Genç adam, dalgaların öğle güneşini odasının ortasına kadar taşıyan keyifli ışıklarından rahatsız olup hınçla perdeleri kapattı. Sanki gidecek bir yeri varmış da birileri onun istediği yere ulaşmasını engelliyormuş gibi öfkeli bir aceleyle yeniden küçük piyanosunun başına geçti.
Aslında sırf deniz gördüğü için odanın bu köşesini sever ve genelde en sevdiği bestelerini yine bu köşede, çocukluğundan beri şarkılarının ilk notalarını paylaşmayı borç bildiği yıllanmış ceviz rengi piyanosunun başında, güzel bir kadın gibi gözlerinin içine bakan denize karşı yapardı. “Kumral Güzeli” derdi Hakan piyanosuna. Yaptığı her bestede kendi kadar emektar piyanosunun da emeği olduğunu düşünürdü. Bütün dünyada kendisini anlayabilen iki kişiden birinin emektar piyanosu olduğunu sanırdı dertleşerek geçirdikleri her bir saatin sonunda. Çalarken dertlerini unutur, bütün sıkıntılarından kurtulurdu. Hala mutlu oluşunu bu güzel ve vefakâr hanıma borçlu olduğunu düşünürdü.
İşte en çok bu yüzden panik içindeydi şimdi. Önünde önceki gün ilk notalarını karaladığı ve hala tamamlayamadığı yeni bir şarkının taslağı vardı. Önceki gün büyük bir keyifle uyanmış, küçük mutfağında keyfince kahvaltısını edip ardından piyanosunun başına geçmiş ve içinden geldiği gibi çalmaya başlamıştı. Biraz klasiklerden, biraz yenilerden bildiği şarkıları çalarken birden hiç tanımadığı neşeli bir melodiye geçiş yaptığını fark etmişti. Her tuşa vuruşunda biraz daha neşelenmiş, her notada gülümsemesi biraz daha genişlemişti. Oyun parkındaki boyası dökülmüş sarı zincirli salıncağı hatırlamıştı çalarken. Kaydırağın güneşten ısınmış korkuluğunu, parkın öteki ucundaki kum havuzunu görür gibi olmuştu. Yeniden çocuk olmak, kaygısız, umut dolu şen kahkahalar atabilmek, kocaman gözlerle dünyayı yeni baştan tanımaya çalışmak isteğiyle dolmuştu içi. Kumral güzelinin de keyfi yerindeydi o gün, hiç naz etmemiş, arkadaşının hikâyesine itirazsız eşlik etmişti. Saatler boyunca mutlu bir anıyı anlatır gibi konuşmuştu o da. En sonunda Hakan kalem kâğıda davranıp aklında kalanları karalamaya başlamıştı. Ancak neden sonra ısrarla çalan telefonun sesiyle yerinden kalkmış, telefondaki arkadaşına kendisini o mutlu dünyasından çekip çıkardığı için kızmışsa da önceden verilmiş sözleri tutmak gibi kötü bir alışkanlığı olduğu için gönülsüzce evden çıkmak zorunda kalmıştı.
Ne olmuşsa o gece olmuştu zaten.
Hakan sessiz sedasız bir adamdı. Adı, sahiplerine çok paralar kazandıran şarkıların altında geçse de gölgede kalmayı becerebilmişti. Sahne ışıklarını, göz önünde olmayı, tanımadığı insanların arasında durup sanki çok büyük işler başarmış gibi tavırlar takınmayı sevmiyordu. Ona göre hemen yan dairede oturan öğretmen çiftten ya da alt kattaki eczacıdan çok farklı biri değildi. Sadece biraz farklı bir mesleği vardı. O da yaptığı işi seviyor ve işini sevdiğinden olsa gerek, diğerlerinden biraz daha iyi yapıyordu.
Meslektaşlarınınkinden çok daha sakin ve sıradan bir hayat yaşıyordu. Ergenlik yıllarında uçarılıktan nasibini almış, tam tadında serserilikler de yapmıştı. Belki de bu yüzden, içinde herhangi bir şeyin uhdesi kalmadığından, fazla paraya, güzel arabalara, gece gezmelerine hevesi yoktu. Bir elin parmaklarını geçmeyen gerçek dostlarının arasında, kardeşi saydığı can dostuna ve piyanosuna kol boyu mesafede yaşayıp gidiyor ve bundan da tarifsiz memnuniyet duyuyordu.
Şarkı yazmadığı zamanlarda vaktini arkadaşlarının yanında geçirirdi. O akşamki keyifli çalışmasını yarıda bırakabilmesinin bir sebebi de arayanın onlardan biri olmasıydı. Hakan ve Tayfun yetiştirme yurdundan arkadaştılar. Hayatta birbirlerinden başka hiç kimseleri olmayan iki arkadaş yan yana, kardeşi gibi büyümüş, zorda kaldıkları her anda birbirlerine destek olmaya çalışmışlardı.
Aslında iki zıt kutbun birer temsili olan iki arkadaşı tanıyanlar, onların birbirleriyle nasıl bu kadar iyi geçindiklerine şaşmadan edemezdi. Karakterlerinden görünüşlerine, çalıştıkları insanlardan oturdukları muhite, hatta müzik zevklerine kadar her şeyleri birbirinden farklıydı. Tayfun; uzun boylu, kumral, kahverengi gözlü, hani neredeyse manken gibi bir adamdı. Hakan daha kısa, esmer ve çirkinceydi. Yerinde duramayan, aceleci, asabi karakterli Tayfun’un aksine Hakan sakin ve sabırlıydı. Her ikisinin de çevresinde çok fazla insan yoktu. İnsanlara kolay kolay güvenemeyen Hakan yalnızlığı kendi tercih ederken, kendi istediklerini yaparken diğerlerinin ne dediğine aldırmayan Tayfun elinde olmadan insanları uzaklaştırıyordu. Tayfunla arkadaş olmak zor, arkadaş olarak kalabilmek neredeyse imkânsızdı. Bütün aksiliklerine ve ters tabiatına rağmen Hakan en zor zamanlarında yanı başında bulduğu Tayfun’u seviyordu. Adam ne kadar aksi olursa olsun en azından doğru bildiğini yapıyordu. Prensip sahibiydi, sırf insanlar istiyor diye şekilden şekle girmiyordu. Kendince doğruları vardı ve Hakan kendisi gibi kalabilmek için günün yükselen değerlerine göre doğruları değişmeyen böyle insanların varlığına ihtiyaç duyduğunu hissediyordu.
Tayfun o akşam arkadaşını yeni keşfettiği bir yerlere müzik dinlemeye götürecekti. “Çok seveceksin” demişti anlatırken. “Tam senin sevdiğin gibi eski, döküntü bir yer. ”
Hakan arkadaşının zevklerinin kendisininkilerle pek uyuşmadığını daha önceki tecrübelerinden biliyordu. “Sözde geçen hafta gittiğimiz yeri de çok sevecektim ama sonra mekândan nasıl kaçacağımı şaşırdım.”
“Abartma yahu, o kadar da kötü değildi.” Demişti Tayfun. Hakan’ın daha sakin yerlerden hoşlandığını biliyordu. “Ama sen de hayatında bir kere de normal insanlar gibi eğlen be arkadaşım. Adamlar ‘Korku Gecesi’ diye tema belirlemişler, ne güzel dekor hazırlamışlar, kıyafetler, yemekler, içecekler ayarlamışlar. Bir kereliğine sen de ayak uydursan ne olur yani?” Tayfun şehirde ne olup bitiyorsa bilir, en tuhaf mekanları ve en garip eğlence yerlerini bulup çıkarır, ısrarla hepsini dener ve muhakkak görülecek yeni yerlerle gelirdi.
“Normal insanlar gibi eğlenmek böyle oluyorsa ben anormal kalmayı tercih ederim canım kardeşim. O nedir öyle, tavandan sallanan cesetler, içeceklerin içinde kesik parmaklar, her köşede yüzü gözü dağılmış plastik mankenler filan? Daha bakarken midesi bulanıyor insanın. Aslında benim kapıda afişi görür görmez geri dönmem lazımdı ama ah işte, arkadaş kurbanı olduk bir kere. ”
“Tamam Hakan tamam, ben unutmuşum senin filmlerde bile kandan, cesetlerden korktuğunu. Lisede boşuna Kız Hakan demiyorlardı sana.” Aklına gelen anının etkisiyle gülümseyip devam etmişti Tayfun, “ İkinci sınıfta bizim kızları sinemaya götürelim demiştik de Leyla korkup sana sarılacağına, sen kızın omzuna kapanmıştın. ” Dolu dolu bir kahkaha patlatmıştı ardından “Çıkışta rengin bembeyaz oldu diye neredeyse hastaneye gidiyorduk.”
“Odun Tayfun, aynı filmden aslında sen Selma’ya fazla sokuldun da kız olay çıkardı diye çıkmak zorunda kalmıştık onu da hatırlıyorsun değil mi? Her neyse, her gün haberlerde kırk bin türlü şey okuyoruz. Sokakta karşılaştığın on adamdan kaçının seni öldürme potansiyelinin olduğu belli değil. Korkarım tabi kandan, cesetten, cinayetten. Hem sen de büyüden, ruhlardan muhlardan korkuyorsun abicim. Ben ona bir şey diyor muyum? ” Hakan arkadaşının bilinmeyene karşı duyduğu inancı ve belki de hayattaki tek korkusunu bilen nadir insanlardandı.
“Korkmuyorum, tedbirli davranıyorum. O senin büyü, ruh , muh dediğin şeylerin hepsi gerçek. En az sokakta cinayet işleme potansiyeli olan insanların varlığı kadar gerçek. Sadece teknolojimiz henüz o gerçekleri ispatlayacak durumda değil o yüzden de o görünmeyen şeyler insanlardan daha tehlikeli. Yahu konuyu nereye bağladın, söz veriyorum bu sefer seveceksin gideceğimiz yeri. ‘Royal’ diye sağlam bir grup çalıyor. Hele bir yemekleri var. Neyse gidince kendin görürsün zaten.”
Hakan her zamanki gibi önce itiraz etmiş, sonra arkadaşının ısrarlarına dayanamayıp peşine takılmıştı. Aslında döküntü kelimesi gittikleri yeri tarif için biraz hafif kalıyor gibiydi. Bina kesme taşlardan yapılmış eski binalardandı. Belki yüzyıllar önce han olarak kullanılmış bir binaydı. Güneş almasını engelleyecek küçücük demirli pencereleri vardı. Arada bir kapıdan giren çıkanlar olduğu zaman dışarı sızan gürültülü müzik ağır ahşap kapı kapandığı zaman neredeyse duyulmaz oluyordu.
İçeri girip kendilerine oturacak yer aramaya başladılar. Bu sırada Hakan etrafını inceliyordu. Binaya çok fazla bakım yapılmamıştı. Dışarıdan bakıldığından sıvaları, taşların arasındaki dolgu malzemeleri dökülen binanın içi de dışından farksızdı. Sağa sola ağır kadife perdeler asılmış, aydınlatmanın tamamı ayarlı lambalarla sağlanmıştı. Belki de belirli zamanlarda ışıklar açılıyordu ama o sırada lambalardan yayılan ışık birkaç düzine mumun verdiği aydınlığı geçemiyordu. Hakan duvarlara asılmış kalitesiz posterlere, pislik içindeki ahşap zemine bir kere daha baktı. Çok daha iyi yerler görmüştü.
İki arkadaş masalarına yerleşip siparişlerini verdiler. Bir yandan bir şeyler atıştırırken bir yandan da sahnedeki grubun müziğini dinleyip sohbet ettiler. Onu buraya neredeyse zorla getirmiş olan Tayfun’un dikkati dağınık gibiydi. İkide bir çevresine bakınıyor, gergin gergin etrafını inceliyor, konuşurken söylediği sözü şaşırıyordu. Hakan pek önem vermedi, anladığı kadarıyla arkadaşı bu akşama biraz erken başlamış, kendisiyle buluşmadan önce birkaç kadeh devirmişti.
Hakan mesleği yüzünden kötü müziğe tahammül edemeyen bir adamdı ve o sırada dinlediği şeyn müzikten çok tantana olabileceğini düşünüyordu. Sahnedekilerin iyi olabilmek için daha kırk fırın ekmek yemeleri gerekliydi. Gece baştan aşağı fiyasko olmuştu. Garson masalarını toparlarken daha fazla dayanamadı. “Bu mu yani öve öve bitiremediğin yer?” diye seslendi Tayfun’a müziğin üstünden sesini duyurabilmek için. “Hayatımda bu kadar özenti yer görmedim ben. Müzik kötü, yemekler kötü.”
Hakan tam bunları söylerken amfilerden yayılan gürültü sona erdi. Sahnedeki grup yerini ışıkların asıl sahibine, ‘Royal’ e bırakıyordu. Tayfunun yüzünde cansız bir gülümseme belirdi, saatlerdir bu anı bekliyor gibiydi. “Dur bakalım” dedi gözlerini sahneden ayırmadan, “gecenin asıl olayı şimdi başlıyor.”
