Öykü

Hayat Ağacı

Kelimenin tam anlamıyla kemikleri donduran bir soğuktu. Sırtında lama postu olmasa, Karubo da hareket ettikçe ayaklarının altında kırılan kemiklerle aynı kaderi paylaşacaktı. Ne kadar usta savaşçı olursa olsun; Abarnya soğuğu ile savaşmanın bir yolu yoktu. Yegâne atı Paçi uçurum kenarında donarak ölmüştü. Olduğu yerde kalırsa o da bir süre sonra yere serili iskeletlerin arasına katılacaktı kuşkusuz. Ufak tefek sıyrıklar ve soğuk ısırması dışında düşüşten hayati bir yara almamıştı. Paçi’den daha az ıslanmıştı, şanslıydı. Mızrağından destek alarak kemik ve dal çıtırtıları eşliğinde doğruldu. Son Nefes’i aşıp kabilesine dönmekte kararlıydı.

Geçidin sonundaki patikaya doğru emin adımlarla yürüdü. Meraklıydı, baharda buraya avlanmaya gelmişti. İlk defa düşen için burası soğuk bir labirent, gerçekten de son nefes demekti. Ancak Karubo patikaları biliyordu, tırmanıp düştüğü yere yürümesi saatlerini aldı. Paçi’nin cansız bedeni sıcaklığını kaybetmişti. Karubo nefesi yiten yoldaşına saygısını sundu. Atın boynuna bağlı olan heybeyi aldı. Soğuğun dişlediği derisinden kan sızıyor, sızan kan aynı hızla koyulaşıp donuyordu. Heybesinden çıkardığı hayvan yağını vücuduna sürmeye koyuldu. Üşümüştü, yorgundu, canı yanıyordu. Acı çekiyorsa onun mücadelesi devam ediyordu. Abarnya’da zayıflara yer yoktu. Yola düşmeden son bir kez Mur Gölüne baktı. Buğulu gözlerinden bir öfke parıltısı geçti. Derince bir iç çekip kuzeye, kabile topraklarına doğru yola koyuldu.

Yolculuk sürdükçe, soğuk daha da katlanılmaz oluyor; bilinci bulanıklaşıyordu. Yürüdü. Şefe kara haberi ulaştırmalıydı. Gözleri hareketsiz, adımları mekanikleşmişti. Trans halinde gibiydi. Yürümeye devam etti. At başları oyulmuş totemlerin arasından geçerken gözcü ateşinin sıcaklığıyla bilinci geri geldi. “Hun-ha! Karubo.” dedi gözcü. “Ha.” dedi kalan son enerjisiyle. Kabile topraklarındaydı, başarmıştı. Ateşin yanına öylece yığıldı.

Hareket edebilecek kadar ısındıktan sonra yığıldığı yerden kalkıp şefin çadırına doğru yöneldi. Musibetten haber vardı. “Hun-ha.” dedi şefi selamlarken.

“Ha” dedi Şef Zareb. Parlak zamanları değildi belki ama gücü ve tecrübesiyle hâlâ kabilenin en güçlü savaşçılarındandı. Heybetli vücudu nice mücadelenin tırnak, diş ve mızrak izlerini taşıyordu. Karubo “Mur” dedi gözlerini işaret ettikten sonra “Morgan” dedi. Yüzünde gergin bir ifadeyle. Kelimeleri sınırlıydı. Lakin fazla konuşmaları da gerekmiyordu. Kabile şefi Zareb ölümün habercisi olan o musibet hayvanın bu kadar yakınlarda olmasının verdiği tedirginlikle ürperdi. Eline bir meşale aldı. “Runa” dedi, diğer eliyle Karubo’ya gelmesini işaret ederek.

Karubo şefi takip etti. Çadırın arkasındaki mağaraya girdiler. Zareb doğruca Morgan hakkındaki kehanetlerin bulunduğu kısma yöneldi. Karubo’ya duvardaki resimleri gösterdi. Karubo baykuş benzeri balık canavarın resmini dikkatle inceledikten sonra onaylarcasına gözlerini yumdu. Gölde karşılaştıkları buydu. Ataların kehaneti bilinen en eski gerçekti. Ve bugün alametlerden biri gerçekleşmişti. Kabileler hazırlıksız yakalanmıştı. Toplayıcılık sezonu değildi. Av hayvanı azalmıştı ve artık Mur da balık yakalamak imkansızdı. Musibet zamansız gelmişti. Gereksiz ölümlerin önüne geçmek ve birlik oluşturmak için diğer Mai’lere haber verilmesi gerekiyordu.

