1
Portakal ağaçlarının arasında korkunç adamdan kaçıyordu.
O kadar hızlı koşuyordu ki bacakları birbirine dolanıyor, bu kadar hızlı koşabildiğine kendisi bile şaşırıyordu. Aslında bu onun hatasıydı, babası ona arabadan inmemesi gerektiğini söylemişti. Ama dokuz yaşında bir çocuğa yapmaması gereken şeyleri söylemek tehlikelidir, çünkü bunlar her zaman yapabileceği şeylerden daha zevklidir.
O sıcak bahar gününde her Pazar yaptıkları gibi portakal bahçelerine bakım yapmaya gitmişlerdi. Babası onu götürmeye niyetlenmemişti ama çok mızmızlandığı için arabada kalmak şartıyla izin alabilmişti. Ama bu kadar sıcak bir günde arabada kalmanın bu kadar bunaltıcı olabileceğini düşünmemişti. Gerçi babasının düşünmesi gerekirdi. Neyse ki arabadan çıkışının iyi bir mazereti vardı, böylece babası ona çok kızamayacaktı.
Arabadan inip babasının az önce gittiği tarafa doğru yürümeye başladı. Çok güzel ve kocaman bir bahçeleri vardı. Şehrin bu tarafı zaten tamamen portakal bahçeleriyle doluydu ve en büyüğü de onlara aitti. Hakan buraya bayılıyordu çünkü burada kahverengi, yeşil ve turuncunun muhteşem uyumu vardı. Portakaldan nefret etmesine rağmen ağaçlarının onda huzur vermesi çok tatlı bir çelişkiydi. Küçüklüğünden beri buralarda serbestçe koşar, dolaşır, oynardı. En küçük çocuk olduğu için bahçe tamamen kendisine aitti. Kış aylarında gelemezdi, babası havadan dolayı izin vermezdi. İşte bu gün de aylardan sonra ilk kez mabediyle buluşmuştu. Babasının bu sıcakta onu küçük portakal ormanından alı koymasına izin veremezdi. Bu yüzden onu takip etti. Arazi oldukça geniş olduğu için uzunca bir süre yürümesi gerekti. Ayak seslerini duyduğunda sevindi çünkü babasına durumu açıklayacak ve bahçeyi rahatça gezecekti. Ama ne yazık ki gördüğü kişi babası olmadı.
Ona sonsuz gelen bir süre boyunca o korkunç adamı inceledi ama adam onu fark etmemiş gibiydi. Toprakta bir şeyler yapıyordu ama Hakan ne yaptığına odaklanamıyordu. Hareket edemiyordu, parmaklarını bile kıpırdatamıyordu. “Felç oldum” diye düşündü, Allah’ım felç oldum ve şimdi kıpırdayamayacağım, bu adam beni küçük korkunç kulübesine götürecek ve belki yiyecek, belki organ mafyasıdır ve beni doğrayıp organlarımı alır, ya da daha kötüsü, beni bir dilenci yapabilir! Bana hırsızlık yaptırabilir, ailem köşe bucak beni ararken ben başka şehirlerde olabilirim ve onları bir daha asla bulamayabilirim! Bana zehirli çikolatalar yedirip bayıltıp üzerimde deneyler yapabilir! Acaba babam güvende mi? Bu adam kesin babamı da kaçırmıştır, ya bayıltmış ya öldürmüştür. Ve ben tüm bu ihtimallere rağmen kıpırdayamıyorum!