Grup yerini alırken onları izlediler. On yedisinden daha büyük görünmeyen bir çocuk çıktı sahneye. Az evvel sahneyi terk edenler kadar toy görünüyordu. Grubun klavyecisi olduğunu söyleyip alkışlar arasında arkadaşlarını çağırmaya başladı. Sağı solu zımbalı, kurukafalı gömlekler ya da dantelli elbiseler filan yoktu ortalarda. Tuhaf makyajlar ya da sıra dışı saçlar da. İlk olarak yirmilerinin sonunda gibi görünen yakışıklı solisti davet etti. “Tuhaf ” diye düşündü Hakan, solistler genelde en son çıkardı. Genç adam sahnenin sol köşesine yerleştirilmiş mikrofonun ardına geçti. Onun ardından grubun gitaristi, şişmanca, beyaz saçlı beyaz sakallı bir adam solistin hemen yanındaki mikrofonun ardına bir taht gibi yerleştirilmiş sandalyesine oturdu. Biraz sonra olağanüstü güzellikte esmer bir kız elinde ikinci gitarla sahnede belirdi, ona birebir benzeyen ve kardeşi olduğunu tahmin ettiği bateristin ve arkadaşlarını takdim eden klavyecinin de yerleşmesinin ardından grup tamamlanmıştı. Hakan hepsinin bir şekilde akraba olduğunu tahmin etti. Tamamı esmer bu beş kişiye ayrı ayrı baktığında göze çarpan herhangi bir özelliklerini yakalayamıyordu. Ama gözleri birinden diğerine kaydığında yüz hatlarının birbirini andırdığını düşünüyordu. Hepsinin üzerinde hiçbir özelliği olmayan sade giysiler vardı. Buradan çıkıp alışveriş merkezine gitseler kimse sahneden indiklerini anlamazdı.
Hakan ömründe böyle garip bir grup görmediğine karar verdi. Sahne dizilişleri, kendilerini sunuş şekilleri ve giysilerine varıncaya dek her şeyleri yanlıştı. Nasıl olup da bu güne kadar bu meslekte kalabildiklerini merak ediyordu. Ama bu kadar sıradan görünmelerine rağmen duruşlarındaki bir şeyler etkiliyordu insanı. Solistin mikrofonu tutuşu, yaşlı adamın tahtındaki bir hükümdar gibi kalabalığı süzüşü ya da basçı kızın klavyenin başındaki gence alaylı gülümsemesi miydi bilemiyordu ama tuhaf bir hava vardı üstlerinde. Hani neredeyse gerçekten ‘Soylu’ sınıfı diyesi geliyordu insanın.
Derken ilk notalar duyuldu. Biraz evvel ortalığı ayağa kaldıran izleyicilerin gürültüsü dindi. Hakan bir an ne düşüneceğini bilemedi. Yetmişli yıllarda pek de bilinmeyen bir grup tarafından çalınan şarkıyı tanıyordu ama şarkının böyle çalındığına ya da sözlerin bu vurguyla söylendiğine hiç şahit olmamıştı. Normalde daha hızlı ve daha saldırgan çalınan şarkıyı daha durgun çalmayı tercih etmişlerdi. Şarkının sözleri kıskanç bir adamı anlatıyordu. Senelerce iyi olmaya çalışan adam en sonunda yoruluyor, kardeşinin ruhu karşılığında kötülükle anlaşıp ölümden önce çektiği azapla öldükten sonra çekeceği azabı takas ediyordu.
Sigara dumanıyla ağırlaşmış havayı dolduran müzik bir anda her yeri sarmış ve en kuytu köşeye kadar her şeyi örtmüştü. Loş ışıklar içindeki barın karanlığı biraz daha artmıştı sanki. Sahnedekileri dinleyenlerden ses çıkmıyordu. Kimisi başını önüne eğmiş düşünüyor, kimisi dertli dertli sigarasını içmeye devam ediyordu, kimi sadece bardağındakini yudumlayıp boşluğa bakınıyordu. Şarkıya eşlik eden de yoktu. Sadece odayı dolduran müzik ve onu daha da kusursuz kılan huzursuz bir sessizlik vardı havada.
Hakan işte asıl o zaman buranın neden bu kadar tutulduğunu anladı. Bu odaya asıl ruhunu veren ve onu tamamlayan şey ne tablolar, ne siyah eşyalar ne de garip dekorasyonuydu. Buranın asıl ruhu, burayı sımsıkı saran müzikle birlikte diriliyordu. Solistin insanın içini gıcıklayan sesi, yaşlı gitaristin şarkıyı çekip götüren parmakları, kızın akıl karıştıran geri vokali ve tabi seçtikleri şarkılar. Bala bulanmış baldıran otu gibi tatlı tatlı ölüm, kötülük ve cehennemi anlatan şarkılar. Bağırıp çağırmadan, sessiz bir tehditle anlatan ve öyle sakin sakin anlattığı için de insanın tüylerini diken diken edip dinleyeni gerçekten korkutan şarkılar.
En sonunda grup ilk molayı verdiğinde kendini yumruk yemiş gibi hissediyordu Hakan. Ne diyeceğini, az evvel şahit olduğu performansı nasıl anlatacağını bilemiyordu. İşi icabı çok tuhaf yerlerden akıl almayacak yetenekte insanların çıktığını görmüşlüğü vardı. Buna rağmen az evvel yaşadığı şeyin bir benzerini daha önce yaşadığını sanmıyordu. Şaşkınlıkla masaya döndüğünde kendisine bakan arkadaşıyla göz göze geldi.
“İyiler değil mi?” dedi Tayfun. Tuhaf bir şekilde durgunlaşmıştı o da, omuzları düşmüş, her zaman muzur muzur bakan kahverengi gözlerindeki parlaklık kaybolmuştu. “İyi de laf mı?” dedi Hakan arkasına yaslanıp. Aklını toparlayabilmek için önünde duran bardaktan bir yudum aldı. “Mükemmeller. Söyledikleri şarkıların hepsini biliyorum aslında ama hiç böyle dinlememiştim. Sen nerden buldun ki burayı?”
Huzursuz huzursuz kıpırdandı Tayfun. “Orasını karıştırma, buldum işte.” “Ne demek orasını karıştırma?” “Epeydir biliyorum burayı ben aslında da, ne bileyim işte seni getirmek ancak aklıma geldi.” Hakan kuşkuyla karşısındaki adamın yüzüne baktı. “Sen iyi bir şeyler bulursan anlatmadan edemezsin. Bunca zamandır burayı biliyordun da benim haberim yok ha? Var bunda bir iş, anlat bakalım.”
Tayfunun gözleri elindeki bardağın içinde geziniyordu. Bardağın içinde cevap arar gibiydi. “Yok canım ne işi? Saçmalama.” “Ben senin ciğerini bilirim Tayfun, bir tuhaflık var. Sen bir şeyler saklıyorsun. ”
“Hakan bir şey yok dedim ya.”
“Bana bak kötü bir şeyler mi yaptın? Köşe olacağım, şöyle büyük işler çevireceğim, böyle para kazanacağım filan deyip duruyordun. Pis işlere filan mı bulaştın?” Genç adam, eğer öyle bir şey mümkünse, oturduğu yerde biraz daha çöktü.
“Yok dedim ya. Aslında bakarsan ben buraya basçıyı görmek için geldim.”
“Basçı mı? Ne basçısı?” “Sahnedeki kız, Melike. ”
Hakan kocaman bir kahkaha attı. Önce tuhaf ortam, arkasından sahnedekilerin uğursuz şarkıları ve şimdi de Tayfun’un bu sırlı hali yüzünden o kadar gerilmişti ki, meselenin çok daha basit olabileceğini düşünmek aklının ucundan bile geçmemişti. Neden sonra nefesini toparlayıp gülmeyi bırakabildi.
“Şimdi belli oldu Vehbi’nin kerrakesi. Yahu sersem herif baştan söylesene kız meselesi diye. Benim de aklımdan bin bir türlü şey geçiyor.” “Ya aslında öyle değil .” Tayfun arkadaşının bu gibi meselelerde aslında gayet rahat olduğunu bildiğinden biraz şaşkındı. Tayfun kızı kendisi ile tanıştırmaktan bile bu kadar çekiniyorsa durum vahim demekti. Onun için, arkadaşını kıvrandırmak her ne kadar hoşuna gidecek olsa da üstelemekten vazgeçti. “Tamam, sormuyorum bir şey ama madem geldik buraya kadar, tanıştır bari. ”
“Aslında ben de çok iyi tanımıyorum, yakınlarda tanıştık.” Dedi adam şakaklarını ovalarken. Hakan arkadaşının bu kadar sıkıldığını ömrü boyunca hiç görmemişti.
“Demek ki yıldırım aşkı.” “Hakan, öyle değil dedim ya ben sa…” “Tamam, öyle değil, anladım. Her neyse, benim bizim yapımcıya dinletmem lazım bunları. Şimdiye kadar kaset yaptığı onca tencere tavanın yanında bunların çaldıkları Zümrüdü Anka şarkısı kalır.”
“Anka mı akbaba mı orası tartışılır. ” diye fısıldadı Tayfun. Hakan ne dediğini anlamamıştı bile.
“Benim anlamadığım şimdiye kadar nasıl bu kadar yer altında kalabildikleri? Bu kadar sağlam grubu hangi şirket olsa havada kapar. Haydi şirketler bulamasın, şimdiye kadar çoktan internete düşmüş olmaları lazımdı. Nasıl becermişler de bu harabede saklanabilmişler acaba?”
Tayfunun cevap vermediği sessizlikte duru bir ses duyuldu.
“Babam harabe dediğini duymasın. İçinde bulunduğunuz bina ailenin birkaç yüzyıllık mülküdür ve epeyce de kıymetlidir.” Az evvel sahnede şarkı söyleyen kız sessiz sedasız yanı başlarında durmuş onları izliyordu. Tayfun’un verdiği tepki görülmeye değerdi. Kızın sesiyle önce irkilmiş ardından sanki duvarın içinde kaybolmak ister gibi iyice geriye çekilmişti. Hakan arkadaşının tepkisine gülmemek için kendini zorladı. “Başın çok fena belada oğlum” diye düşündü. Onun bu halde ilk defa görüyordu.
“Melike” dedi kız elini Hakan’a uzatıp. “Sen de Tayfun’un arkadaşısın sanırım.” Hakan başını sallayarak elini uzattı. “Hakan” dedi kızın elini sıkarken. Siyah kolsuz bir bluz ve sıradan mavi kot pantolon giymiş kız teklifsizce Tayfun’un yanına oturup elindeki bardağı aldı. Bir dikişte dibinde kalmış olan içkiyi bitirdi. Hakan kaşlarını kaldırarak arkadaşına baktı. “Demek yeni tanıştınız, sen bunun hesabını bana sonra vereceksin.” Diye geçirdi aklından.
Kızı sahnedeki parlak ışığın altında görmüş olmasına rağmen ne kadar güzel olduğunu fark etmemişti. Muhteşem bir yüzü vardı. Simsiyah dalgalı saçlarının altında yine siyah gözleri, köşeli, güçlü çenesi ve dolgun dudaklarıyla bir katalogdan fırlamış gibiydi. Yalnız dudaklarının kenarındaki o alaycı gülümseme güzelliğini biraz bozuyordu. Kıza her dakika zalim bir şaka yapmaya hazırmış gibi görünmesine neden olan bir ifade vermişti.
“Sanırım müzisyendin” dedi kız. Bu sırada Tayfun başı hala eğik, masanın üzerindeki küllükle uğraşıyordu. Hakan arkadaşının bu garipliğinden sıkılmaya başlamıştı artık. Bir kıza aşık olmak başka şeydi, kız yanında diye yerin dibine girmeyi istemek başka şey. Çok iyi tanıdığını sandığı arkadaşının yerinde duran bu yeni adamdan hiç hoşlanmamıştı.
“Evet, ben de ufak tefek besteler yapıyorum.” dedi Hakan.
“Mütevazı insanları severim.” dedi kız. “Son zamanlarda öyle insanlara rastlamak zor.”
“Mütevazılık sayılmaz aslında. Müzikle uğraşıyorum o kadar.”
“Sadece o kadar mı?” ‘Nasıl yani?’ der gibi kıza baktı Hakan.
“ Biliyor musun şu sıralar herkes her şeyin daha fazlasını istediği için herkesin anlatacak bir şeyleri var. Sessizliğin nasıl bir şey olduğunu hatırlayan yok. Artık anlatmak ve konuşmak moda. Oysa alçakgönüllülük daha çekici gelmiştir bana her zaman. Gizleri aralamak, görünüşün altında neyin yattığını merak edip sırları keşfetmeye çalışmak heyecanlıdır. Senelerdir buradayım, yaptığı işi tek kelimeyle özetleyen bir kişiye dahi rastlamadım. Ama bir de kendine bak, sadece müzikle uğraşıyorsun demek? ” Bu kız yanında Tayfun otururken kendisine asılıyor muydu Yoksa Hakan’a mı öyle geliyordu? “Evet sadece müzikle uğraşıyorum” dedi Hakan konudan sıkılarak. Kızın bu bilir tavrından hiç ama hiç hoşlanmamıştı.
