu. Obliu bundan daha fazlası olduğunu biliyordu çünkü onlar için ‘karanlık’ kavramı sıradan insanların düşüneceğinin aksine ‘kötülük’ ile bağdaşmıyordu. Elbette Mathilda’ya gereğinden fazlasının anlatılmasının yapılacak en doğru şey olduğuna emin değildi.
“Buraya sadece babanızın istediği üzere Selan’a kendi başına zaman-mekân yolculuğu yapmayı öğretmek için gelmedim Mathilda. Açıkçası bunu yapmak zorunda da değildim ama ‘görülecek bir başka gezegen daha’ şeklinde düşündüğümü de inkâr etmeyeceğim.” Dedi samimi bir tonla.
Bu sırada toprağı yarıp çıkan bir devin gürültüsü ile konuşmaları bölündü. Selan ağacı canlandırmış ve Obliu’nun gösterdiği dağa doğru, uygun adım yürüyüş ile, götürmeye başlamıştı. Adam ve kız ağacın köklerini ayakları olarak kullandığını gördüklerinde gülmekten kendilerini alamadılar. “Yanlış yapıyorsun! Senden yarım akıllı bir ent isteseydim inan bana öyle söylerdim” diye bağırdı Obliu kahkahalar içinde.
5- Denge ve Monolit
Ağaç evin içi ferahtı. Neredeyse her eşya keresteden oymaydı. Tek bir çivi dahi çakılı değildi. Bazı yerlerde ağacın bir ev oluşturmak için sıra dışı bükümlere sahip olduğu anlaşılabiliyordu ama yine de doğal havası hiç bozulmuyordu. Yağmurun bir problem oluşturmadığını görebiliyordu. Evin üzerinde olduğu ağaç o kadar büyüktü ki her bir yaprağı evin yüz ölçümünün dört katı kadardı. İki bin metreden daha yüksek olan ağacın sadece yüzüncü metresindeydiler.
Obliu neredeyse bir yıldır Nirnih’te olmasına rağmen ilk kez kardeşlerin yaşadığı eve çağrılmıştı. Daha önce konuk edilmemiş olmasına kırgın değil müteşekkirdi. Yüksek yerlerde rahat etmezdi. Selan önceki gün her ne kadar mükemmel olmasa da bir yolculuk yapmayı başarmıştı. Ona yörede yetişen bir tür çaydan kaynattıkları içeceği servis eden Mathilda daha sonra ikisini yalnız bıraktı.
“Senin ülkeni görmek istemiştim.” Dedi Selan hayal kırıklığına uğramış halde. Obliu lezzetli çaydan bir yudum aldı ve cevapladı, “Orada daha önce bulunmuş olduğuna eminim. Pek çok anormalliğin merkezidir. Benden önce yedi kapıyı açmayı başaran ve yedi basamağı hiç problem değilmiş gibi çıkabilen bir adam yaşamış. Adı yanılmıyorsam Charles olmalı. Egom onun sahip olduğunun yarısı kadar olsaydı ülkem, dünyam, dış uzaydan gelen turistler ile dolardı herhalde.” Dedi sırıtarak.
“Gaia yerine onun ayına çıktım.” Dedi bu kez kendisi de sırıtarak. Obliu başını salladı, “Bu hatayı yapan ben olsaydım şu anda seninle konuşuyor olamazdım.” Dedi daha ciddi biçimde. “Bir dahaki sefere kendini Merkür’ün aydınlık yüzünde bulmaman için sıçrayışlarını kısa tutmanı istemek zorundayım. Babana başarısızlığımı bildirme lüksüm yok.” Dedi bir yudum daha alarak.
Selan’ın babasından bahsedilene kadar mutlu olduğu söylenebilirdi. Obliu da bunu fark ettiğinden beri ‘baba’ kozunu Selan’ın ruh hali ile oynamak için kullanıyordu. Bazen ne kadar ciddi olduğunu ona anlatmak çok güç olabiliyordu. Selan hevesle gözlerinin içine bakıyordu. Obliu onun ne istediğini biliyordu. Selan’a merakını cezp edecek hikâyeler anlatmaya başlayalı çok zaman olmamıştı. Hemen hepsi Mathilda’nın yaşamını incelerken adını öğrendiği, Mathilda’nın bir hükmü sonucu alakadar olduğu, Alice adında bir kadınla ilgiliydi.