Şef ve Karubo çadıra döndüler. Zareb hayvan postları serili yere oturup ona da oturmasını işaret etti. Şef hâlâ düşünceliydi. Kısa süren sessizliğin ardından, Karubo’ya dönüp onu işaret ederek “Ulaka” dedi. Kendi mızrağını Karubo’ya uzattı. “Morgan, Ulaka, Mai, Dahadi ” dedi. Görevini başıyla onaylayan Karubo şefin mızrağını alıp, çadırdan çıktı. Ulaka olarak çıkacağı yolculuk için hazırlıklara başlaması gerekiyordu.

Çadırına girip heybesine su tulumu ve kurutulmuş et koydu. En güvendiği av bıçaklarını beline taktı. Yayını ve sadağını omzuna astı. Şefin işareti olan mızrağı ve kabilenin en besili atını alıp şamanın çadırının önünde durdu. Ruhlarla konuşmasını henüz bitiren şaman Denphi tütsü kokuları eşliğinde gırtlağından uğultuya benzer sesler çıkararak Karubo’nun alnına sürdüğü hayvan kanı karışımı ile onu kutsadı. Şamanın kutsamasını da almış olan Karubo ona verilen görevi gerçekleştirmek üzere diğer Mai kabilelerinin yolunu tuttu.

* * *

Olanca hızıyla at süren Karubo, Hayat Ağacı’na geldiğinde ateş yakıp, mola vermek için durdu. Atını bağlayıp, ateşin yanına kıvrıldı. Şamanlara göre burası ilk insanların ağaçta olgunlaşıp meyve olarak dünyaya düştükleri yerdi. O zamanlar çok ateşli olan toprak, suyun tahriklerine daha fazla dayanamamış sonunda kendini ona teslim etmişti. Toprak ile suyun ilişkisinden bu ağaç peydah olmuş, zamanı gelip olgunlaşınca birçok meyve vermişti.

Karubo tam uykuya dalacak gibiydi ki bir hışırtı sesiyle uyandı. Gecenin bu saatinde gelen hayırlı bir şey olamazdı. Ateşten ucu yanan bir odun alıp, meşale yaptı. Elinde av bıçağıyla etrafı kolaçan etmeye başladı.

Bir süre dolaştıktan sonra, için için yanan odun ateşinin sıcaklığını elinde hissetmeye başladı. Meşalenin zamanı dolmuştu. Ufacık kalan odun parçasını yere atıp üstüne bastıktan sonra ateşin yanına döndü.

Ateşin başında büyük bir sürprizle karşılaştı. Onu gözleri kapalı güzel bir kadın bekliyor, Karubo’nun anlamadığı mırıltılar çıkarıyordu. Gecenin bu vakti ona görünmeden kampına gelen kadın kim olabilirdi ki?

Karubo’nun yaklaştığını anlayınca kadın mırıldanmayı kesip tek gözünü yavaşça açtı. Oturmasını işaret ederek; elini göğsüne koydu ve “Rumba” dedi.

Rumba, sabah yıldızı gibi yüzü ve al yanakları ile tam bir mai kadınıydı. Karubo bu güzelliğin etkisinde kalmıştı. Yaşananlara anlam veremiyordu. Tam elini göğsüne koyarak “Karubo” demek üzereydi ki.

“Ulaka, Karubo.” dedi ondan önce davranan kadın.

Başıyla adını ve görevini onaylayan Karubo. “Hay Mai, Mur Mai.” dedi eliyle gideceği yönleri işaret ederek.

Rumba belindeki keseden atalarının kemiklerini çıkardı. Bıçağıyla eline küçük bir kesik atarak kemikleri iyice kana buladı. Anlamsız mırıltılar eşliğinde kemikleri elinde salladıktan sonra ateşin önüne fırlattı. Yüzünde çarpık bir ifade belirdi. Gözleri donuklaştı. Sanki bir şey duymuş da onaylıyor gibi başını aşağı yukarı sallamaya başladı.

