Yalnızım…
Bu koca şehirde, bu koca ülkede, bu koca dünyada yapayalnızım. Yalnızlığımın sebebi etrafımda insanlar olmayışı değil. İnsanlar var, hem de bir sürü. Fakat ben onlardan çok uzağım. Zihnimde cevap bekleyen pek çok soru var. Kim olduğum, ne olduğum, neden var olduğum… Bunlar beynimi kurcalayan soru ve sorunların sadece bir kısmı.
Bu akşam da düşünceler denizinde boğulmamak için kendimi sokağa attım. Pek çok akşam olduğu gibi yine sokak sokak dolaşmaya başladım. Her zaman olduğu gibi bu akşam da dolaşmak için kalabalık caddeler yerine tenha arka sokakları seçtim. Geniş caddeler pek bana göre değil. İnsanlarla dolu. Barlar, gece kulüpleri, eğlence merkezleri… Parlak ışıkların ardına gizlenmiş soğuk ve donuk mekânlar. Bir gecelik ilişkiler arayanlar için ideal ortamlar. Ancak bana göre değil.
Dar ve karanlık bir sokağa saptım. Sanırım serseriler sokak lambasını kırmışlar. Girdiğim sokağın bir çıkmaz sokak olduğunu ancak sokağı yarıladığımda fark ettim. Geri dönmeden önce bir sigara yakmak için durdum. Sigarayı iki dudağımın arasına yerleştirdikten sonra çakmağımı bulmak için ceplerimi karıştırmaya başladım. Çakmağı sigaraya doğru yaklaştırırken, arkamda çok hafif ayak sesleri duydum; gürültü yapmamaya çalışan insanların ayak sesleri. Sigaramı yakıp arkama döndüğümde dört beş metre kadar uzağımda üç siluet gördüm. Karanlık yüzünden detayları pek seçemesem de on sekizle yirmi yaşları arasında sokak serserileri olduğunu anlayabildim. Diğerlerine göre daha önde duranın elinde hafifçe parlayan metal bir çubuk vardı. Sağındakinin elinden uzunca bir zincir sarkmaktaydı. Solundakinin elleri ise boştu. Fakat iriliği bunu önemsiz kılıyordu. Üstlerinde deri montlar, altlarında da yırtık kotlar vardı. Görmesem de montlarının sırtında üyesi oldukları çetenin ambleminin bulunduğuna emindim. Bugünlerde sokaklarda yaşayan bir gencin hayatta kalabilmesi için kesinlikle bir çetenin üyesi olması gerekiyor.
Öndeki genç hafifçe titreyen bir sesle “Bayan,” dedi. “Şimdi zorluk çıkartmadan bize cebinizdeki tüm parayı veriyorsunuz. Biz de size hiçbir zarar vermiyoruz.” Sanırım bu, gencin ilk soygunuydu. Sağındaki zincirli olansa kendinden daha emindi: “Şöyle ışığa gel de yüzünü bir görelim,” dedi. “Eğer güzel bir parçaysan sadece paranı almakla yetinmeyiz.” Ardından hepsi birden abartılı bir şekilde güldüler. Sigaramdan bir nefes çekip serserilere doğru yürümeye başladım. Demin konuşan “Oo, azgın bir hatuna rastladık. Bu gece şansımız yerinde,” diye konuştu. Bunu bir gülüşme daha izledi. En önde olanıyla aramda yarım metre kala karnına bir tekme attım. İki büklüm yere düşerken sağındaki zincirini bana doğru salladı. Eğilerek bu saldırıdan kurtuldum. Hızla ayağa kalkıp onun da suratına bir tekme attım. İğrenç bir çatırtı duyuldu. Sanırım burnu kırıldı. İri kıyım olan sonuncuysa belindeki kemerden çıkardığı bıçakla üzerime atıldı. Bıçağı tutan kolunu kırarak adamı yere fırlattım. Acıya aldırmadan tekrar ayağa kalktı. Fakat bacakları arasındaki o hassas bölgeye attığım tekme işini görmeye yetti. Ağzımdaki sigara izmaritini yere atıp uzaklaşırken acı içinde arkamdan küfrettiklerini duyabiliyordum. Tahminimce bu gençler uyuşturucu alacakları parayı bu yolla temin ediyorlardı. Sorunlu dünyanın sorunlu çocukları… Çocukluğumda, kendimi savunma dersleri almam için ısrar eden aileme bir kez daha minnet duydum. Bir akşam için bu kadar maceranın yeteceğini düşünerek evimin yolunu tuttum.