Obliu gerçekte Alice denen kişi ile tanışık değildi. Her şeyi kendi deneyimiymiş gibi anlatmayı her zaman en ilgi çekici hikayecilik yöntemi olarak bulurdu. Alice’in başına gelenleri gerçekte olanlardan ‘birazcık’ çarpıtmış olabilirdi ama hepsi Selan’In bir sonraki gün de çalışmaya devam etmesine motivasyon olması içindi.
“En son nerede kalmıştık?” dedi Obliu alnını kırıştırarak. Nerede kaldığını biliyordu ama dinleyicinin özetlemesi her zaman daha verimli olurdu. “Alice’in nasıl bir ejderha hanımına dönüştüğünü anlattın. Daha sonra da Tengu denen adamla olan uzun yolculuğunu. Doğrusunu söylemek gerekirse biraz aklım karıştı çünkü çok fazla isim ve olay vardı. Tengu için biraz üzülmedim desem yalan olur. En son Alice’in nasıl Panu’ts denen kılıcın yeni sahibi olduğunu anlattın. Köyünü yok etiğini yeni öğrendiği Gandrim adlı ejder lordunun peşindeydi ve ona yardım edeceğini söyleyen bir orman perisinin tuzağına düşmüştü.” Dedi şevkle.
Obliu gözlerini kapattı ve düşündü, hikayenin devamını olabildiğince özüne sadık kalarak anlatmalıydı. Sesinin yeterince yüksek çıktığında dikkat etmeliydi çünkü Mathilda’nın da yan odadan her şeyi duymasını istiyordu. Hükmü ile değiştirdiği bir hayatın kendi özgür iradesi ile neler yaşadığını duymalıydı.
“Dediğin gibi, Alice onu seven adamın kılıcını taşıyordu. Kılıcın adı Panthus veya Panus gibi bir şeydi, Panu’ts diyelim, evet. Kılıç önemliydi çünkü bu evrende onu gerçekten yok edebilecek başka hiçbir irade yoktu. Tabi kılıcın o anki taşıyıcısı dışında. Panu’ts’u kim taşırsa, iradesi zayıfladıkça kılıç önce çentilmeye, sonra paslanmaya, ardından da yer yer çatlamaya başlardı. Ancak Alice’in kalbi güçlüydü. Başkalarının hayalleri onun omuzlarındaydı ve peşinde olduğu adamı saf bir intikam arzusu ile izlemiyordu. Görüyorsun ya, Alice her zaman adaleti arzulardı.”
Odanın kapı eşiğinde yüzünün yarısı görünen Mathilda söze karıştı, “Günahkarlar arkalarında kimse olmasa dahi kaçarlar.” Dedi. Obliu gülümsedi. Mathilda’nın daha sonra Alice’in başına gelenleri bilmediğine emindi. Alice tamamen bir serbest radikaldi. Aynı Obliu gibi olağan dışılığın merkezinde bir düğümdü. Hiçbir hükmün sözünün geçmeyeceği, tanrının elinin dokunamayacağı veya karanlığın etrafını saramayacağı bir iradesi vardı. Çünkü taşımakta olduğu kılıç, her ne kadar kardeşlere anlatmamış olsa da onların babalarına ait bir anahtardı. Oldukça değerli bir ‘şeyin’ anahtarıydı ve Obliu’nun orada bulunmaktaki tek gerçek sebebi ‘neyin’ anahtarı olduğunu öğrenmekti. Kardeşlerin bildiklerinin farkında olmadıkları bilgileri ağızlarından kaçıracağı anı bekliyordu. Aynı kurumuş bir kuyunun dibindeki altın dolu kopçasız bir kovayı yukarıya çekmek için kuyuyu tekrar su ile doldurmasının gerekmesi gibiydi. Arada yüzeye yararlı bilgiler çıkması için onları kendi bildikleri ile doldurmalıydı.