“Vay canına, sen ilgiden sahiden hoşlanmıyorsun.” Kız bir an hiç bir şey söylemeden arkasına yaslanıp Hakan’ın yüzünü inceledi. Bir şeyler düşünüyordu ama aklından neler geçtiğini anlamak mümkün değildi. Yanında sessiz sedasız oturan Tayfun’a döndü.“Böyle bir arkadaşa sahip olduğun için ne kadar şanslı olduğunu tahmin bile edemezsin Tayfun.” Tayfunsa yutkunup yanlarından geçen garsonu çağırıp sipariş vermekten başka bir şey yapmadı. Sohbet etmeye başladılar. Hakan yeni tanıştığı kızla sohbet ederken Tayfun ya tedirgin tedirgin kıpırdanmış, ya da olduğu yerde iyice küçülüp içkisini yudumlamıştı. Melike ve Hakan’sa önce müzikten, sonra Royal’in söylediği şarkılardan, ortak tema olan kötülükten konuşmuşlardı. Hakan başlarda pek de hoşlanmadığı kızı sevmeye başlıyordu. Akıllı kızdı, söylediği şey ne kadar garip ya da anlamsız olursa olsun, aslında ondan beklenmeyecek bir bilgi birikimine ve mantık zincirine bağlıymış gibi görünüyordu. Kız kendine güven konusunda sıkıntı çekmiyordu, hatta öyle güçlü bir egoya sahipti ki Hakan kızın az evvelki alçakgönüllülük konulu tiradının ne kadar dürüst olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu sırada onları masada buluşturmuş olan Tayfunla pek ilgileniyor gibi bir hali de yoktu. Hatta kıvranıp duran ve arada bir kıza kaçamak bakışlar atan genç adamın farkında bile değil gibiydi. Hemen hemen bir saat boyunca sohbet ettiler.
Sonunda grup üyelerinin kızı çağırmasıyla kız yerinden kalkıp onlara katıldı. Ancak Melike yanlarından ayrıldıktan sonra Tayfun un gerilmiş omuzları gevşedi, dişlerini sıktığı için kasılmış çenesi açılıp yüzündeki sıkıntılı ifadenin biraz yumuşamasına yardımcı oldu. Hakan arkadaşına sahiden acımaya başlamıştı. Ondan bunu hiç beklemeyen arkadaşının koluna sert bir yumruk indirdi. “Oğlum kendini toparlasana, sesini çıkar birazcık. Kızın dibinde oturduğun halde burada olduğunu unutturdun.” Başı hala önünde duran Tayfun bir şey demedi. Dudaklarını sıkı sıkıya birbirine bastırmıştı. Sanki boğazında takılmış bir şeyler varmış gibi arkası arkasına yutkundu. “Ne o lan, ağlıyor musun yoksa?”
“Ne ağlaması Hakan ya? ” “Oğlum sana büyü mü yaptı bu kız ne oluyor anlamıyorum ki? Otuz yaşında adamsın, nedir bu lise çocukları gibi sessiz sessiz oturmalar, suçlu suçlu göz süzmeler filan? Hatırlatırım ben seni lisedeyken de tanırdım, lisede bile azgın hergelenin tekiydin. Yok, ben anlayamadım senin şu halini. Ama anlatacaksın başka çaresi yok. Nasıl tanıştınız ondan başlayarak anlatacaksın.”
Masanın karşısında oturan adamın değil anlatmaya, nefes almaya dahi takati yoktu aslında Tek istediği bir an önce buradan ayrılabilmekti. Tayfun korkuyordu. Çünkü artık elinden gelen hiç bir şey yoktu. Arkadaşı için korkuyordu, kendisi için korkuyordu, en çok da olan biteni anlattığında Hakan’ın vereceği tepkiden korkuyordu. Kendi içindeki çekişmeden yorulup pes etti. Her şeyi olmasa bile neden burada olduklarını, Melike’yi nasıl tanıdığını anlatabilirdi. Her şeyi değil. Henüz değil.
“Anlatacağım.” Dedi nihayet.
Tayfun son birkaç saattir kaybetmiş olduğu sesini bulup anlatmaya başladı. Bu barı iki hafta evvel keşfetmişti. Her şeyin ters gittiği bir gündü o gün. Cebindeki üç kuruşla yatırım yaptığı matbaada önceki akşam yangın çıkmıştı, depoya kaldırılmak üzere dükkana yığılmış olan bütün sarf malzemeleri kül olmuş, yangın sönerken Tayfun’un paraya çevirebileceği hemen hemen her şeyi de beraberinde götürmüştü. Adam borçlu olduğu esnaf yüzünden iş yerine gitmeye çekiniyordu. Cebinde metelik kalmamıştı. Senelerdir uğraştığı her şey elinden kayıp gidiyor gibiydi. Canı sıkkındı, patlamaya hazır bomba gibi her zaman tetikte durmasını sağlayan öfkesi de ortalarda yoktu o akşam, yerini simsiyah bir umutsuzluğa terk edip gitmişti. Tayfun benzin masrafına girmek istemediği için arabasını evinin önünde bırakıp dolaşmaya çıkmış, saatler sonra kendini kenar mahallelerin birinde, müziğin sesiyle neredeyse yerinden oynayan bu eski binanın önünde bulmuştu.
Kalabalığın içinde, en arkalardan bir yer bulup oturmuş, sonra da en ucuz içkilerden söyleyip sarhoş oluncaya kadar içmişti.
Orada ne kadar kaldığını, kaldığı süre içinde ne içtiğini hatırlamıyordu. Hatırladığı şey bir ara başını kaldırdığında onunla birlikte içen bir kızla burun buruna geldiğiydi. Aklından ilk geçen kıza gülümseyip her zamanki çekici halini takınmak ve kızı tavlamak için bir şeyler söylemek olmuştu, ama o kadar sarhoştu ki, karşısında gördüğü iki kızdan hangisinin gerçek, hangisinin yanılsama olduğunu bile ayırt edemiyordu. Üstelik güzel sözleri bulup çıkaracak hali de yoktu. Bütün emeği gitmişti. Her şeyini kaybetmişti. Dinleyip dinlemediğine aldırmadan kıza olan biteni her şeyi anlattı. Kız da beklediğinin aksine sesini çıkarmadan dinlemişti onu. En son tek bir çaresi kaldığını anlatıyordu Tayfun, gidip kendini bir yerlerden atacaktı. Daha fazla uğraşmaya gücü yoktu artık.
Sonra olanlara Tayfun da pek inanamıyordu. Hatta o kız hala burada, şu anda sahnede duruyor ve kendisine bakıyor olmasa kızın da, sonra olanların da hayalden ibaret olduğundan emin olacaktı. Çünkü her şey o kadar saçmaydı ki, her türlü doğaüstü olaya inanan Tayfun bile bu defa inanmakta güçlük çekiyordu.
Tayfunu sonuna kadar dinleyen kız cebinden bir deste iskambil kağıdı çıkarmış ve masaya bırakmıştı. Eğer isterse bir oyun oynayabilirlerdi Tayfun’la. Kazanmak da kaybetmek de mümkündü.
Ama kaybedecek bir şeyi kalmamıştı ki genç adamın?
Dert etmesine gerek yoktu, herkesin kaybedecek şeyleri vardı. Sahip olduğunu fark etmediği değerli şeyler. Adam kızın ne dediğini çok anlamamış ama yine de oynamak istediğini söylemişti.
Genç adam önce istediği şeyi söyleyecekti Aşk, Para, Kariyer ya da Hayat. Elbette para istiyordu genç adam. Kız destenin içinden karoları ayıklamıştı. Tayfun sarhoş kafayla kartların biraz tuhaf olduğunu hatırlıyordu. Sıradan iskambil kartları gibi çift taraflı değildi kartlar. Karo valesi kahvedekinin aksine nasıl atarsa atsın kendisine değil, tek bir tarafa bakıyordu.
Kız elindeki çeyreklik desteyi önce saat şeklinde dizmiş, on üçüncü kartı ortaya yerleştirmiş ve ardından üç rakam seçmesini istemişti. Geçmiş, şu an ve gelecek için seçtiği kartları açacaklardı. Kartlar belki adamdan bir şeyler ister, belki de hiçbir şey istemeden bir şeyler verirdi. Ne olursa olsun oyun oynanmışsa adam kartların istediklerini yapmak zorundaydı. Eğer yapmazsa adamın başına geleceklerden kız sorumlu değildi. Onun için sadece her şeyi göze alıyorsa oynamalıydı oyunu.
Kızın teklifi güldürmüştü Tayfun’u. Fala inanırdı ama bu kadar saçma bir şeye inanmak içinden gelmiyordu. Üstelik bütün bu kart numaraları gerçek olsa bile, kaybedecek neyi kalmıştı ki? Kanına karışmış olan alkolün tesiri yavaş yavaş azalırken kıza son kez bakmış ve bu kadar sıkıntılıyken gülmesini sağlamış olduğu için de tamam demişti.
Saatlerdir eğik duran başını nihayet kaldırıp Hakan’ın gözlerine baktı genç adam. “Saat oyununu oynadık.” dedi. Arada hangi kartların çıktığını ya da kartların kendisinden neler istediklerini anlatmaya niyeti yoktu. Dünya yıkılsa Hakan’a anlatamazdı. “Son kart benden seçim yapmamı istedi, yaptığım seçimin karşılığında dükkânımı geri verdiler. Melikeyle de böyle tanıştık işte.”
Hakan karşısında renkten renge giren adama inandığını mı söylesin, yoksa sıkı bir küfür savurup kendisiyle dalga geçtiği için suratını mı dağıtsın bilemedi. Anlattığı hikayenin içinde akla sığar tek bir nokta yoktu. Ne oyunu oynamışlardı da Tayfun dükkanına karşılık ne yapmıştı belli değildi. Yalnız Hakan kül olmuş baskı atölyesinin şimdi gıcır gıcır yerinde durduğunu bildiği için içinde küçük bir şüphe kıvılcımı parlamasına engel olamıyordu. Tayfun o kadar çaresiz görünüyordu ki. Kesinlikle bir şeyler olmuştu, ama Tayfunun anlattığı, daha doğrusu anlatır gibi yapıp ta yarısını es geçtiği şeylerin gerçekleşmiş olması mümkün değildi. Muhtemelen o akşam, Tayfun sarhoşken, kızla aralarında bir konuşma geçmişti, konuşmanın içeriğinin ne olduğunu şimdilik tahmin edemiyordu ama kızın ve yanındaki o tuhaf güruhun Tayfun’un aptallığından faydalanıp yasadışı bir şeyler yaptırmış olması ihtimali yüksekti. Hakan ağzını açmak üzereyken sahneye yerleşmiş olan Royal yeniden çalmaya başladı.
Hakan şarkıyı tanımıyordu ama acıklı müziğin altındaki sözleri dinlemeden edemedi. Bu sefer kendisine emanet edilen ve içinde ne olduğunu bilmediği bir torbayı bütün bir yolculuğu boyunca sürükleyen, en sonunda dayanamayıp açtığında içinde ihaneti bulan bir adamın öyküsünü anlatıyorlardı.
Hakan her ne kadar sahnedekileri incelemeye çalışsa da az sonra kendini müziğe bırakıp Tayfunun anlattıklarını da, kartları da unuttu. Saatler boyunca uğursuz şeyler vadeden şarkıları dinledi. Nihayet son notalar da çalındı, grup alkışlar eşliğinde sahneden indi. Hakan’ın tahmin ettiği gibi, biraz sonra Melike etrafıyla ilgilenmeden doğruca yanlarına geldi.
“Tayfun senin şu iskambil oyunundan bahsetti” dedi Hakan, kız Tayfunun yanına, Hakan’ın tam karşısına yerleşirken. Kız alaycı gülümsemesini tekrar yerine oturtuncaya dek yüzünde beliren bir anlık şaşkınlık Hakan için de şaşırtıcıydı.
“Demek sana oyundan bahsetti. Tayfun? Senden beklemediğim enteresan cesaret kırıntıları göstermeye başladın.” Hakan kızın arkadaşına karşı tavrından hiç hoşlanmamıştı. Hatta artık kızdan da pek hoşlandığını sanmıyordu. Yalnız şu anda karşısında olup bitenlerin kötü bir şaka olduğunu düşünüyor ve bir an önce bu karanlık binayı terk etmek istiyordu. Ne diyeceğini tartar gibi bir kendisine bir Tayfun’a bakan kızın ne düşündüğünü bir bilebilseydi.