Evim, şehrin en alçak yapılarından birinde. Yirmi sekiz katlı bir binanın yirmi altıncı katında oturuyorum. Nedense bir türlü yüzlerce katlı gökdelenlere ısınamadım. Belki yerden uzak olduğumda duyduğum huzursuzluk hissinden. Belki de tüm o yapılar şehir merkezinde; insanlar, eğlence ve bol gürültünün içinde olduğundan. O tür aşırı yüksek yapılarda yaşamayı tercih edenler sanırım aşağılık kompleksi olan, insanlara yukarıdan bakmayı seven kişiler. Oturduğum semt varoş diye tabir edilebilecek bir bölge. Birkaç dakika önce atlattığım gibi pek çok saldırı, soygun, tecavüz ve gasp olayının yaşandığı; polislerin bile girmeye çekindiği bir yer. Burada yaşamamın sebebi gelirimin yeterli olmayışı değil. Aksine oldukça iyi kazanıyorum. Oturduğum yeri dışarıdan gördükten sonra bir de içeriden gören birisi hayrete düşer. Burayı seçmemin sebebi, şehrin en az insan barındıran bölgesi olması. Mesleğime gelince; bir reklâm şirketinde çalışıyorum. Her gün insanların onlarcasını gördüğü, binaların tepelerindeki kocaman, ışıl ışıl reklâmlar ile gökyüzüne lazerli hologramlarla çizilen reklâmların bir bölümü bana ait. Televizyon reklâmlarına ise şirketin başka bir bölümü bakıyor. Bazen kendime soruyorum “Daha kendini tanıyamamış bir insan, başkalarına bir şeyler tanıtmayı nasıl başarıyor?” diye. Cevap her zamanki gibi: “Bilmiyorum.”
Oturduğum apartmana ulaştım. Asansöre binip yirmi altı numaralı düğmeye basıp o tuhaf iç burkulması hissiyle beraber yukarı çıkmaya başladım. Yirmi altıncı kattayım. Çünkü daha alt katlar oturulacak halde değil. Hepsi de çeşitli sebeplerle yıkık dökük, moloz, çöp ve toz toprak dolu. Evimin kapısını kilitlemeye gerek duymuyorum. Sokak çeteleri, hırsızlar ve serseriler olduğu doğru. Fakat apartmana dışarıdan bakan biri içeride çalınacak bir şey olmadığını düşünür.
Salonun ışıkları içeri girmemle birlikte açıldı. Kendimi koltuğa atarak uzaktan kumanda ile televizyonu açtım. Karşımdaki duvarda görüntüler belirdi. Genelde televizyonda yayınlanan üç şey var: İnsanları kandırmaya çalışan politikacılar, “Bize bağışta bulunursanız Cennet’e gidersiniz” masalını anlatan inanç sömürücüler ve sürekli kan, vahşet, şiddet görüntüleriyle dolu haberler. Ama arada bir eski filmler yayınlandığı da oluyor. Nedense eski filmlere karşı bir yakınlık, bir sıcaklık duyuyorum. Belki de geçmişle olan ‘özel’ bağımdan dolayıdır.