Bu korkunç adamı daha önce de görmüştü. Küçük ilçelerinin dışında sayılabilecek güzel iki katlı evlerinin penceresinden baktığında bu adamı gördüğünü sanmıştı ama hayal ya da göz yanılması olduğunu sanmıştı. Hemen hemen babasının boylarında ama korkunç giyimli bir adamdı. Gecenin geç saatleri gizli gizli ablasıyla beraber izlediği korku filmlerindeki adamlara benziyordu. Uzun siyah bir paltosu vardı, bu yüzden ne kadar kilolu olduğu tam ayırt edilemiyordu ama oldukça iri görünüyordu. Ellerinde siyah eldivenler, yüzünde ise insanı pek andırmayan bir maske vardı. Başta bunun maske olduğunu anlayamamıştı çünkü bu maskede iki göz boşluğu (muhtemelen altındaki sahibinin dış dünyayla tek teması buradandı), burun ve gerçek ağza çok benzeyen bir motif vardı. Şimdi yakından baktığı için maske olduğunu anlayabiliyordu. Uzun saçları maskenin nerede başlayıp nerede bittiğini görmeyi engelliyordu.
Yıllar kadar uzun bir dakika içinde tüm bunları kafasında tartarken adam onu fark etti. Hakan kocaman bir çığlık atıp arkasını dönüp kaçmaya başladı. Adam da peşinden geliyordu. Nasıl da bu adamı dikkate almamıştı, daha önce birkaç kez görmemiş miydi? Korku filmlerinde bu tarz şeyler olmuyor muydu? Hayal sanıyorlar ama sonra başlarına kötü şeyler gelmiyor muydu? “Dur geri zekâlı kız, her duyduğun korkunç sesin peşinden gidersen tabi geberirsin!” diyorduk ama gece yatarken bir gölge gördüğümüzde biz de onun ne olduğuna yakından bakmak istemiyor muyduk, hatta bakmıyor muyduk? Yapıyorduk çünkü onun kapı koluna asılı bir çantanın gölgesi olduğunu, mutfaktan gelen sesin bulaşık sepetine dengesizce dizilmiş bir bardağın devrilmesiyle çıkmış olduğunu öğrenmek bizi rahatlatıyordu. Çünkü aksi sadece korku filmlerinde olurdu. Zavallı kız onun korku filmi olduğunu bilse korkunç sesin peşinden gider miydi? Hakan bu adamın gerçek olduğunu bilse babası yokken bu kadar rahatça arabadan çıkabilir miydi?
Ama çıkmıştı işte. Bu adam da gerçekti. Belki bir psikopattı (bu kelimeyi aklında doğru telaffuz ettiğinden emin değildi çünkü hep psikologla karıştırıyordu) ya da daha beter bir şey de olabilirdi. Buradan kurtulursa bir daha asla babasının dediğinin aksini yapmayacağına sözler veriyor, içinden dualar ediyordu.
Bir süre deli gibi koştuktan sonra arabaya doğru koşmadığını fark etti. Hatta artık kendi bahçelerinde bile değildi. Fark etmeden başka bir araziye dalmıştı. Arkasına korkuyla dönüp baktı ve adamın peşinden koşmadığını gördü. Görünürlerde hiç kimse yoktu. Bu onu biraz rahatlattıysa da kaybolmanın verdiği endişe hemen adamdan kaynaklanan azalan korkunun yerini dolduruverdi.
Etrafına hâkim olmak için dönüp durarak ne yapacağını düşünürken bir ayak sesi duydu ve tekrar koşmaya başladı. Arkasındaki şey de ona doğru koşuyordu. Garip çığlık sesleri duyuyordu, sonra bu sesleri kendinin çıkardığını fark etti. Pantolonunun önünde yavaş yavaş koyu renk ıslak bir leke belirmeye başladı. Arkadaki adam bir şeyler söylüyor ama Hakan kendi sesinden onu duyamıyordu. Boğazı tahriş olmuş sesi çatal çatal çıkmaya başlamıştı ama durmuyordu, duramıyordu. Bacakları artık ondan bağımsız hareket ediyor, koşmuyor sanki uçuyorlardı. Road Runner’ın koşarken hızdan görüntüsü kaybolan bacakları gibi görünüyor olmalılardı.