“Ne yaptın, Tayfun’u neye, nasıl bulaştırdın bilmiyorum ama onun peşini bırakacaksın. ” dedi Hakan. Kızın üzerinde kilitlenen gözlerindeki tuhaf bakıştan rahatsız olmuştu.
“Birincisi, ben hiçbir zaman Tayfun’un peşine düşmedim, beni arayıp bulan, oyunu kabul eden bizzat kendisiydi. İkincisi, Tayfun üzerine düşeni yaptı. Birazdan ben olur verdikten sonra buradan çıkıp gidebilir. Tabi aynı durum senin için söz konusu değil. Sen biraz daha buralarda takılacaksın.”
“Nasıl yani? Adam mı kaçırıyorsunuz?”
“İlgisi yok. Sakin ol Hakan, sadece söyleyeceklerimi dinle.” Hakan bu konuşmanın gideceği yerden hiç hoşlanmayacağını adı gibi biliyordu. Ancak Royal’in geri kalanı şimdi barın önündeki taburelere oturmuş dikkatle onları izliyorken yerinden kalkıp kapıdan çıkmasının da mümkün olmayacağını düşünüyordu.
Gözlerini ona bakan dörtlüden kıza çevirdi. Sessizce başını salladı. Sadece dinleyecekti.
“Tamam, müzisyen arkadaşım.” Dedi kız en sonunda. “Seni sevdim. Aslında senin için planlar daha farklıydı ama onun yerine ben sana iki seçenek sunacağım.” İkisini de şaşırtan şey oturduğu yerden ayağa fırlayan Tayfun oldu.
“Olmaz! Oyunu Hakan oynayamaz! Melike ben vazgeçtim, dükkanı geri alabilirsin, biz buradan ayrılıyoruz.” Melike yerinden kıpırdamadı. Tayfun kızın üzerinden atlamadan oturduğu köşeden çıkamazdı.
“Tayfun otur yerine.”
“Hakan kalk, bir an önce çıkalım buradan.” “Tayfun dur bi dakka, ne oyunu, niye panikledin bu kadar? Otur önce bi adam gibi anlat olan biteni.”
“Tayfun arkadaşını dinlersen senin için de onun için de daha iyi olur.”
“Melike Allah belanı versin, vazgeçtim dedim ya, al işte dükkanı, al, paralar senin olsun, biz gidiyoruz!” Kızın tek yaptığı şey ayakta çırpınıp duran adamın gözlerinin içine bakmak ve o garip ses tonuyla ‘Otur’ demek oldu. Hakan bir an çok yaşlı bir kadının sesini duyar gibi oldu, sigara yüzünden çatal çatal olmuş, buyurmaya alışık, otoriter bir ses. Tayfun ses çıkarmadan oturdu. O sırada bar da boşalmaya başlamıştı. Hala içmeye devam eden bir iki kişi ve gidenlerin geride bıraktığı karmaşayı temizleyen garsonlar görünüyordu.
“Bu oyun böyle işlemez Tayfun, daha en başından seni uyardım.” Dedi kız.
Simsiyah gözlerini yanındaki adamdan Hakan’a çevirdi. “İki seçeneğin var.” dedi gülümsemesini hiç düşürmeden. “Tayfun’un oynadığı oyuna sadık kalabilir ve borcunu ödemesine yardımcı olabilirsin ki bu durumda burada kalman gerekir. Ancak oyunun parçası olmayan kişilerin kartları görmesi yasak olduğundan teknik olarak evet demeden önce sana neye evet dediğini söyleyemeyiz.” Oturduğu sandalyenin arkalığına attığı omzunu ne yapalım der gibi silkti. “Ya da ikinizin de buradan çıkmasına izin veririm. Babam ve kardeşlerimin yanından geçip kapıya kadar sağ salim ulaşır, sonra da hayatınıza geri dönersiniz. Ama bunu yapabilmem için senin de oyunu oynaman gerekir.”
Hakan kulaklarına inanamıyordu. Bu deli kendilerini tehdit mi ediyordu yoksa yanlış mı anlamıştı? Oyunlar, gizli anlaşmalar, tuhaf teklifler. Söylediklerinin tek kelimesini anlamıyor, hiç birine inanmıyordu ama kız da arkadaşı da şu oyun konusunda ciddi gibiydiler. Tayfun zaten büyü, fal gibi şeylere inanırdı. Kız da çok iyi bir dolandırıcıydı demek ki. Tayfunun dükkanını yeniden kurması için para vermiş, yemi yutturmuştu. Şimdi de kim bilir neler istiyordu. Şu salak kart oyununu kabul edip Tayfun’u buradan çıkarmaktan başka çare yoktu. Arkadaşını bu dolandırıcılara bırakmaya niyeti yoktu.
“Para yahut başka bir şey istemiyorsun, sadece oyunu oynayacağız.”
Kız aldığı cevapla epeyce eğleniyor gibiydi. “Ben mi? Ben hiçbir şey istemiyorum. Evet dersen oyunun kuralların anlatacağım. Onları yerine getirip getirmemek senin bileceğin iş. ”
“Tamam” dedi nihayet, “Çıkart kartlarını. Oynayalım” Kızın gülüşünün büyüdüğünü gördü “Madem oyunu oynadıktan sonra ikimiz de çıkıp gideceğiz buradan, kabul, oynayalım.” Karşısında oturan Tayfun’un inlediğini duydu. Kız Tayfun’un sesiyle onun orada oturduğunu hatırlamış gibiydi. Ayağa kalkıp adamın yolundan çekildi. “Tayfun sen dışarıda bekleyeceksin. Borcun ödendi, gitmekte özgürsün.” Hakan Tayfun’un birkaç saat içinde geçirdiği değişimle şaşkına döndü. Adam sanki on yıl birden yaşlanmıştı. Yine de dışarı çıkıyor olmasına seviniyordu. O kapıdan çıkar çıkmaz kendisi de kaçmanın çarelerini arayabilirdi. Tayfun masadan kalktıktan sonra ağır adımlarla kapıya yürüdü. Kapıdan çıkmadan az evvel başını çevirip arkadaşına bakarken neredeyse ağlamak üzereydi.
O gittikten sonra kız cebinden sıradan iskambil destesine benzeyen bir deste çıkardı. “ Seç bakalım müzisyen arkadaşım, aşk, para, hayat ya da kariyer. Hangisi? ”
“Saçmalığı keselim mi artık?” dedi Hakan dayanamayıp. “Sabahtan beri bir sürü saçmalık dinledim. Burama kadar geldi. Tayfun’u nasıl kandırdınız bilmiyorum ama parasının peşindeyseniz hiç tavsiye etmem, kendisi dandik bir matbaanın yarım ortaklığından başka şeyi olmayan bir zavallı olduğu gibi para kaybetmekte de epeyce hünerlidir. Ondan size iş çıkmaz.”
“Mütevazılığı sevdiğim kadar nefret ettiğim bir şey varsa o da dik kafalılıktır müzisyen arkadaşım. Gördüğüm kadarıyla sende ikincinden de bir parça mevcut. Ben de sabrımı zorlamanı tavsiye etmem. Az evvel seninle bir anlaşma yaptık. İkinizin de gitmenize izin vermem karşılığında oyunu oynamayı kabul ettin. Onun için seç birini de başlayalım.” Kartları yeniden masanın üzerine koydu.
“ Aşk, Para, Kariyer, Hayat. Seç birini.” “Hayat” dedi Hakan hiç düşünmeden. “Emin misin? Hayat kartları epeyce hilelidir. Hiç ummadığın şeyler çıkabilir.” “Hayat dedim ya.” Kız destenin içinden maçaları kenara ayırırken Hakan da kızın yüzünü inceledi. Kız şimdi önceki haline göre biraz gergin görünüyordu. Ayırdığı kartları karıştırdıktan sonra saat şeklinde dizmeye başladı.
“Üç kart söyleyeceksin” dedi, “Geçmiş, bu gün ve gelecek için. Her birinin saat üzerindeki yerini açacağım. Eğer doğru kart doğru yerde çıkarsa, kartı okuyacağım. Yok çıkmazsa bir sonrakine geçeceğim. Kartların hiçbiri söylediğin yerlerde çıkmazsa on üçüncü karta başvuracağız. Tamam, şimdi kartları söyle bakalım.”
“Üç, dokuz, on iki.” Kızın dudakların oynaşan gülümseme biraz daha genişledi.
“Enteresan seçimler. Seninle çok eğleneceğiz arkadaşım, umarım seni üzmek zorunda kalmam, çünkü seni gerçekten sevdim.” Hakan cevap vermedi. Kız en sona kalan on üçüncü kartı alıp halkanın tam ortasına koydu.
“Başlayalım bakalım.” Kız üçüncü karta uzanmadan önce adama baktı. “Bana inanmadığının farkındayım” dedi. “Seneler evvel, bu kartlar bana geldiği zaman ben de inanmamıştım. Anlayabiliyorum seni, şarlatanın tekinin önüne attığı tuzağa koşa koşa düşen bir aptal gibi hissediyorsun kendini. Önemli değil, seçtiğin kartlar sayesinde senin de bu oyundan keyif alma ihtimalin var. Her neyse, sıkıldığını görebiliyorum, onun için kartlara geçelim. İlk kartın üç. Üçlü derin bir sevgiyle bağlanılan dost, hatta kardeş demektir. Maça, aradaki sevginin ne kadar derin ve kıskançlığa ne kadar yakın olduğunu anlatır. Eğer kart saat üzerindeki yerinde çıkarsa anlamlıdır.”
Kartı çevirdi. Maça üçlüsünün düz tarafı kıza bakıyordu. Kız dudaklarını ısırdı. “ Kötü haber. Dost kartı ters çıkarsa ihanet eden dost manasına gelir. Geçmişini şekillendiren, kardeşin saydığın bir dostundan bahsediyorum. Sana ihanet etmiş bir dostundan. Hayat çevrimi oynadığımız için o dostunun sonunda çok parlak şeyler görmüyorum. Dostun artık benim.”
Hakan kızın yüzüne bakmaya devam etti. Söyleyecek kelime bulamadığı için susmayı tercih ediyordu. Kızın gösterisini sonuna kadar izleyecek, ondan sonra da çıkıp gidecekti.
“İkinci kartın dokuz. Destedeki en hileli kağıtlardan birini seçtin arkadaşım. Dokuz da hayat demektir. Hayat çevrimi içerisinde hayat kartını seçer ve o kartı yerinde bulabilirsen, kartın gerçeği söyleyeceğinden yüzde yüz emin olabilirsin. Ha tabi hayat çevrimi içinde ters çıkan hayat kartının ne anlama geldiğini tahmin edersin sanırım. Hayır mı? Ölüm anlamına gelir. Ruhun o andan itibaren sana ait değildir. Yalnız dokuz hilelidir demiştim. Eğer dokuzu ters olarak bulursan aynı zamanda düz altı yakalamış olursun ki altı şans demektir. Rakam altı derken altındaki resimler dokuz der. Senin anlayacağın ters dokuz pek çok anlama gelebilir. Karta göre ölümle karşı karşıya gelip zar atarsın, kimin zarının büyük geleceğine kader karar verir. ” Ellerini ovuşturup karta uzandı. Bir saniye bekleyip kartı çevirdi.
“Bu akşam olağan üstü şeyler oluyor. Yıllar sonra ilk defa birileri hayat çevrimi oynuyor, destenin en kararsız kâğıtlarını seçip, üstelik de iki elin ikisinde de imkânsızı başarıp en kötü durumları buluyor. Ters dokuz. Ölümle dansında başarılar dilerim arkadaşım.”
“Şimdi son karta gelelim. On iki, enteresan bir kart daha. Maça kızı. Hayatın dişi tarafı anlamına gelir. Değişkendir,hilecidir, deniz gibi dalgalı olduğu için net bir yorum yapması zordur. Hayat çevrimi içerisinde bulduğun zaman önceki kartların durumuna göre anlamı değişir. Diğer kartların düz çıkmışsa ki bu bizim durumumuza uymuyor, hayat vermekle ilgilidir. Kız düz çıktığında neredeyse kupa kızı gibi okunur. Aşk, huzur demektir. Oysa diğer kartların ters ise işler tersine döner. Maça kızı hayat almaktır, ya senin hayatını, ya da kendi hayatını alır.”
“On ikinci kart, gece yarısı kartı. Bu son kartın ne kadar önemli olduğunu tahmin bile edemezsin ” dedi kız heyecanlı bir sesle. “Ömrümde bu üç kartın bir araya geldiğini hiç görmemiştim.” Heyecanlı ellerle uzanıp kartı çevirdi. Hakan her ne kadar kuşkuyla izliyor olsa da kızın heyecanının kendisini etkilemesine engel olamıyordu. Kız çevirdiği kartı masanın üzerine bırakmadan önce bir saniyeliğine gözlerini kapattı.
“Ve maça kızı”, üstelik senin elinde can verecek maça kızı.” Hakan kızın yüzündeki buruk gülümseye anlam veremedi.