Televizyonu kapatıp evden dışarı çıktım. Asansöre binip teras katının düğmesine bastım. Havanın soğukluğunu unutup paltomu almamıştım. Geri dönmeye de üşendim. Buz gibi havada terasın kenarına kadar gidip çıkıntıya yaslandım. Bir sigara yakıp arka arkaya nefesler çekerken bir taraftan da etrafı izlemeye başladım. Çevrede görülecek pek bir şey yok. Yıkık dökük, kocaman, eski binalar…
Başımı göğe kaldırıp yıldızları incelemeye koyuldum. Göğün tam ortasında ay vardı. Ay bu gece hilaldi. Ayın en sevdiğim hâli. Gökte sonsuz sayıda yıldız, zihnimde sonsuz sayıda soru ve düşünce. Niye varım? Neden var edildim? Tüm hayatım yoğun bir “Bu yaşadığımı daha önce de yaşamıştım sanırım,” duygusuyla geçiyor. Sanki daha önce bir hayat yaşamışım gibi. Lanet olsun! Zaten yaşadım! Sanırım anlaşılmadı. Ben daha önce de yaşadım. Yani yaşamışım. Ben, dünyadaki ilk ve tek klonlanarak üretilmiş insanım! İşte tüm sorunlarımın, soğukluğumun ve içe kapanıklığımın nedeni de bu! Klonlanma, insanlarda denenme aşamasına geldiğinde ben, yani benden önceki ben gönüllü olmuş. Lanet olsun ona! Deney başarıyla sonuçlanmış. Ve ben ortaya çıkmışım. Beni, yine gönüllü olan bir ailenin yanına vermişler. Çocukluğum –hatırladığım kadarıyla- gayet normaldi. Arada sırada “Ben bu olayı daha önce de yaşamıştım galiba,” düşüncelerine kapılmam dışında. Bu durumu kimseye anlatmazdım. Ne aileme ne de arkadaşlarıma. Zaten pek fazla arkadaşım da yoktu. Okulda ise derslerim mükemmel değilse bile her sene sınıf geçmeme yetecek kadar iyiydi. Hayatım böyle normale yakın bir hâlde devam ederken ailem bana on sekizinci yaş günümde kötü bir sürpriz yaptı. Benle ilgili her şeyi anlattılar. Tahminimce buna kendi başlarına karar vermeyip deneyi yöneten bilim adamlarının isteği doğrultusunda yaptılar. Bir gün, bir şekilde durumu öğrenebileceğimi düşünmüş olmalılar. Bu yüzden bu açıklama görevini de bana en yakın olan kişilere verdiler. Babam sözlerini bitirdiğinde ne diyeceğimi şaşırdım. Dünya çevremde dönüyordu sanki. Beynim karıncalanıyordu. Tek kelime etmeden odama çıktım. Kapımı kilitleyip yatağa uzandım. Saatlerce ağladım. Bir hafta boyunca odamdan hemen hemen hiç çıkmadım. Okula gitmedim. Bizimkiler de gitmem konusunda bir şey söylemediler. Çok az yedim, çok az uyudum, çok fazla düşündüm. Derin bir bunalım içindeydim. Artık ‘önceden yaşanmışlık’ duygusunun sebebini biliyordum. Klonlanmış olduğum kadının bazı anı parçacıkları da beynime aktarılmış olmalıydı. Ya da öylesi bir durumda onun ne yapacağı, ne tepki vereceği, nasıl davranacağı canlanıyordu zihnimde. Emin değilim.
Bir diğer anlam kazan konu ise yılda bir kez yapılan tıbbi kontroldü. Bu kontrol için şehirdeki bir hastane yerine şehir dışında, tuhaf, yoğun güvenlik önlemleriyle korunan bir laboratuara gitmememizi garipsiyordum. Çocuk aklımla tam anlayamasam da yapılan testlerin, muayenelerin, psikologla saatler süren görüşmelerimin normalden farklı olduğunu seziyordum. Annemle babam bunun her yıl yaptırılması gereken rutin bir tarama olduğunu, kendilerinin de yaptırdıklarını söylüyorlardı. Neden daha yakın bir hastaneye gitmediğimizi sorduğumdaysa en ciddi tıbbi kuruluşun burası olduğunu anlatıyorlardı.
Bir hafta sonra yaşantıma kaldığım yerden devam etmeye başladım. Ama hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Her olay karşısında “Acaba o da böyle mi yapardı?” “O da bu kararı mı verirdi?” gibi paranoyakça düşüncelerle doluyordum. Bir kobay fare, bir deneyin parçası olduğunu bilse yine de doğal davranabilir mi?
Üniversitede reklâmcılık bölümünden mezun oldum. Bir şirkette çalışmaya başladım. İlk maaşımı alır almaz ailemin yanından ayrılıp buraya taşındım. O günden beridir de hayatımda hiçbir değişiklik yok. Sadece artık yıllık muayenelere tek başıma gidiyorum ve doktorlarıma eksisi gibi hafif bir korku ve çekingenlik yerine aşırı bir nefretle yaklaşıyorum.