Karubo biraz korkmuştu. Belli etmemeye çalışarak Kam kadın Rumba’yı izliyordu. Bütün kabileler onlara saygı duyardı. Bu saygının temelinde ise korku vardı. Bilinmeyen dünyaların korkusu. İşin düşene kadar kamlardan uzak durmak, Abarnya’da uzun sayılabilecek bir hayat sürmek için elzemdi.

Rumba dehşete düşmüş bir ifade ile olduğu yerde uzunca sarsıldıktan sonra kendine geldi. Boncuk boncuk terlemiş, saçı başı birbirine girmişti. Büyük bir saygıyla yere fırlattığı kemikleri alıp kesesine koydu. Kesenin ağzını sıkıca bağlayarak beline taktı. Yaşanan yoğun sessizliğin ardından.

“Mur Mai” dedi kadın başını olumsuz anlamda sallayarak. Karubo o kabileye gitmemesi gerektiğini anlayamamıştı. Rumba’nın gördüklerini göremiyordu. Başlarına bir musibet geldiğini düşünerek tedirgin oldu. Sabah ilk iş tutacağı yol; Mur Mai kabilesine giden yoldu.

Yorgun düşen kadın Karubo’ya sokularak kısa sürede uykuya daldı. Çok geçmeden Karubo’da bu baygın bakışlı güzeli seyrederken uyuyakaldı.

* * *

Uyandığında Hayat Ağacı’nın altında atıyla baş başaydı. Akşam bir rüya mı görmüştü, yoksa Rumba gerçek miydi kestiremedi. Kahvaltısını yaptıktan sonra; üzerinde daha fazla düşünmeden atına atlayıp, Mur Mai kabilesine giden yolu tuttu. Kabileye giden yol boyunca; yokuş çıkmakta zorlandığı hırıltılarından belli olan atının sesi dışında hiçbir ses duymadı. Kampa girdiğinde at huysuzlandı. Karubo boynunu severek atı sakinleştirmeye çalıştı. Atını bağlayarak, Şef Zareb’in sembolü olan mızrağı eline aldı.

Görünürde hiç at ve erkek yoktu. Baraka ve çadırların içerisinde belli belirsiz kadın silüetleri vardı. Böyle bir durum; ancak savaş zamanlarında mümkündü.

Mızrağı havaya kaldırarak kampın ortasına doğru yürüdü ve kendini tanıttı.

“Hun-ha! Ulaka, Karubo, Mai Mai.” dedi. Kamptaki kimseden bir tepki alamasa da yutkunarak devam etti.

“Morgan, Mur.” dedi. Olanca kişiye duyurmaya çalışarak. Başını olumsuz anlamda sallayıp, atına doğru yöneldiği sırada; üstü başı kan içerisinde onlarca kadın ellerinde bıçaklarla ona ve ata doğru koşmaya başladı. Mızrak ile hemen savunma pozisyonu alan Karubo. Üzerine gelen ilginç güruha dikkatle baktı. Gözleri kan çanağı, bakışları ölü bir balık gibi olan kadınların ne yaşayıp da bu hale geldiğini anlamaya çalışmakla zaman kaybetmemesi gerektiğini hemen anladı. Atı çözüp sırtına atladı ve olanca hızıyla kaçmaya başladı. Bir süre peşlerinden koşan kadınlar yorulup hayvan böğürmesine benzer sesler çıkartarak oldukları yere yığıldılar.

Karubo Mur Mai’lerden olabildiğince uzaklaşmaya çalışırken. Şiddetli bir rüzgârla suratına çarpan kar taneleri onu daha da tedirgin etti. Paçi’nin öldüğü, musibetlerin başladığı gün gibi bir kar fırtınası başlamıştı. Bereket, yakınlarda bildiği bir mağara vardı. Mağaraya yönelip fırtına geçene kadar atıyla birlikte oraya sığındı. Küçük bir ateş yakıp kurutulmuş etini yemeğe koyuldu. Avlanırken birçok vahşi hayvanla karşılaşmış ancak hiçbiri onu bugünkü kadınlar kadar korkutmamıştı. Savaşçı onuru incinmişti.