“Doğru dedin Mathilda. Öte yandan Gandrim denen adamın bir günahkar olduğunu düşünmek ne kadar doğru olur bilmiyorum. Gandrim Byakkoya’ya dış uzaydan gelmişti. Kim bilir hangi gezegenden. Okçulukta ve binicilikte üzerine yoktu. Byakkoya’nın doğusunu kendi bölgeleri bellemiş mavi ejderhaları, ki kendilerine radohin adını verirler, yöneten bir insandı ve bu bile çok tuhaftı. Onunla ilgili bilmediğim çok fazla şey var ancak bunlar önemli değiller. Çünkü bildiğim kadarı ile Alice onu hiç bulamadı.” Dedi canı sıkkın bir şekilde. Alice’in izini kaybedeli uzun zaman oluyordu.
Konuşan Selan oldu, “Peki onu tuzağa düşüren orman perisi? Onun elinden nasıl kurtuldu?” dedi heyecanla. Obliu bu çocuğu seviyordu çünkü zokayı çok kolay yutuyordu. “Orman perisinin adı Evergreen’di, Manolya.” Dedi aldırmaz gibi görünerek. Odada keskin bir sessizlik oldu. “Alice, onu öldürdü.” Dedi biraz üzgün görünerek. “Bilerek yaptığını zannetmiyorum. Alice her ne kadar kabul etmek istemese de, bilinçaltında yaşayan her şeye karşı oldukça kudretli bir öfke besliyordu. Öfkesini gem altında tutan şey ise kılıcı olmalı.” Bakışlarını bitmiş çay fincanının dibinden kardeşlere kaldırdı. İkisi de şok halindeydiler. “O, bizim annemizdi.” Dedi Mathilda rüyadaymış gibi.
Ertesi gün olduğunda Obliu ağaç evde kalmadığına memnundu. Kendini ıslatmaya korkar gibi ince akan bir derenin kenarındaki yosun tutmayı reddeden bir kayaya oturmuş sesleri dinliyordu. Bir çift insan ayak sesini duyduğunda tembel bir balığı izliyordu. Gelen Selan’dı. “Alice’i bulmak istiyorum.” Dedi kararlı bir şekilde. Obliu içinden gülümsedi. “Bunu tarihte kaç kişinin sesli biçimde dile getirdiğini merak ediyorum.” Dedi iğnelercesine. Dönüp oğlana baktı, “Düşündüğün kadar kolay olmayacak.” Dedi ciddi bir tonla. “İnatçıyımdır.” Dedi daha ciddi bir ifadeyle, “Bulduğunda ya senin de canını alırsa, kendini nasıl savunacaksın?” dedi merakla. “Ayrıca Byakkoya’ya gerçekten gidebileceğine emin misin? Onu tek başına bulamazsın evlat. Seni orada bekleyeceğim. Eğer beni bulamazsan, onu bulabilmeyi düşünme bile.” Dedi hınzır bir şekilde.
Obliu cümlesini bitirdiğinde Selan ile ilgili sıra dışı bir hava hissetti. Uzun zamandır kardeşler ile birlikteydi ama onların gerçek yüzlerini görmekten çok uzaktı. Belki de o anda bu yüzü görmeye en fazla yaklaştığı dakikayı yaşıyordu. Selan, “Şiddet beceriksizlerin başvurduğu son çaredir.” Dedi. Obliu göğsünün sıkıştığını hissetti. “İyi öyleyse, görüşürüz Esrod’un oğlu Selan.” Dedi ve başka hiçbir işaret gözlenmeksizin ortadan yok oldu. Ne bir şaklama ne ışık oyunları ne de bir duman. Obliu gösteriş yapmazdı.