“Bitti mi” dedi kuru kuru. “Artık gidebilir miyim?” “Yapman gerekenleri anlattıktan sonra elbette gidebilirsin.”
Üç kartı diğer kartların arasından alıp teker teker Hakan’ın önüne dizdi.
“Bu gün ilk gün. Her şeyin başladığı sıfır noktası. Üç, dokuz ve on iki gün geçecek. Her bir günün gece yarısından önce bu kartlardan birini yakacaksın. Üçüncü günün gece yarısı olup dördüncü güne dönmeden önce sana ihanet eden dostunu bulman lazım. Yoksa kartı yaksan da faydası olmaz. Eğer kartı yakarsan ruhunu kurtarma şansın var. O dostun kim olduğu hakkında çok fazla tahmin yürütmen gerekeceğini sanmıyorum. Unutma kardeş kadar yakın dost. İkinci kartı da dokuzuncu gün yakacaksın. Ölüm ve şans bir araya geldiğinde neler getireceğini tahmin edebilmek güç. Bu kart için yapacak hiçbir şey yok. O bir şekilde seni bulacaktır. Seni isterse alır, istemezse almaz. Ama aldığında ruhun benim. ” Konuşmaya devam etmeden önce son karta baktı. “Maça kızını on ikinci gece yakacaksın. On ikinci gün dolana kadar esmer bir kadın çıkacak karşına. Belki tanıdığın, belki de hiç tanımadığın biri. Önce kadını ortadan kaldır, arkasından da kartı yak. Öyle bakma, söylediklerimin kulağa nasıl geldiğini ben de biliyorum. Ama hayat ile oynamak isteyen sendin unutma. On ikinci gün karşına çıkacak olan maça kızına acırsan, o sana acımayacaktır. ”
Kız önündeki kartları toplayıp Hakan’a uzattı. Hakan kendisine uzatılan kartları almak için herhangi bir teşebbüste bulunmayınca elindeki kartları adamın yüzüne doğru salladı. Karşısındakinde herhangi bir hareket göremeyince de kartları adamın üzerindeki ceketin göğüs cebine sıkıştırdı.
Kız akşamın başından beri ilk defa yorgun görünüyordu. Yavaşça arkasına yaslandı. Önünde duran bira şişesinin dibindeki son yudumu boğazından aşağı yuvarladı. “ Kartları kaybetme, vakti gelmeden ya da vakti geçtikten sonra yakmaya kalkma. Kartların verdiği görevleri yerine getirmezsen olacaklardan ben sorumlu değilim. ” Nihayet görevini tamamlamış biri gibi soluğunu bıraktı.
“Evet, oyun bu kadar müzisyen arkadaşım, şimdi evine git, uyu, yarın sabah uyanıp sana anlattıklarımı düşün. On iki gün dolmadan önce yine karşılaşacağımızdan eminim. ” Hakan şaşkın şaşkın yerinden kalktı, karşısındaki deli bütün akşamı kendisiyle bu tuhaf oyunu oynamak için mi beklemişti?
“Deli olduğumu sanmıyorum” dedi kız. Hakan kadar kendisini de ikna etmeye çalışır gibiydi. Akşamın başındaki sağlam duruşu kaybolmuştu, biraz çakırkeyif bir hali vardı. “Tuhaf olduğumu kabul ediyorum ama deli değilim” Hakanın gözleri iri iri açıldı. Kadın düşüncelerini okuyordu. “Düşüncelerini değil hareketlerini ve mimiklerini okuyorum sersem. Yüzün dev ekran televizyon gibi, aklından geçen her şeyi bas bas bağırıyor. Aslında biliyor musun, fena adam değilsin. Yazık olacak.” Hakan hızla kapıya yöneldi. Kız kapıdan çıkmakta olan adamın peşinden seslendi. “ Kapıda seni bekleyen salağa da söyle, bir daha sahip olmadığı şeyler üzerine kumar oynamasın. Oynayacaksa da en azından tavuk gibi değil erkek gibi davransın.”
O gece Tayfun’un son model arabasının yolcu koltuğunda eve dönerken aklından geçen yüzlerce soru olmasına rağmen hiç birini sormadı. Tayfun ondan daha beter durumdaydı. Feri sönmüş gözlerini yoldan ayırmıyordu. Düşüncelerine öylesine dalmıştı ki belki de yan koltukta oturan Hakan’ın da farkında değildi.
Hakan o gece eve döndüğünde yeniden oturmuştu piyanosunun başına. Kapıdan çıkmadan önce başladığı besteyi şöyle bir gözden geçirmiş, kapıdan çıkmadan evvel içini dolduran çocuksu neşeyi hatırlamaya çalışmıştı. Kağıttaki notaları vurup şarkının devamını getirmeye niyetlenmiş, ama hikayenin geri kalanını bir türlü çıkaramamıştı. O gece çok önem vermedi buna. Yorgundu, uykusuzdu, belki de büyük bir felaketten son anda kurtulmuştu. Hiç telaşlanmadı. Sabah uyandığında kumral güzelinin de yardımıyla şarkının geri kalanını hatırlayacaktı.
Oysa işler tahmin ettiği gibi yürümedi. Ertesi gün elinden geleni yaptığı halde eksik notaları bir türlü yerlerine koyamadı. Üstelik şarkıyı tamamlamak bir yana, düzeltmek için sildiği kısımlar da artık eski hallerine benzemiyordu. Önceki gün anlattığını düşündüğünden tamamen farklı bir hikayeye dönüşmüştü kağıt üzerindeki. Önce beğenmediği bir iki notanın yerini değiştirmişti. Girişte Fa diyez yerine Fa, arada bir yerlerde kulağını tırmalayan Re yerine Mi. Derken esleri fazla kısa bulur olmuş ve onların ölçülerini büyütmüştü. Onlar değişince yanındaki notaların ölçüsünü değiştirmek lazım gelmişti. Bu kadar değişiklikten sonra bestenin içindeki bazı kısımlar gözüne batmaya başlamıştı. O beğenmediği kısımları çıkarınca iyiden iyiye büyümüştü mesele. Çıkardığı kısımlardan sonra şarkının teması öyle tanınmaz hale gelmişti ki, en sonunda farklı bir şarkı yazmakta olduğunu kabul edip ölçüyü de değiştirmişti. Artık başta çaldığı neşeli şarkıdan daha çok dün akşam dinlediklerine benzeyen, uzun, karamsar bir melodiydi kağıdın üzerindeki.
Olanları düşünmemek için kendini çalışmaya vermiş ve şarkıyı bitirmişti. Şimdi ne yapacaktı peki? Ne yaparsa yapsın önceki akşamın tuhaf olaylarını aklından çıkaramıyordu. Her şeyden önce bütün o saçmalıkların ne olduğunu öğrenmesi lazımdı. Onun için hemen Tayfun’u aradı. Beklediğinin aksine, ses çıkarmadan evine gelmeyi kabul etti genç adam. Suçunu kabullenmiş idam mahkûmunun darağacına çıkması ağır ağır, önüne bakarak girdi Hakan’ın tuttuğu kapıdan.
Salonun hemen girişinde, kapıya en yakında duran kahverengi koltuğun ucuna ilişip hiçbir şey söylemeden beklemeye başladı. Hakan yerdeki halının desenlerini inceleyen arkadaşına bakarken duyduğu kızgınlığın acımayla karışmakta olduğunu fark etti.
“Dün neler olduğunu bana anlatacaksın” dedi en sonunda dayanamayıp. “O kızın kim olduğunu, dükkanı kurtarmak karşılığında ona ne verdiğini, kıza ne şekilde borçlandığını ve borcunu nasıl olup da ödediğini bir bir anlatacaksın.” Tayfun Hakan’ın her bir kelimesinde irkildi. “Ha bir de ” dedi Hakan arkadaşının yanına oturup, “Melike’nin senin bana ihanet ettiğini nereden çıkardığını da anlatacaksın.”
Tayfun, eğer öyle bir şey mümkünse oturduğu yerde biraz daha küçüldü. “Hakan kız delinin teki, belli değil mi anlattıklarından. Kartlar, oyunlar, anlaşmalar filan.”
“Kızın deli olduğundan zerre kadar şüphem yok. Onun için bu kadar tuhaf geliyor ya olanlar. Bir sebepten korkuyorsun bu kızdan.” Tayfun sessizce beklemeye devam etti. Hakanın sesi arkadaşına duyduğu üzüntüyle hafifledi. “Tayfun yapma, yirmi beş senedir birbirimizi tanıyoruz, sen benim en yakın arkadaşımsın, arkadaş demek bile tuhaf, kardeşimsin. Ne oldu da bir gecede on sene birden yaşlandın onu anlamaya çalışıyorum. Sana yardım etmek istiyorum ama önce neler olup bittiğini anlamam lazım.”
Beriki nihayet başını yerden kaldırdı. Hala Hakan’la göz göze gelmemeye çalışıyordu. Kapalı perdelerin arasından küçücük bir parçası görünen denize baktı. “Benim anlatmam neyi değiştirir senin inanmayacağını bildikten sonra?”
“Belki hiç bir şeyi değiştirmez, belki her şeyi değiştirir. Koca dünyada neden diye sormadan her sözüne, her hareketine güveneceğim tek insan sensin. Belli ki benim anlamadığım bir şeyler dönüyor, onun için ne anlatırsan anlat, anlattıkların ne kadar tuhaf olursa olsun inanmayı deneyeceğim.”
Tayfun önceki iki haftayı ömrü boyunca tatmadığı hezeyanlar içinde geçirmişti. Her kapı zilinden, her telefon sesinden ürkerek geçirdiği günlerden geriye kalan sadece pişmanlıktı. Arkadaşını kaybetme korkusu da yoktu artık içinde. Bu evden çıktıktan sonra onu bir daha hiç göremeyeceğinin farkındaydı. Ailesi yokken ona sahip çıkmış olan biricik kardeşini kendi elleriyle harcamıştı ve yanı başında duran biricik dostunun öfkesini bile hak etmiyordu. Ona borçlu olduğu pek çok şeyi asla geri ödeyemezdi ama en azından gerçeği anlatabilirdi. Onun için olan biten ne varsa her şeyi, içindeki utancı saklamaya çabalamadan anlatacaktı. Ancak zor kararların arifesindeki insanların hissettiği o büyük yükün bir parça olsun hafiflediğini hissetti. Anlatacaktı. Gözlerini yeniden halının girift desenlerine çevirdi.
“Kızla nasıl tanıştığımı dün anlattım.” dedi nihayet. “Oyunu oynadık, kartları okudu. Sonra iki şey istedi benden. Önce dünya üzerinde sadece benim için önemi olan bir şeyden vazgeçmemi istedi. Para vermeyi teklif ettim, kabul etmedi; neden vazgeçmem gerektiğini söylemedi. Sadece benim bildiğim bir şey olmalıydı. Vazgeçersem hayatta istediğim her şeyi elde edecektim. Hayalini kurduğum her ne varsa birer birer karşıma çıkacaktı. Üstelik çaba bile harcamayacaktım. Dediğini yapmazsam ne olacağını sordum, elimde kalanları da kaybedeceğimi söyledi. Elimde hiçbir şey kalmadığını düşünüyordum ama ona göre daha dibe vurmamıştım. Param bitmiş olsa da arabam duruyordu, arkadaşlarım vardı, sağlığım yerindeydi, aklım hala çalışıyordu. Eğer kartın istediğini vermezsem onları da kaybedecektim. O zaman korkmaya başladım işte. Bana ait her şeyi kaybetmiş sayıyordum kendimi, ama çevremdekiler? Arkadaşlarım? Yine de üstüne varmadım. “
“Senden iki şey istediğini söyledin.”
“Bu istediği ilk şeydi, daha doğrusu kartların istediği ilk şey. Oyunu bitirmek üzereyken kartlardan ‘Özgürlük‘ çıktı. Dediğine göre hayatım da dahil olmak üzere sahip olduğum her şey ince bir ipin ucundaydı. Önümde iki seçenek vardı. İlk seçenek hiçbir şey yapmadan ilahi adaletin tecellisini beklemek, on üçüncü günün sonunda da bütün sevdiklerimle vedalaşıp bu dünyayı terk etmekti. Üstelik temiz bir şekilde değil, acı çekerek, bir an önce ölmek isteyerek bekleyecektim ecelimi. Senin anlayacağın on üç günlük ömür biçiyordu bana. İkinci seçenekse beni biraz üzebilirdi ama onu tercih edersem hayatta kalacaktım. Benim yerime birini seçmem gerekiyordu. Hayatta hak ettiğinden daha fazlasını elde etmiş birini seçip benim yerime can vermek üzere ona teslim edecektim. Hemen cevap beklemiyordu. On üç gün bekleyecektim, karar vermek için tam on üç günüm vardı. On üçüncü gecenin sonunda yanıma aldığım talihsizle beraber kızın karşısına çıkmam gerekiyordu.