Yediği yemeğin ve ateşin sıcaklığıyla mayışan Karubo uykuya daldı. Bir süre uyumuştu ki, birinin saçlarına dokunmasıyla uyandı. Uyandığında Rumba yanındaydı. Karubo’nun gözleri doldu. Mur Mai topraklarında yaşadığı korkuyu, paniği ve hissettiği acıyı anlatmak istiyor. Ancak olayları tarif edecek kelimeleri bulamıyordu. Rumba sanki her şeyi anlıyormuş gibi gözlerine bakıp, küçük bir çocuğu teselli edercesine Karubo’nun kafasını okşadı.

Eline aldığı bir çubuk ile mağaranın zeminine; göl kenarında çamaşır yıkayıp su taşıyan kadın figürler çizmeye başladı. Karubo’ya gölü işaret etti. Ellerini pençe gibi yaparak dişlerini gösterdi ve “Rrrhhhrrr!” diye hırladı. Ardından “Abmız.” dedi. Mai dilinde bu kelime hastalık yapan, içilmeyen su demekti.

Mur Mai’leri için tek su kaynağı Mur gölüydü. Gölde çamaşır yıkayıp su taşırlarken farkında olmadan Morgan’ın zehri ile uzun süre temas etmişlerdi. Kana susatan bu zehir yüzünden de kabilenin sonu gelmişti. Kana susamış kadınlar önce sürü hayvanlarını kesip kanlarını içmişler, bununla yetinemeyince; zehrin etkisinde olmayan, nefes alan her şeyin sonunu getirmişlerdi. Karubo kabileleri uyarmakta geç kalmıştı. Musibet çoktan Abrnya’yı sarmıştı.

* * *

Fırtınanın şiddeti iyice azalmıştı. Karubo ateşi dağıtıp heybesini atına yükledi. Bu sefer Rumba ortalardan kaybolmamıştı. Onunla gelmek istiyor gibiydi. Atının sırtına atladıktan sonra kadına elini uzattı. Rumba çevik bir hareketle atın sırtına atladı. Garip ikilimiz Hay Mai’lerinin kampına doğru sessiz bir yolculuğa başladılar.

Atın uzun süre aç kalmak ve iki kişiyi taşımaktan zorlanarak hareket etmesi dışında, sorunsuz bir yolculuk olmuştu. Kampın girişine geldiklerinde Karubo’yu gören kabile savaşçıları mızraklarını ona doğrultup, tedirgin ve sert bakışlarıyla savunma pozisyonu aldılar.

Atlının ardındaki kadını görünce hepsi mızraklarını bırakıp saygıyla eğildiler. Rumba da onları selamlayıp eliyle kalkmalarını işaret etti.

Karubo şefin mızrağını havaya kaldırarak “Hun-ha! Ulaka, Karubo, Mai Mai.” dedi. “Ha,Ulaka.” dedi savaşçılar. Beş kişiydiler. En irileri olan, liderleri gibi görünen savaşçı; üzgün ve umutsuz bakışlarla Rumba’ya bakıp:

“Mur, Morgan, Abmız.” dedi.

Kampa göz gezdiren Karubo önlerinde duran beş savaşçıdan başka canlı olmadığını elim bir şekilde fark etti. Rumba omuz silkerek “Mai Mai, Dahadi.” dedi.

* * *

Savaşçılarının çığlıklarını duyan Zareb bir mızrak kapıp çadırından fırladı. Bağrışların geldiği çadıra girdiğinde; kocasını yiyen kadını görünce gözleri donuk bir hal aldı. Ona ve ondan önceki kabile şeflerine anlatılan kehanetler birer birer gerçek oluyordu. Elindeki mızrağı sıkıca kavradı. Ve yapması gerekeni yaptı.

Çadırdan çıkan Zareb birkaç dakika içerisinde daha da yaşlanmıştı sanki. Savaşçılarına silahlanmaları için işaret verdi. O gece kampın içinde şüpheli hareket eden her şeyi öldürdüler. Şef olmanın sorumluluğu ağırdı. Zareb bu ağırlığı taşımak zorundaydı.

* * *

Rumba ve Karubo beş savaşçıyı önlerine katıp Mai Mai kabilesinin topraklarına doğru yola koyulmuştu. Gördüklerinden sonra savaşçıların hepsi olacaklar için endişe ediyordu. Rumba dışında hepsinin yüzünde kararsız bir ifade vardı. Onların aksine Rumba artık ne yapması gerektiğini biliyordu.