Hayatıma hiçbir erkek girmedi. Ne eş ne de sevgili olarak. Nedenini tam olarak ben de bilmiyorum. Hiçbir erkeği kendime yakın hissetmiyorum. Daha doğrusu hiçbir insanı kendime yakın hissetmiyorum. Tüm insanlardan farklı olduğumu bilmemden kaynaklanıyor olsa gerek. Ama bu farklılık bana bir üstünlük getirmiyor. Aksine kendimi tüm insanlardan aşağı görüyorum. Evet, ben bir deney hayvanıyım! Peki, içinde bulunduğum durumun sorumlusu ben miyim? Kesinlikle hayır! Suçlular bir insan yaşamını aşağılık bir deneyde harcayan bilim adamları ve çok matah bir şey yaptığını zanneden orijinal ben. Aslında ben o, o da ben olduğuna göre ben de suçlu sayılırım. Ben, onun hücrelerinden oluşturuldum. Beynim de onunki gibi çalışıyor, onunkiler gibi düşünceler üretiyor olmalı. Demek ki onun yerinde olsam –ki zaten öyleyim- ben de kendimi kopyalatırdım. Hayır! Bunu kesinlikle yapmazdım. Öyle saçma bir şey yapabileceğimi hiç zannetmiyorum. Belki de bir kopyanın neler çektiğini, ne acılar yaşadığını bildiğim içindir.
Hava iyice soğuduğu için eve girmeye karar verdim. Teras kapısından içeri geçip asansöre bindim. Eve girince yüzüme hafifçe çarpan sıcak hava dalgası hoşuma gitti. Günlük giysilerimi çıkartıp yatağa girdim. Bir sigara daha yaktım. Uyuyamayacağımı biliyorum. Beynime tekrar düşünceler üşüştü. Acaba orijinal ben olan kadın tıpatıp benim gibi miydi? Ondan ‘annem’ diye mi bahsetmem daha uygun olur yoksa ‘ikiz kardeşim’ diye mi? Hâlâ yaşıyor mudur? Hiç karşılaşmış mıyızdır? Karşılaştıysak beni tanımış mıdır? Bilim adamları neden böyle bir deneye ihtiyaç duydular? Dünyayı tüketip kirleterek yok edecek yeterince insan yok mu zaten? Başka birisi yok muydu? Niye onu seçtiler? Onun özel bir yanı, bir üstülüğü mü vardı? Hayatımı böylesine karartmaya kimin ne hakkı var? Düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum. Tanrım! Ben bu laneti hak edecek ne yaptım? Tanrı! Bu da devamlı sorguladığım kavramlardan biri. Eğer Tanrı varsa ben nasıl varım? Tanrı’nın yaratmadığı bir varlık nasıl olabilir? Benim bir ruhum yok mu? İnsanlardan uzak oluşumun ve içe kapanıklığımın sebebi ruhumun olmayışı mı? Benim Tanrım beni yaratan bilim adamları mı? Her zaman olduğu gibi düşünceler arasında uyuyup kalmışım.
Sabah saatin alarmıyla uyandım. Bir taraftan giyinirken bir taraftan da kahvaltı olarak bir şeyler atıştırdım. İşim için gerekli belgeleri, taslakları, çizimleri ve raporları aceleyle evrak çantama tıkıştırıp yola çıktım.
İş arkadaşlarımın tamamı bilgisayar kullanırlar. Ancak ben bilgisayarlara da ısınabilmiş değilim. Kullanmasına kullanıyorum ancak tercih etmiyorum. Kâğıt kalemle çizim yapmak bana daha kolay geliyor. Bu durum ofiste bazı ufak tefek sorunlara yol açmıyor değil. Ama patronum, böyle basit bir takıntısından dolayı en üretken elemanını gözden çıkarmayacak kadar zeki.
Geçmişle olan o ‘özel’ bağımdan ötürü kendimi hep gelişmeden ve yeniliklerden uzak bir geri kafalı olarak görmüşümdür. İşe giderken ve eve dönerken her zaman metroyu tercih ediyorum. Tam olarak sebebini anlamış değilim ama metroyla yolculuk etmek, şahsıma özel bir araç kullanmaktan daha fazla zevk veriyor bana. Özel bir ulaşım aracı almayışımın nedeni maddi değil, rahat edemeyişim. Çalıştığım firma şehrin merkezinde, o karmaşanın tam göbeğinde. Metro istasyonundan ofisin olduğu gökdelene gidene kadar üç sokak boyunca o itiş kakış kalabalığın içinden geçmek zorunda kalıyorum.
Bütün gün aynı şeylerle uğraşıp duruyorum. Bir ürünün tanıtımı. İnsanlara hoş gelecek, ilgi çekecek, bol renkli, bol ışıklı, cafcaflı reklâmlar. Düşünmediğim, daha doğrusu en az düşündüğüm zamanlar işimle meşgul olduğum zamanlar.