Korkmadığımı iddia etmeyeceğim. Korkuyordum. Ama bir yandan da mantığım alttan alta sesleniyordu bana. Kızın anlattıklarının gerçekleşmesine imkan yoktu. Ona inanmak için sebebim yoktu. Kartları alıp bardan ayrıldım.
Daha kapıdan çıkar çıkmaz yağmur başladı. Gecenin bir vakti, yağmur altında eve nasıl döneceğimi düşünürken bizim ortaklardan biriyle burun buruna geldim. Bu saate kadar emniyette olduğunu anlattı. Atölyede çıkan yangının sebebini araştıran polisler dükkanı kundaklayanı yakalamışlardı. Adam başka bir dükkanı yakmak üzereyken suçüstü yakalanmış, yaptığı her şeyi itiraf etmişti. Şansımın bir anda döndüğünü o kadar net hissettim ki. O sevinçle kendimizi bir meyhaneye attık. Kutlama yaptık. Sabaha karşı hesabı ödeyip çıkmak üzereyken kapının önünde içinde tomarla para olan bir zarf buldum. Tam bir hafta boyunca talih her seferinde yüzüme güldü. Bankadan onay bekleyen kredi başvurumuz kabul edildi. Atölyenin en büyük basım işini aldık, haftalardır peşinde koştuğum bir kızla nihayet tanıştım. Her neyse… Anla işte, her şey yoluna girdi. Bir hafta dolana kadar her şey güzel gitti, ben de cebimde duran kartları unuttum. Yedinci gün iyi giden her şey tersine döndü. Ortağım üçüncü sınıf bir otel odasında ölü bulundu, kredi onayını veren memur kalp krizi geçirip yoğun bakıma alındığından parayı çekemedim, o tanıştığım kız gün ortasında yolcu durağına dalan otobüsün altında kalıp can verdi. Ne tarafa dönsem Azrail’le burun buruna geliyordum sanki. Delirmek üzereydim. Çaresizdim. Gece yarısına dakikalar kala hatırladım cebimdeki kartı. Bir şeyden vazgeçmem gerekiyordu, sadece benim için değerli olan bir şeyden. O azap dolu dakikaları nasıl anlatsam sana? Dakikalar saniye gibi geçerken evin içinde oradan oraya koşturdum. Nefesim daralmaya başladı, gözlerim kararıyordu. En sonunda boynumdaki deri kordonun ucunda sallanan biçimsiz taş yüzük geldi aklıma. Yüzünü bile bilmediğim annemin ölmeden hemen önce kundağıma sakladığı yüzük. Alet çantasından çekici alıp yüzüğü parçaladım, un ufak ettim, tozları evyeye döktüm. Tam gece yarısı olmak üzereyken cebimdeki kartı aynı evyenin içinde yaktım. Sonra da musluğu açıp yüzüğü ve külleri gidere akıttım. Belki de telkin meselesi, her şeyi beynimde yarattım, ama musluğu kapatır kapatmaz baş dönmesi, gözümün önünde yayılan karanlık, hepsi kayboldu. Her şey normale döndü.
O geceye kadar kızdan ya da uğursuz kehanetlerinden korktuğumu sanıyordum. Ama aslında korkmak değilmiş o. Asıl korku ne zaman öleceğini bile bile saatin tıkırtısını dinlemekmiş. İlk iki gün kızın teklifini düşündüm. Özgür irade demişti kız, benim hayatıma karşılık başka birinin hayatını verebilirdim. Tercih benimdi. İki gün boyunca karar değiştirip durdum. Binlerce kez kimi götüreceğimi düşünüp vazgeçtim. Ölüme hazırlanmaya çalıştım. Ama olmadı. Ne zaman kapıdan çıkmak üzere ayağa kalksam vazgeçtim. Sonra mutfak dolabının üzerinde geçen yaz Marmaris’te kızlarla çektirdiğimiz resmi gördüm. Hani benimki bana küsmüştü o gün. Geceyle gündüz gibi zıt göründü resmin iki yarısı. Bir yanda ikiniz neşeyle gülümserken öbür yanda benim yüzümden mutsuzluk akıyordu. Çok öfkelendim. Hayatta her şeyim eksik kalmıştı. Ailem, işim, evim. Ne kadar çabalasam da senin gibi mutlu olamamıştım. Çok kıskandım seni. O an yanımda olsan kesin kavga ederdik, belki kıza kalmadan ben canını alırdım senin. Öfkemi bastırabilmek için kendimi sokağa attım. Saatlerce dolaştım. En sonunda kararımı verip sana geldim. Yeni bir bar bulduğumdan filan bahsettim. Seni ikna etmeye çalıştım. Ettim de.
Senden döndükten sonra kalan günlerimin geçmesini bekledim. Son dakikaya kadar kendimle cebelleştim. Vicdanımın sesini bastırabilmek için her şeyi denedim. Kendimi öldürmeye kalktım, onu da beceremedim. On üçüncü gün geldiğinde hala savaş halindeydim. Sana gelmek için kapıdan çıkarken gözlerim kararmaya başladı. Yol boyunca arabayı bir yerlere çarpmamak için uğraştım. Seni aldım, bara gittik. Seni kendi ellerimle kıza teslim ettim.” Tayfun eksik bir şey bırakmadığından emin olmak için bir an durup neleri anlattığını düşündü. Birbirine kenetlediği ellerinin titremesine engel olamıyordu. Kuruyan boğazını rahatlatmak için yutkunduysa da fayda etmedi. Zımpara kağıdına dönmüş boğazı canını yakıyordu. Her şeyi anlatmıştı. Geriye bir tek özür dilemek kalıyordu ama ne özür dilemeyi, ne de affedilmeyi hak ediyordu. Onun için kendisini affettirmeye çalışmayacaktı.
“Kız beni dışarı çıkarınca cebimdeki kartı yaktım. Sonra olanları sen de biliyorsun. Sen çıktıktın, sonra da oradan ayrıldık.”
Hakan ne düşüneceğini bilemiyordu. Önce öfke duydu. Kendini, yanında oturan adamı tekme tokat kapı dışarı etmemek için ikna etmeye çalıştı. Anlattıklarını aklı almıyordu. Kıza, oyuna ya da bu tuhaf olaylara inanamamak değildi mesele. Anlattıklarının her bir kelimesine inanan arkadaşının yaptıklarını aklı almıyordu. Karşısında durmuş, dostluklarının, kardeşliklerinin ne kadar ucuz olduğunu anlatıyordu adam.
Oysa belki daha en başından kendisine gelip bunları anlatmış olsa, onun yanına düşüp kendisi giderdi o kıza. Kartlara, büyüye filan inandığından değil, can dostuna inandığından giderdi. Orada can vereceğini bilse dahi giderdi.
Sessizliği bozmak istedi. Ağzını açarsa gücü yettiği kadar bağıracaktı. Onun için susmaya devam etti. Ayağa kalktı, adamın yüzüne bakmamak için sırtını döndü, piyanosunun başına gitti. Aklından geçenlerin hızına yetişemiyordu. Öfkeli olduğu kadar üzgündü de. Can acısı şimdilik kızgınlığın altında saklanıyordu ama kızmayı bırakırsa hayal kırıklığı da aynı şiddette ortaya çıkacaktı. Onun için öfkesine sıkı sıkıya tutundu. Kalbinin uğultusunu kulaklarıyla duyuyordu.
Neden sonra arkasını dönüp arkadaşına baktı. Tayfun hala koltuğun ucunda, elleri sıkı sıkıya kenetlenmiş, başı eğik oturuyordu. Ağlamış mıydı bilemiyordu ama gözleri kan çanağına dönmüştü. Büyük bir suç işlemiş birinin hakkındaki son kararı duymayı beklediği gibi, pişmanlıkla, kabullenişle bekliyordu. Hakan onu kapı dışarı etse de, boğazına çöküp öldürmeye kalksa da kabullenecekti.
Adamın bu görüntüsü Hakan’ın yüreğini daraltmış olan öfkenin altındaki daha cılız, daha çaresiz bir yerlere dokundu. Kimsesiz yıllarında hep yanında duran, kim bilir kaç kere kendisinin yerine ağır yükler yüklenen adamdı karşısındaki. Ömrünün son anında ihanet etmeyi seçtiği için acziyet içinde onun tepkisini bekleyen bu adam onun kardeşiydi. Kan bağı olmasa da kardeşiydi. Kardeşi olduğu için pişmandı Tayfun, ihanetinin ne anlama geldiğini bildiği için bu kadar çaresizdi.
Hakan’ın içinde duyduğu öfke bir nebze hafifledi. Ömrü boyunca belki de hiç affedemeyecekti onu, yüzünü görmek bile ağır gelecekti ama ne pahasına olursa olsun affetmeyi deneyecekti. Tayfun’u böylesine perişan eden kardeşliklerinin hakkı için deneyecekti. Aile bu demek değil miydi zaten? Ne olursa olsun kapını açık bırakmak, destek olmak ve aynı desteği bekleyebilme cesaretini gösterebilmek değil miydi? Hata yapsan da seni seveceklerini bildiğin insanları hata yapsalar da sevebilmek değil miydi?
“Tamam” dedi en sonunda. Tayfun’un anlattıklarına değil, kendi aldığı karara onay veriyordu aslında. Ses tonunu sakin tutmaya çalışmıştı ama sesinin nasıl çıktığından emin değildi. Karşısındakinin yavaş yavaş başını kaldırıp yüzüne bakmasını izledi. Ne demek istediğini anlamaya çalışıyor gibiydi. Belli ki kafasından geçen senaryoların hiç birinde Hakan’ın bu cevabını düşünmemişti.
“Tamam” dedi Hakan yeniden. “İnanıyorum sana, üstelik inanmakla da kalmayıp yaptığın her şeyi unutmaya söz veriyorum.”
Hakan ne dediğini idrak ettiğinde tuttuğunu fark etmediği nefesini salıverdi. Bu kadar rahatlamayı beklemiyordu. Onun üzerinden kalkan gerginlik Tayfun’a sirayet etmişti. Adamın şimdi sadece elleri değil, bütün vücudu titriyordu. Rengi atmıştı, sara nöbeti geçirmek üzere olan biri gibi kasılmıştı.
“Yapma” dedi sıktığı dişlerinin arasından.
“Hayır anlamıyorsun, unutacağım dedim. Affedeceğim demedim. Affetmeyi de deneyeceğim ama şimdi değil. Çünkü çok kızgınım sana.”
“Yapma. Yine aynı şeyi yapıyorsun.” “Neyi yapıyorum?”
“Yine aynı şeyi yapıyorsun. Ben adım attıkça sen bir adım önüme geçiyorsun. Affetmeye değil gırtlağımı kesmeye çalışman lazım.” Sanki daha fazla kendine hakim olamayacakmış gibi ayağa fırladı. “Harcadım seni ben! Kendi canımı kurtarmak için gözünün içine baka baka yalan söyledim, sonra da harcadım seni! ” Hakan bir şey demedi. “Allah kahretsin! Bir şey söyle, bağır, çağır ama böyle yapma!” Hakan kapıdan fırlayıp giden adamın evden çıkarken hıçkırdığını duyabiliyordu. “Kardeşimsin” diye mırıldandı çarpan kapının ardından. “Ne yaparsan yap kardeşimsin.”
***
Hakan üçüncü günü piyanosunun başında karşıladı. Tayfun la konuştukları günün üzerinden üç gün geçmişti. O günden beri arkadaşından ses seda yoktu. Hakan hala kızgın olsa da merak etmekten kendini alamıyordu. Tayfun evden çıkarken o kadar berbat durumdaydı ki, Hakan deli bozuk arkadaşının kendine kötü bir şeyler yapmasından korkuyordu.
Bütün günü evin içini adımlayarak geçirdi. Canı Kumral Güzeliyle dertleşmek istemiyordu. Aylardır onu bekleyen dağınık çekmecelerini düzenledi. Bilgisayarda oyun oynamaya çalıştı ama üç çeşit iskambil oyununun simgesine dahi bakmaya tahammülü yoktu. Cebinde durun kartlardan ilkini elinden düşürmüyordu. Saçma olduğunu biliyordu ama kartın gitgide karardığını düşünüyordu. Önceki günlerde prırıl pırıl görünen beyazlıklar şimdi griydi. Bu arada kendini hasta hissediyordu. Üç gündür çektiği sıkıntını eseri olduğunu adı gibi bildiği mide ağrısı yüzünden ikide bir iki büklüm halde banyoya koşuyordu.
Aklı Tayfun’a, Melike’ye, mide ağrısına kayıyor, düşünceleri oradan oraya savruluyordu. Her şeye rağmen bir şeyden emindi. Kartı yakmayacaktı. Bu deli saçmasına inanmayı reddediyordu. Gece yarısına birkaç saat kala kapısı çalındığında sessiz odada elinde tuttuğu karta bakmaya devam ediyordu. Ateşi çıkmıştı, deli gibi terliyordu. Sancıdan inleyerek kapıya gitti. Kapının ardında Tayfun’u görünce sancısını unutur gibi oldu. Adamın gözleri kan içindeydi. Üzerinde üç gün önceki giysiler vardı. Leş gibi içki kokuyordu.