Mai Kabilesinin topraklarına girdiklerinde havadaki tedirginlik belli oluyordu. Dışarıda hiç gözcü yoktu. Belli ki hepsi merkez çadıra çekilmişti. Kamp alanına giren Karubo “Hun-ha!” dedi. Çıkarabildiği en yüksek sesle. Uykusuz oldukları her hallerinden belli olan savaşçılar ve Şef Zareb merkez çadırdan çıktılar. “Ha!” dediler sanki son görüşmelerinin üzerinden yıllar geçmiş gibi bir özlem ve samimiyetle. Karubo mızrağını Şef Zareb’e uzatıp, görevini tamamladığını bildirdi.

“Hay Mai” dedi yanında gelen beş savaşçı ve Rumba’yı işaret ederek. “Mur Mai, morto” dedi üzgün bakışlarını yere çevirerek.

Denphi çadırından fırladığı gibi soluğu Rumba’nın yanında aldı. Elini göğsüne koyarak “Kam Denphi, Mai Mai.” dedi.

Rumba da elini göğsüne koyarak “Kam Rumba, Hay Mai.” dedi. İkisi ruhlar aracılığıyla çoktan konuşmuşlardı. Ritüel için iki şaman gerekiyordu. Mevcut durumda zaten bildikleri dünyanın sonu gelmişti. Bu hareketleri ya süreci hızlandıracak ya da bir çözüm olacaktı. Çivi çiviyi söker mantığıyla, dünya yılanını uyandıracaklardı. “Jörmungandr” dedi ikisi de aynı anda başlarıyla onaylayarak.

Mai Mai ve Hay Mai kabilelerinden sağ kalanlar mızraklarını ve heybelerini kuşanıp, ritüelin yapılacağı Hayat Ağacı’nın yolunu tuttular.

Kimse Denphi ve Rumba’nın niyetlerini tam olarak anlayabilmiş değildi. Doğa üstü olaylar, savaşması imkânsız düşmanlar hiçbir zaman savaşçılara göre olmamıştı.

Hayat Ağacı’na vardıklarında hepsi bu kadim ağaca saygılarını sundu. Denphi yanında getirdiği bir çömlek at sütünü çıkarıp yere koydu. Rumba Hayat Ağacı’nın kabuğundan bir parçayı sütün içine attı. İki Kam tütsülerini yakıp sütün etrafında el ele tutuşup, anlamsız mırıldanmalarına başladılar. Ritüel başladıktan bir süre sonra o güne kadar görülmemiş bir kuvvetle yer sarsılmaya, toprak yarılıp kayalar ufalanmaya başladı.

Ardından büyük bir gürültü koptu. Hayat Ağacı’nın kökünde asırlardır uyumakta olan zehirli yılan sonunda uyanmıştı. Gözlerini ilk açan Denphi, Rumba’yı olabildiğince hızlı bir şekilde itti. Ancak kendisi aynı hızda kaçamamıştı. Yaşlı kam, at sütüyle birlikte dünya yılanının midesine inmişti. Yılanın önünde durmaya korkan savaşçılar sağa sola kaçışıyordu. Karubo panikle Rumba’nın yanına koştu. Kontrolü dışında biten ritüel yüzünden kadının bilinci hâlâ kapalıydı. Karubo Rumba’yı sırtına alıp güvende olacaklarını düşündüğü Hayat Ağacının dallarına tırmanmaya başladı.

Rumba’nın güvende olduğunu gören Hay Mai’li savaşçılar, Şef Zareb’in grubuna katıldılar. Kaçışan savaşçı grubu içerisinde durumu ilk kavrayan Şef Zareb oldu. Salim kafayla düşününce Abarnya’da güvenli bir yer kalmamıştı. Ölüm sadece bir zaman meselesiydi. Tüm haşmetiyle doğrulup mızrağını havaya kaldırdı. Bir şef olarak belki de son komutunu veriyordu kabilesine.

“Mai Mai, Marc.” dedi. Mızrağıyla Mur gölünü işaret ederek. Musibetle savaşarak şanlı bir ölüme yürümeye karar vermişti. Kaçışan savaşçıların yarısından azı şeflerini takip etti. İnsan ürkmesi hayvan ürkmesine benzemez. Kaçışmaya devam edenler zihinlerini kullanamayacak derecede korkmuşlardı. Kaçışmadan keyiflenen yılan hepsini birer birer mideye indirdi. Ardından göle gidenlerin peşine düştü.