Selan onu hemen takip etmedi. Kardeşinin ormanda onları dinlediği yerden dere kenarına, yanına gelmesini bekledi. “Monolit’in yerini öğrenmek istiyor kardeşim.” Dedi uyarırcasına. Selan kafasını salladı, “Biliyorum, bunca zaman bizimle oynadığını zannetti. Bir ara bana öğretmesi karşılığında bilgi talep edeceğini zannettim ve kabul etmeye hazır olabilirdim. Sadece dürüst olması yeterdi. Diğerlerinin aksine onu kendisi için istemiyor, sadece ne olduğunu bilmeyi arzuluyor. Bu yüzden onun canını alamayız kız kardeşim. Ancak anlattığı hikaye doğru ise, denge yerini bulmalı ve senin hükmünün acı çektirdiği bir insanın elemine son vermeliyim.” Dedi. Konuşurken boğazı ağrıyordu. Mathilda bir an onun ağlayacağını zannetti. Selan’a sarıldı ve, “Teşekkür ederim kardeşim. Benim herhangi bir Alice ile konuşacak yüzüm yok. Lütfen kurtar onu.” Dedi. “Umarım yeterince iyi bir öğrenci olmuşsundur çünkü bu defa da Byakkoya’nın aylarından birinde belirmeni istemem” dedi gülerek.
“Yanlış anlamışsın kardeşim, benim görmek istediğim ‘Gaia’ idi. Bunu yapmak için onun ayından daha uygun başka neresi olabilirdi ki?” dedi ve hiçbir sembol kullanmaksızın, aynı Obliu gibi yok oldu.
Selamlar;
Öncelikle bu hikayeyi okurken kafamı çok kaşıdığımı itiraf etmem gerek. Obliu’yu yeniden görünce gülümsedim, Mathilda’yla karşılaşınca afalladım, işin içine bir de Alice girince iyice başım ağrımaya başladı 🙂 O noktada ara vermem gerekti, birkaç saat sonra ancak devam edebildim. Tengu’nun hikayesinden feci bir spoiler yememe rağmen hikayeyi bu kez bitirebildim. Özellikle son kısmı yine çok çarpıcıydı ve sırf o son paragraf için okumaya değerdi. Kalemine ve zihnine sağlık. Şimdi izninle kafamdaki uğultuyu dağıtmam lazım.
Okuduğuna sevindim Mit. 30. bölüm ile ilgili öğrendiğin hiç bir spoiler, yazmış olduğum ve yakında yayınlayacağım son hakkındaki fikrin ile uyuşmayacaktır, hiç bir şey insanı o sona hazırlayamaz. Merak etme. Monolit hikayesine sonunda başlayabildiğim için memnunum. Ön gördüğümden 5-6 ay önce bir başlangıç yapabildim ama yine de ya gereğinden erken olmuş ya da senin halen bana ait bazı şeyleri okuman gerekiyor ^^
Daha önce hiç bir yazdığımı okumayan insanların da bir şeyler anlayabilmesi adına çok ortadan ama yine de bir tekil hikaye oluşturacak bir zaman dilimini seçtim. Ayrıca bundan sonraki Öykü Seçkilerinde Monolit veya Tengu ile ilgili herhangi bir kısa öykü yayınlamamayı planlıyorum.
Selan’ın her şeyin sonunda, sağlam bir karakter olduğunu izah etmek için yazdım diyebilirim bu öyküyü.
güzel bir öykü olmuş tebrikler bunu ne kadar surede yazdın merak ettim.
Bence şu ana kadar gördüğüm en karmaşık yazar sizsiniz bu sitede. Karmaşayı severim. Bunun içindir ki, gerçekten okunası bir yazı olmuş. Galiba bir romanın ortasından bir kesit bu umarım ki okuyabilirim o romanı.
Yorumlarınız için teşekkür ederim. Bu öyküyü hatırladığım kadarı ile bir gece de yazdım. Monolit gerçekten de, ne yazık ki, tekil bir öykü değil ve karmaşa da bundan doğuyor olmalı. Öncesini ve sonrasını bilmeyenler için de bir şeyler ifade etmesini arzuladığım bir geçiş öyküsüdür bu.
Eğer ki karmaşanın öncesini merak ederseniz, bitmiş halde;
1 – http://www.kayiprihtim.org/forum/tengu-bolum-130-final-t7504.0.html
Eğer ki devamını da merak ederseniz, halen devam ediyor;
2 – http://www.kayiprihtim.org/forum/monolit-bolum-18-t10020.0.html
Ben sıkılana kadar da devam edecek.