Bir süre koştuktan sonra bacağı bir şeye takıldı ve yere kapaklandı. Kafasını yerde duran ufak bir taşa çarptı. “İşte şimdi bittim.” diye düşündü. Beni yakalayacak. Ya organlarımı alacak ya kaçıracak ya yiyecek. Gözlerinin önünde küçük kırmızı bir göl belirdi. Bu kendi kanı mıydı? Kafası nedense o kadar da acımıyordu. “Tam korku filmi gibi” diye düşündü. Çok uykusu gelmişti. Belki uyumalıydı, en azından işkenceyi hissetmezdi belki.
Korkunç adam onu kucağına aldığında kendini uykunun güvenli kollarına çoktan teslim etmişti.
2
Alper Hakan’ın annesine acayip sinirlenmişti.
Portakal bahçesinde düşüp kafasını yarmasının üzerinden aylar geçmiş yaz tatili gelmişti ama kadın hala Hakan’ın sokağa inip oynamasına izin vermiyordu. Zaten bu salak kadın mahallenin çocuklarını hiç sevmiyordu, Hakan’a kabalıklar ve küfürler öğrettiklerini düşünüyordu. Sanki Hakan da melek! Sanki Alper, Metin falan olmasa o hiç küfür bilmez! Sanki onlar kraliyet ailesi!
Alper’in bir şekilde Hakan’a ulaşması gerekiyordu. Hakan diğer çocuklardan farklı bir okula gittiği için henüz kimse kafasını yarma hikâyesini ondan duymamıştı. Ayrıca arkadaşlarını aylardır göremiyorlardı ve Hakan süper futbol oynuyordu. Bu yüzden annesi ne derse desin penceresinin önüne gidip adını bağırmaya başladılar.
“Susun annem şimdi bana kızacak!” dedi Hakan sesini olabildiğinde kısarak.
“Bu kadar süt çocuğu olma! Hala neden aşağı inemiyorsun?”
“Annem izin vermiyor işte. Belki başka bir gün izin alırım. Ama bugün olmaz.” sesinden aşağıda olmayı ne kadar istediği anlaşılabiliyordu.
“Bugün olsun. 5 kişiyiz ve futbol oynamak için seninde gelmen gerek. Hem ne zamandır inmiyorsun, tam bir zengin çocuğu oldun! Eğer bugün de gelemezsen bir daha hiç zahmet etme! Gelsen de bizimle oynayamazsın. Kendine yeni bir arkadaş grubu bulursun!”
Alper’in lider olma çabası ve bu davranışları çok hoşuna gitmese de Hakan bu çocuklardan hoşlanıyordu, onlarla oyun oynamak zevkliydi ve dışlarında kalmak istemiyordu. Annesine gidip şansını bir kez daha denemeliydi. Ama daha mutfağa girer girmez annesi cevabını yapıştırdı.
“Boşuna geldin aşağı inemezsin.”
“Neden? Herkes aşağıda ama! Bir ben inemiyorum her zamanki gibi!” isyan edercesine konuşmak annesinin üzerinde bazen işe yarayabilirdi.
“Herkes aşağıda çünkü anneleri onları başından atmak için aşağı gönderiyor. Herkes aşağıda çünkü onlar sokak çocukları. Herkes aşağıda çünkü daha iki ay önce korkunç bir adam gördüklerini ve ondan kaçtıklarını iddia etmediler ve başlarını yarmadılar.” Bu kadın nasıl da laf cambazıydı. Ne vardı biraz annesine çekseydi?
“Olsun. Benim evde canım sıkılıyor. Ya anne söz iki saat sonra döneceğim ne olur lütfen izin ver, söz akşam yemeği de yerim yeter ki aşağı ineyim sıkıntıdan patlıyorum!”
“Olmaz. Yine ineceksin futbol oynarken düşüp bir yerini falan kıracaksın, tabi o zaman akşam babana sen laf anlatmayacaksın ben hesap vereceğim.”
“Söz veriyorum dikkatli oynarım. Hem istemezsen futbol oynamam, isim şehir oynarım. Yeter ki ineyim. Düşmeyeceğime yemin ederim.”