Şanlı sonlarına doğru Mur gölüne yürüyen savaşçıların savaş naralarını duyarak gölden kafasını çıkaran Morgan; insan çığlığını andıran o uğursuz sesiyle ötmeye başlamıştı. Sesi herkesin kalbine korku salmaya yetmiş, en cesurların bile bedenleri korkudan kaskatı kesilmişti. Birçoğunun geri dönüp kaçmayı düşündüğü sırada arkalarında Jörmungandr belirdi.

Gururlu savaşçıların becerebildiği tek şey iki canavardan birine yem olmaktan öteye gidememişti. Karınları doyan musibetler sonunda Mur gölünün hakimiyeti için kendi aralarında bir rekabete başlamışlardı.

Jörmungandr zehirli bir su yılanı, Morgan ise zehirli bir baykuş balığıydı. İlk hamle Morgan’dan gelmişti. Gagasıyla yılanın bir gözünü oymuştu. Jörmungandr öfkeyle Morgan’ın boynuna atıldı ve hızlıca dönerek tüm vücuduyla onu sardı. Bu mücadelenin sonucu artık zaman meselesiydi. Morgan’ın pençeleri olsa belki durum farklı olabilirdi; ancak gagasını kullanamayınca yutulmayı bekleyen iri bir balıktan farksızdı. Jörmungandr Morgan’ı olanca gücüyle sıkıyordu. Daha fazla direnemeyen Baykuş balığı kaderine teslim olarak son nefesini verdi. Kazandığı zafer onu tekrar acıktırmış olacak ki Jörmungandr uzunca bir süre Morgan’ı mideye indirmek için çabaladı ve yarım günün sonunda bunu başararak uykuya daldı.

* * *

Rumba çığlık atarak uyandı. Karubo sakinleşmesi için “Şşt” yaptı, elini kadının ağzına kapatarak. Göl kenarında uyuyan yılanı işaret etti. İlkel bir iç güdü ile işaret edildiğini anlamış gibi aniden uyanan yılan Hayat Ağacı’na doğru yöneldi. Jörmungandr’ın karşısında insan çaresizdi.

Gök gürlüyor, bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. Son anlarında yeni uyanan Rumba yüzünü yıkıyor, Karubo avucuna topladığı birkaç damla suyu içmeye çalışıyordu, içince tiksindi. Tuzlu su yağıyordu.

Karubo üzerinde oturdukları dalın ucunda daha önce fark etmedikleri bir meyve olduğunu gördü. Merakına yenilip kopardı. Meyveyi Rumba’ya uzattı önce, ardından kendi ısırdı. Çok sulu ve lezzetliydi. Karubo ve Rumba ağaçta oturmuş meyve yerlerken Jörmungandr Hayat Ağacı’na ulaşmıştı, ağaçla birlikte onları yutmaya hazırlanıyordu ki.

Göklerden “Daha zaman gelmedi çocuğum.” diye azarlayan bir ses duyuldu. Babasının sesinden ürken Jörmungandr kuyruğunu ısırıp, kendi kendini yiyerek ortalardan kayboldu.

“Şansımız yaver gitti.” dedi Karubo ağzından çıkanlara kendi de şaşırarak.

“Öyle” dedi Rumba Karubo’nun göğsüne sokularak.

Yedikleri meyvenin etkisinden midir bilinmez, artık başka dünyalardan kelimeler kullanıyorlardı.

Burak Şentürk

Süper kahramanı Zorro, çocukluk hayali yazmak olan biriyim. Felsefe, tarih, bilimkurgu, fantastik kurgu ve manga okumayı severim. Yürümekten, doğal cümbüşün içinde olmaktan ve kahve içmekten keyif alırım. Gözü açıkken gördüğüm düşleri, kurduğum dünyaları paylaşmak ve biraz da yazma disiplini kazanmak adına Kayıp Rıhtım’a aylık öykü gönderiyorum. Umarım keyifle okursunuz… Nam-ı diğer “Spectrosomnium”: Görür, okur, yazar, düşünür ve düşler.