Öğlen tatilinde herkes yemeğe giderken ben odamda oturuyorum. İş arkadaşlarım işimi çok sevdiğim için öğlen tatilinde de çalıştığımı zannediyorlar. Oysa ben yine düşünüyorum. Ne olacak bu hâlim? Hayatımın sonuna dek hep sorular ve şüphelerle mi yaşayacağım? Normal bir insan olamayacak mıyım? Bilim adamlarının bu deneyden bekledikleri ne? O kadının davranışlarını taklit etmem mi? Deney başarılı olursa ne olacak? Kopyalamalar devam mı edecek? Onlar için deneyin başarıyla sonuçlanması ne demek? Eğer deney başarıyla sonuçlanır da kopyalamalara yeniden başlanırsa o yeni kopyaların hayatları ne olacak? Hayır, hayır! Kesinlikle hayır! Ben çekiyorum ama başkaları da bu acıları çekmemeli. Ben harcanmış bir hayatım, kaybolmuş bir ruhum. Ama bunun başkalarının da başına gelmesine izin verememem. O anda kararımı verdim.
İş çıkışı eve dönerken eczaneye uğramak için metrodan bir durak önce indim. En etkilisinden bir kutu uyku hapı alıp eczaneden çıktım. Bir durak için metroya binmeye gerek olmadığını düşünerek yürümeye başladım. On sekiz yaşımdan sonra hiç olmadığım kadar mutluydum. Yürümüyor, sanki uçuyordum. Köşe başında, içinde ateş yanan bir varilin çevresinde toplanmış birkaç evsize cebimdeki bütün parayı verdim. Ben evime çıkarken onlar da büyük ihtimalle içki alıyorlardı.
Eve girdim. Koltuğa oturup her şeyi yeniden gözden geçirdim. Kararım doğruydu. Hem çekmekte olduğum acılara son verecektim hem de benden sonra geleceklerin aynı acıları yaşamalarını engellemiş olacaktım. Evet. Hayatımda hiç bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum. Son bir sigara yaktım. Sigaramı içerken bir taraftan da vasiyetnamemi yazdım. Geçerli olup olmayacağını bilmiyorum ama kimin umurunda? Tüm varlığımı uyuşturucu bağımlılarını tedavi eden bir vakfa ve yetimhaneler kurumuna bağışladım. Mutfağa gidip bir bardak su aldım. Paketteki hapları tek tek yuttum. Artık bitiyordu. Kurtuluyordum. Acılar bitiyor, beynimdeki ses susuyordu. Son bir kez düşünceler üşüştü zihnime. Klonlama deneyiyle ilgilenen bilim adamları amma da şaşıracaklardı. Yüzümde yıllardan beri ilk kez gerçek bir gülümseme ve mutluluk ifadesi var. Bir anda yüzümdeki ifade donup kaldı. O önceden yaşanmışlık duygusu bir kez daha sardı benliğimi. Sanki… sanki… Yo, hayır! Sanki daha önce de yaşamıştım ben bunları. Sanki daha önce de intihar etmiş gibiyim. Hayır, olamaz! Olmamalı! O kadın da bunu yapmış. Orijinalim de intihar etmiş olmalı. Hem de kopyalandığından dolayı pişman olduğu için. Hayır! Ben onun gibi olmamalıyım! Onun gibi ölmemeliyim! Ben farklıyım! Ben o değilim! Doğrulup kolumu kaldıracak güç bulsam kendimi kusturup kurtulacağım. Ama o kadar uykum var ki…
Cüneyt Uçman
Günümüzde çoğu insanın başına gelen bu psikolojik açmazı, gerçekten güzel tanımlamışsınız. Karakterin içerisinde bulunduğu ruh hallerini beğeniyle okudum. Ancak bayanın intihar etmeye bu denli çabuk vermesi beni biraz şaşırttı. Belki oralara dair de birkaç düşünce okumuş olsaydık, içimizde ukde kalmazdı.
Yine gayet güzel bir öyküydü. Ellerinize sağlık.
Enteresan bir öyküydü. Özellikle sonunu gayet çarpıcı ve ilginç bulduğumu söylemek isterim. Türkçe yazım kurallarına dikkat etmeniz de bir başka güzel ayrıntı. Takıldığım tek nokta yerden yüksek olmaktan hoşlanmayan birinin rahatlamak için terasa çıkması oldu. Yine de keyifli bir öyküydü, ellerinize sağlık ve seçkiye hoş geldiniz.
Öyküler de yazmaya başlamışız,tebrik ederim Zerothh.Başarıların daim olsun