“Yaktın mı?” dedi Tayfun hızla içeri dalarken. “Yaktın mı söyle!” Tayfun, Hakan daha ağzını açamadan elinde tuttuğu kartı fark etti. Şimdi iyiden iyiye hasta hisseden adamın üzerine yürüyüp elindeki kartı çekiştirdi. Mücadeleleri oldukça kısa sürdü. Hakan’ın bütün çabasına rağmen Tayfun adamın elindeki kartı alıp banyoya koştu. Arkadaşının peşinden banyoya girmeye çalışan Hakan’ın soluğu kesiliyordu. Nereden geldiği belli olmayan bir öksürük nöbetiyle ellerinin üzerine, soğuk fayansın üstüne düştü. Ağzındaki bakır tadı yüzünden midesi bulandı. Banyo kapısının aralığından Tayfun’un ne yaptığını görebiliyordu. Tayfun cebinden çıkardığı çakmağı yakıp şimdi simsiyah kesilmiş kartın ucunu tutuşturdu. Kart mavi bir alevin içinde büzülüp yavaş yavaş küle dönerken Hakan’ın öksürükleri yavaşladı. Hala fayansın üzerinde yatmakta olan adam en sonunda düzene giren kalp atışlarının arasından musluktan akan suyun sesini duydu.
Az sonra onu yattığı yerden kaldıran arkadaşının yardımıyla salona gitti. Kızın ilk gün söylediklerini hatırlamaya çalıştı. ‘Üç, dokuz ve on iki.’ demişti. Olacaklardan sorumlu değildi. Hakan üç gündür uyku yüzü göstermemiş şüpheleri dağıldığından olsa gerek, oturduğu tek kişilik koltukta derin bir uykuya daldı.
***
Dokuzuncu günü iki arkadaş birlikte karşıladı. Hakan, gece ertesi güne döner dönmez cebindeki dokuzluyu çıkardı. ‘Ölüm ve şans bir araya geldiğinde neler olacağını tahmin etmek zor’ demişti kız. Hakan’ın ölümle barbut oynamaya niyeti yoktu. Kartın ucunu tutuşturdu, yavaş yavaş tükenişini seyretmekten acımasız bir zevk almıştı. Küllüğün içindekileri sevmediği birinin mezarına toprak atar gibi banyo lavabosuna boşalttı. Musluğu açma onurunu arkadaşına bıraktı.
***
Hakan ömründe büyük bir kaza ya da felaket yaşamamıştı. Onun için şimdi hissettiklerinin aslında felakete uğrayıp da oradan sağ kurtulan insanların hissettikleriyle birebir örtüştüğünden haberi yoktu. Boş hissediyordu. Sanki üzerinde durduğu halı ayağının altından çekilmişti de Hakan düşeceği yerde havada asılı kalmıştı. Herhangi bir şey hissetmiyordu.
Royal’i sahnede dinlediği günün üzerinden tam tamına on bir gün geçmişti. Tayfun üçüncü günden beri onunla birlikteydi. Genelde pek konuşmuyorlardı. Konuşsalar da ancak zaruri şeyler hakkında birkaç kısa cümle ediyorlardı. Bütün gün açık duran televizyonun başında oturup televizyon izler gibi yapıyor, biraz uyuyor, bir şeyler atıştırıyor, ekranda değişen görüntülere bakmaya devam ediyorlardı. Akşama doğru Tayfun dışarı çıkıp yiyecek bir şeylerle geri dönüyordu.
Hakan Tayfun’a hiçbir şey sormamakta kararlıydı. O akşam neden birdenbire ortaya çıkmaya karar verdiğini ya da neden hala burada olduğunu sormayacaktı. Zamanı geldiğinde, ki Hakan bu zamanın on iki günün sonunda geleceğini düşünüyordu, her şeyi konuşacaklardı. Ya da kim bilir belki de konuşmak yerine hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edeceklerdi. Hakan arada bir arkadaşının çatık kaşlarla saate baktığını fark ediyordu. O günün bir an önce gelmesini, bekleyişin bitmesini ister gibiydi. O da bu ekleyişin bitmesini sabırsızlıkla bekliyordu.
Tayfunsa daha çok bu oyunun nerede biteceğini merak ediyordu. Şu bir aya yakın zaman içinde bildiğini sandığı her şey alt üst olmuştu. Kendini gururlu bir adam olarak görmekten hoşlanırdı Tayfun, konu ne olursa olsun doğru bildiği şeyi yaptığını bilerek yaşamaktan hoşlanırdı. Oysa dostluk, dürüstlük, sadakat; kendi kendine doğru saydığı ne varsa bir gecede hepsini çiğnemeyi becermişti. Kutsal saydığı değerleri hiçe sayıp kendi yerine kardeşini bıçaklamayı seçmişti. Sırtından bıçakladığı arkadaşıysa sırtındaki bıçağı çıkarıp yeniden eline tutuşturmuştu. Hayatında bu kadar alçaldığını hatırlamıyordu. Borcunu ödemesinin tek bir yolu vardı. Şimdiye kadar yaptığı hataları telafi etmenin tek yolu Hakan’ı attığı kuyuya girip onu dışarı itmekti.
On ikinci gün yavaş yavaş tükenip yerini akşam karanlığına bırakırken iki arkadaş sabırla beklemekteydi. Biraz sonra kapı çalındı, son bir haftadır yaptığı gibi kapıyı Tayfun açtı. Hakan içeri ulaşan bölük pörçük seslerden gelenin kadın olduğunu anlamıştı. Elinde olmadan titredi. Gelen her kimse, Tayfun’un onu içeri almayacağını umuyordu. “Maça kızı seni bulacak, onun hayatını almazsan o sana acımayacaktır.” Az sonra salonun kapısından içeri önce Tayfun arkasından da Hakan’ın bu gün görmeyi beklediği en son insan girdi.
“Senin ne işin var burada?”
Melike hiç istifini bozmadan salonun ortasına kadar geldi. Hakan kızın odanın beyaz ışığında ne kadar güzel göründüğünü fark etti hayretle. Barın loş ışıkları kızın kusurlarını değil güzelliğini saklamıştı anlaşılan. Dalgalı saçları şimdi dağınık bir şekilde başının üstünde toplanmıştı. Alnının üzerinde, saçlarının arasında gümüş rengi bir saç bandı vardı. Yakası çenesinin hemen altından başlayıp etekleri dizlerinin üzerinde biten işlemesiz, simsiyah kadife bir elbise giymişti. Kız, hareket ettikçe yanıp sönen elbisesiyle aynı anda hem tehlikeli hem de güzel görünmeyi becerebilen panterleri andırıyordu. Melike acelesiz adımlarla Hakan’a yaklaşıp yanağına hafif bir öpücük kondurdu.
“Ama ayıp ediyorsun arkadaşım” dedi geri çekilirken. Elleri hala Hakan’ın omuzlarındaydı. Sanki kırk yıldır tanıdığı bir arkadaşıyla konuşuyordu.
“Ben seni bulabilmek için ne sıkıntılara gireyim, hem de sırf nasıl olduğunu merak ettiğimden, sen benden bir merhabayı esirge.” Hakan kızın bileklerini tutup omzundan itti. Kızı karşı duvara savurmamak için kendisini zor tutuyordu.
“Sen ne yüzle geldin buraya? Bizi içine soktuğun onca dertten sonra ne cesaretle karşıma çıkabiliyorsun? Başına geleceklerden hiç mi korkmuyorsun?”
Kız nihayet Hakan’dan uzaklaşıp köşedeki ceviz rengi piyanonun başına geçti. Yüzünde o akşam Hakan’ın tüylerini diken diken eden aynı alaycı gülümseme vardı. “Ah, başıma geleceklerden elbette korkuyorum” dedi çocuğuna sabırla öğüt veren bir annenin sakin ses tonuyla.
Kız parmaklarını piyanonun tuşlarında hafifçe gezdirip sesini dinler gibi gözlerini kapattı.“Bilmem farkında mısın,” dedi gözlerini açmadan. “Ben kimseye zorla bir şey yaptırmadım. Arkadaşın bara geldiğinde kendini öldürmek üzereydi, ben sadece oyun oynamayı teklif ettim, oyunu ve kurallarını açıkladım. Evet ya da hayır demek onun elindeydi.” “Ne kadar çaresiz olduğumu görüyordun.” dedi Tayfun. “Sarhoştum, umutsuzdum, bana ne teklif etsen kabul edecek durumdaydım.” Kız sanki bir şeyler canını sıkmış gibi iç geçirdi. “Sokakta simit satan seksen yaşındaki adamdan geneleve düşen fahişeye kadar hepinizin bahanesi hep aynı. ‘Çaresizdim.’ Siz çaresizliğin ne olduğunu sahiden bilmiyorsunuz. Eğer çıkmaz sokağa girmişsen çaresiz olduğunu sanırsın, ama orada bile, aslında gidilecek bir yol vardır. Geri dönersin. Ben sana iki seçenek sundum, oyunu oyna ya da hayır de. Sen oynamayı seçtin.”
“Peki benim seçimim neydi?” dedi Hakan. “Nasıl oldu da hiçbir şeye evet demediğim halde oyuna dahil oldum?”
“Aslında senin durumun biraz karışık” dedi kız. “Bu gün bu durumda oluşunu şu karşıda duran çürük elmaya borçlusun. Şu anda hayatta bile olmaman gerekiyordu. Ama yıllardır sana benzeyen kimseyle karşılaşmamıştım, ilgimi çektin. Sana ikinci bir seçenek sunmak çok parlak bir fikir gibi geldi. Kardeşlerimin ve babamın buna ne kadar kızdığını tahmin bile edemezsin. Ama aldırma, haklıymışım, yıllardır bu kadar heyecanlı bir on iki gün geçirmemiştim.”
“Sen o heyecanı bir de bana sor” dedi Hakan yüzünde keyif değil acı duyduğunu açıklayan çarpık bir gülümsemeyle.
“Oyunda beni şaşırtan çok az insan çıkar.” dedi kız. “Genelde karo ya da kupayla oynarız. Konu aşk ya da para olduğu zaman oyunu oynamak isteyen fazla, oyunun skor aralığı dardır. Oysa maçayla oynamak farklıdır. Herkes tercih etmez, çünkü hayat üzerine oynarsın, sonuçlar belirsizdir, kartların kimi tutacağı belli olmaz, kimin ne kaybedeceğini kestiremezsin. Mesela şu karşımda duran haini ele alalım.” Tayfun bir anlığına Hakan’ın yüzüne bakıp hemen sonra gözlerini kaçırdı.
“Bu güne kadar ters duran maça üçlüsünün gazabından kurtulmayı becerebilmiş kimseyle tanışmadım ben. İkinizi birden burnunuzun ucuna kadar belaya batıran bu sersemin daha üçünce gece ölüp bizim barda yerini almış olması gerekirdi.” İki arkadaş şaşkınlık içinde birbirine baktı. Kız birden ne söylediğinin farkına vardı.
“Yüzünüzdeki ifadelere bakılırsa oyunun herhangi bir yerinde diskalifiye edilirseniz kendinizi nerede bulacağınızı söylemeyi unutmuşum. Ama o konu biraz daha bekleyebilir. Ne diyordum? Evet, üçüncü gece. Hain kardeşin kartın gazabından kaçabilmesinin tek yolu vardır. Hain suçunu kabul edip cezasına razı gelmeli. Ve masum da haini affetmeli. Görüyorsun ya her şey nasıl birbirine bağlı Tayfun. Senin hayat ya da ölümü seçmeni isteyen kartlar yüzünden kardeşine ihanet ettin. Sen ihanet etmek uğruna hayatı seçtiğin için hayat kartları ölümünü istedi. Sen pişman olup hayatını kardeşininki için feda etmeye karar verdin, kardeşin de ihanetini affedip hayatını kurtardı. Ne ilahi bir denge değil mi?”
“Anlamıyorum” dedi Tayfun. “Bu kartların sırrı ne? ”
“Sabret çocuk, anlatıyorum. ” Tayfun o kadar korkuyor olmasa kızın üstüne atlardı. Ama sahiden, sahiden korkuyordu.
“Korkulacak bir şey yok. Senin için kurulan oyun bitti.” Dedi kız. “Oyun tek seferde tek bir kişiyle oynanır. Yalnız hala buralarda dolanıp duruyor olman sakıncalı çünkü kartların ayağına takılmaya başlarsan seni yeniden aralarına almak isteyebilirler ve geri kalan hiç bir şeyde olmasa bile bu konuda sözüme güvenebilirsin, aralarında olmak istemezsin.
Sahi dokuz kartı kendini göstermedi hala değil mi? Dokuzuncu güne başlar başlamaz kartı yakman etkili olmuştur belki kim bilir. Ya da henüz karşılaşmamışsınızdır, ölüm bir sonraki köşede seni bekliyordur.”
“Bir sürü masal anlatıyorsun ama hala sadede gelemedin.” Dedi Hakan. Ucunda ölüm dahi olsa korktuğunu karşısındakine belli etmek istemiyordu. “Nasıl oluyor da oyunun her adımından haberin var? Sen kimsin? Hala bilmiyoruz.”
“Peki, o zaman küçük bir masal anlatayım size. ” Piyanonun tuşları üzerinde düzensizce gezinen parmakları bir anlığına durakladı. Siyah gözlerinin üzerinde kıvrılan kaşları bir şeyleri hatırlamaya çalıştığını söylüyordu. Nihayet yüzü bir gülümsemeyle aydınlandı. Piyanoda yavaş bir melodi çalmaya başlamıştı. Hakan yağmuru hatırladı. Yapraklardan incecik damlalarla toprağa düşen yağmur tanelerinin sesini duyar gibi oldu. Hakan şaşkınlıkla kızın çaldığı notaların birkaç gün önce bitirdiği şarkıya ait olduğunu fark etti. Yaptığı şarkı sahiden bu kadar hüzünlü mü olmuştu?
Kızın parmakları piyanonun tuşları üzerinde gezinirken kız anlatmaya başladı.
“Çok eski zamanlarda, çok büyük ve zengin bir ülkede, güzeller güzeli bir prenses yaşarmış. Prenses daha minicik bir bebekken bile bütün ülkenin en güzel kızıymış. Yıllar geçmiş, babasının gözbebeği olan prenses büyümüş, evlenme çağına gelmiş.
O ülkede evlilik çağına gelen kızların evlenecekleri genci seçmek üzere katılabilecekleri bir panayır bulunurmuş. Bu panayırda hem satıcılar, hem müşteriler sadece bekar kız ve erkeklerden oluşurmuş. Herkes kendi işini ve alışverişini yaparken bir yandan da müstakbel eşini bulabilmek için uğraşırmış.
Prenses on sekizinci yaş gününde kılık değiştirip panayıra inmiş. O kadar güzelmiş ki nereye gitse etrafını talipleri sarıyormuş. O taliplerden bir tanesi de panayırda falcılık yapan güzel sesli bir çingene oğlanıymış. Oğlan diğerlerinin aksine çirkin mi çirkin, fakir mi fakirmiş. Ama gönlü de prensese kaydığından peşinden ayrılamazmış. Kızı elde edebilmek için değil de, sırf orada olduğunu bilsin diye elindeki sazını çalıp güzel sesiyle bülbülleri kıskandıracak şarkılar söylermiş. İlk günün ardından prenses oğlanı fark etmiş. Panayıra indiği her sabah oğlanın çadırına gidip fal baktırır olmuş. İki genç saatlerce sohbet eder, oğlan kıza fal bakmayı öğretir, bir yandan da kızın güzelliğini seyredermiş. On üç gün süren panayırın her günü prenses panayırda görünmüş, her gün oğlan başka hiçbir şey demeden kıza fal bakmayı ve şarkı söylemeyi öğretmiş. On üç gün boyunca bir kere bile onu ne kadar sevdiğinden bahsetmemiş. Prenses de her gün oğlanın güzel sesini dinlemiş. On üçüncü günün sabahında kız nihayet dayanamamış, Çingene oğlanının elinden tutup onu panayırdan çıkarmış. Saraya götürmüş. El ele kralın huzuruna çıkmışlar. Kral öfkeden delirmiş, anasız kızını bir kötü çingeneye vermeyeceğini söylemiş. Kızın erkek kardeşi kızı odasına hapsetmiş, iki ağabeyi Çingene’yi zindana kilitlemiş. On üçüncü günün gecesi, tepede dolunay varken oğlanı darağacına çıkarmış zalim kral. Kızını almış yanına, oğlanın yanı başındaki ikinci ilmeği göstermiş. ‘Karar ver’ demiş, ‘Hangisini istersen o olacak. Eğer oğlanı tercih edersen onunla birlikte asılacaksın, yok onu burada bırakır odana dönersen seni affedeceğim, yeniden kızım olacaksın.’ Kız bir darağacındaki oğlana bakmış, bir yağlı ilmeğin sallanışına. Hayat tatlı gelmiş, kendisinden aşkını bile istememiş olan oğlanı darağacında bırakıp odasına kaçmış.
Oğlan hiçbir şey dememiş. Gözyaşı bile dökmemiş. Yalnız bir şarkı mırıldanmış cellat ilmeği salıveren kolu çekmeden hemen önce. Kızı ve kara kalpli babasını, hem de kızın ardındaki üç kardeşini hep cebinde taşıdığı iskambil destesindeki kartlara bağlamış. Sonsuza dek huzur nedir bilmeden, söyledikleri şarkılardan zevk alamadan, gönüllerince gülemeden yaşamaları için dua etmiş.
O geceden sonra, kız ve ailesi ortadan kaybolmuş. Uzak diyarlardan gelip geçenler, çok uzaklardaki başka bir ülkede tıpkı kendi krallarına benzeyen bir adamın bir han işlettiğini, hem de prensese çok benzeyen bir kızın o handa şarkı söylediğini anlatır olmuş. Ne zaman birileri o hana uğrasa, prensese çok benzeyen o kız Çingene’nin öğrettiği oyunu oynarmış. Sonsuza kadar oyunu oynayıp Çingene oğlana benzeyen birini bulmaya çalışacakmış. Oğlanı bulduğu gün de onu yanına alıp sonsuza dek mutlu yaşayacakmış.”
Kız bestenin son notalarını çalarken o ana kadar gökyüzünde parlayan dolunayı gizlemekte olan bulutlar aralandı. Pencereden dolan ay ışığı, pencerenin önünde siyah bir gölge gibi duran kızın üzerinden aşıp odaya doldu. Aynı ışık kızın saçlarının arasındaki saç bandına vurmuş, kızın başındaki alelade toka elmas ve altından örülmüş bir taç gibi parlamaya başlamıştı. Hakan da Tayfun da hemen önlerinde cereyan eden olayı hayretle seyretmekteydi.
“Masal böyle bitiyor” dedi kız yerinden kalkarken. “Bilirsiniz her masal mutlu sonla bitmez. Hatta bazı masalların sonu da yoktur.”
“Ama seninkinin sonu var” dedi Hakan. Bir yandan da ceplerini aranıyordu. “Ve ben bu masalın sonunu görmeyi gerçekten çok istiyorum.” Kartı bulamıyordu. Panik yavaş yavaş aklını ele geçirmeye başladı. Kartı bulmalıydı. Bulamazsa önce ölecek, ardından da kim bilir hangi biçimde karşısında duran asırlık kadının eline düşecekti. Kartı bulamıyordu. Eli ceketinin göğüs cebi üzerinden ikinci kez geçerken kızın kapıdan girer girmez kendisine sarıldığını hatırladı. Gözlerini kaldırdı. Karşısında duran kızın gülümsemesi şimdi bütün yüzünü kaplamıştı.
“Ne o bir şey mi kaybettin?” dedi kız neredeyse masum sayılabilecek bir tonda.
“Sen!”
Kız uzun kollu elbisesinin kol ağzına elini uzatıp rengi grileşmeye başlamış bir iskambil kağıdı çıkardı. “Sana o gece ne dediğimi hatırlıyorsun değil mi? Maça kızının canını alman gerek. Eğer sen onun canını almazsan o seninkini alacaktır. Kartları ve kuralları dinlemen gerekirdi. ”
“Hile yapıyorsun!” Diye bağırdı Hakan.” Kartı bu gece yarısından önce benden alamazsın! Elimdeki tek şansı kullanmamı engelliyorsun!”
“Ne diyebilirim ki? Ben hayatın dişi tarafıyım. Hem seni sevdim, onun için bu geceden sonra bir şekilde hayatını devam ettirebilmeni istiyorum. Kartı yakmana izin verirsem benim varlığım sona erer, seni de yanıma alamam. Oysa her iki tarafında bir şekilde var olabilmesi mümkün. Özür dilerim, kartı sana veremem.”
Tam o sırada kızın arkasından birileri elinde tuttuğu kâğıdı parmaklarından kurtardı. Kız neler olduğunu anlamak için arkasını dönerken göğsünde duyduğu keskin acıyla soluğu kesildi. Kızın orada olduğunu unuttuğu Tayfun eline geçirdiği iskambil kâğıdının ucunu tutuşturmuştu.
Kızın yüzünde önce şaşkınlık, arkasından da acının kaynağını anlamaktan doğan kederli bir gülümseme belirdi.
“Dokuzuncu kartı unuttum” dedi. “Bu oyunda şansın senden yana olduğunu hesaba katmayı unuttum.” Tayfun’un elinde yavaş yavaş tükenen kartı almaya çalışmadı bile. Vücudunun her bir zerresi yaşamak isteğiyle haykırırken kalbinden başka şeyler geçiyordu. Böylesi daha iyiydi belki de, belki artık saymayı bıraktığı seneler boyunca sürüp giden ve nerede biteceğini bilmediği bu yaşamın sona ermesi gerekiyordu. Kartın tükenmesine yakın gözlerini kaldırıp son kez dolunaya baktı.
Belki de herkesten daha iyi biliyordu ki bazı masallar mutlu sonla bitmezdi.
Selamlar okurgezer;
Öncelikle seçkiye hoş geldiniz. Ve ne iyi etmişsiniz de gelmişsiniz! Bu uzun zamandır okuduğum en güzel hikayelerden biriydi. Gerek konusu, gerek karakterlerin işleniş biçimi, gerekse de yazım tarzınız kesinlikle çok iyiydi. Karakterlerinize Türkçe isimler verdiğiniz için de ayrıca teşekkürler ve tebrikler.
Tek eleştirim hikayenin baş tarafında kullandığınız “Ne olmuşsa o gece olmuştu zaten.” paragrafının yeri hakkında. O satırı okuduktan sonra insan bir şeylerin harekete geçeceği izlenimini, o gece neler olacağını hemen öğreneceğini sanıyor. Ama onun yerine biz Hakan hakkındaki diğer detayları öğrenmeye devam ediyoruz. Biraz daha aşağıda, geceyle ilgili detayları vermeden önce kullanılabilirmiş.
Bunun dışında kesinlikle çok keyif aldığım bir öykü oldu. Sonraki temalarda da katılımınızı görmeyi çok isterim.
Kaleminize sağlık…
Merhabalar,
Hoşbulduk efendim 🙂
Öykü seçkide yer aldığı ilk günden bu yana, olumlu ya da olumsuz her türlü yorumu büyük bir açlıkla beklediğimi inkar edemeyeceğim. Hele ki deneyimli bir kalemden alınacak yorum benim için çok kıymetli.
Siz de öyle güzel şeyler söylemişsiniz ki, çok mutlu oldum. yılın son iş gününde, iş telaşının arasında çok iyi geldi 🙂 Vakit ayırıp okuduğunuz için, yorumlarınız için çok teşekkür ederim.
Öykü, seçkiye yetiştirebilmek için kendimi zorladığımdan, finali de dahil, pek çok yeri ilk tasarladığımdan çok farklı şekilde tamamlandı. Bu arada genel bütünlüğe de istediğim kadar dikkat edemedim. O tek cümlelik paragraf da, aslında okurken gözüme takıldığı halde orada kaldı 🙂 dediğiniz yerde çok daha uygun olacaktı, katılıyorum.
Sonraki aylarda da , eğer bir aksilik olmazsa, yazmaya devam etmek niyetindeyim. Onun için bir sonraki ayın temasını sabırsızlıkla bekliyorum :)))
Güzel yorumlarınız için tekrar teşekkürler.
İnanılmaz! Gerçekten inanılmaz. Olayların akışı, karakterler, kurgu… Söylenecek lf ok gerçekten. Sanki usta bir yazarın kaleminden çıkma bir kitaptaki her hangi bir bölümü okuyormuşum gibi keyifle ve merakla okudum ve elbette korktum, üstelik şu an gece yarısı. 😀 Herneyse, sonuçta, beğenerek okudum. Ellerinize sağlık.
Vakit ayırıp okuduğunuz, yorumladığınız için, ama özellikle de ‘Usta yazar’ benzetmesi için çok teşekkür ederim. Teşekkürden sonra da ‘Ne haddime.’ diyebilirim ancak çünkü ustalık bir yana kendimi çırak olarak bile görmüyorum henüz.
Beğenmenize çok sevindim.
Bu arada, gece yarısı detayı benim işimi kolaylaştırmış sanırım 🙂
Gece’yi severim, o da bana kıyak yapmış buseferlik. 🙂
Tekrar teşekkürler.
Kesinlikle ben de müthiş bir öykü olduğunu düşünüyorum. Ellerinize sağlık.
Öykü uzun olduğu için okuyan olmaz diye korkmuştum biraz, vakit ayırdığınız için çok ama çok teşekkür ederim. Beğenmenize çok sevindim. 🙂