“Daha bir hafta önce diğer mahallede bir çocuk kayboldu haberin var mı? İki haftada iki çocuk kayboldu. Üstelik burası biraz daha ıssız, bahçelere yakın. Olmaz valla, gönderemem seni.” Ah şu çocuk kaybolma masalları…
“Ya anne balkondan bakınca beni görebilirsin söz veriyorum uzaklaşmam sadece iki saat, iki saatten bir şey olmaz lütfen benden başka herkes aşağıda!”
İşte annesi şimdi biraz insafa gelmiş gibiydi. Konuşmanın başından beri masada elleri büyük bir kâsenin içinde bir şeyler yapıyor ve yüzüne bakmıyordu ama şu boynunu eğerek sıkılmış gibi gözlerine bakışı “of kafamın etini yedin, hadi çık tamam” bakışıydı.
“Bak sadece iki saat ona göre. Ayrıca balkondan baktığımda seni göreceğim. Seslendiğimde de yukarı çıkacaksın. Yoksa bir yaz aşağı inemezsin. Ve eğer o çocuklardan yeni bir küfür öğrenirsen onlarla görüşmeni yasaklarım!”
Suratına kocaman bir sırıtış yayıldı ve annesinin yanağına bir öpücük yapıştırıp fırladı. Bu kadını ikna etmek ne kadar kolaydı. Ağzı çok laf yapıyordu ama hiç dayanamıyordu. Şu izni babasından almaya çalışsa bu iş imkânsızdı. Ama babası evde değildi ve annesinden izin alabilmişti! Üstünü değiştirmek için bile vakit kaybetmeden merdivenleri uçarak indi.
3
“Geri zekâlı! Top öyle mi atılır? Bir insan o topu tutabilir mi? Git şimdi al bakalım!” Alper sinirden çıldırıyordu. Şeyma onu sadece evde sinir etmekle kalmıyor, her futbol oyununda da bu görevini ihmal etmiyordu.
“Ben sana oynamak istemiyorum demiştim! Ben kızım, futbol gibi erkek oyunlarını oynamayı hem sevmiyorum hem de oynayamıyorum! Beni zorla oynatan sensin, o yüzden sen alacaksın topu.”
“Allah Allah! Atan alır kızım. Hem oynatmasam da evde anneme ben sıkıldım hep erkek oyunları oynadılar diye şikâyet ediyorsun! Hakan şu saçma hikâyeyi uydurdu diye korkuyor musun yoksa? Eğer gidip topu almazsan bugün başka hiçbir oyunda oynayamazsın.”
“Aptal!”
“Beyinsiz!”
Metin araya girdi. “Şeyma hadi topu al da gel, Alper sen de sus, laf dalaşına girmeyin yine!”
Mecburen topun gittiği tarafa doğru yürümeye başladı Şeyma. Bu erkek oyunlarından nefret ediyordu. Çünkü genelde ya kaleci yapılıyor, ya da zırlaya zırlaya kaleci olmamaya çocukları ikna etse bile topu uzağa atıp almak zorunda kalıyordu. Hep erkek oyunları oynuyorlardı, ne vardı biraz da onun için kız oyunları oynasalardı? Ya da grupta bir kız daha olsaydı? O zaman asla futbol oynamak zorunda kalmaz, ikisi başka oyunlar oynarlardı. Gerçi Metin’i, Onat’ı, Ahmet’i ve Hakan’ı seviyordu, asıl problem Alper’di. Evde anneleri olduğu için Şeyma’ya çok karışamıyor, ama aşağıdayken hem yalnız oldukları için hem de diğer çocuklara güç gösterisi yapmak için sürekli onu azarlayıp hakaret ediyordu. Ama salaklık Şeyma’daydı. Çünkü annesine şikâyet edince Alper’in kulaklarının çekilmesine üzüldüğü için bunu sık sık yapmıyordu. Kime acıyordu ki? Alper kulak çekilmesinden de fazlasını hak ediyordu. Ne diye o bir yıl önce doğmuştu? Ah keşke önce Şeyma doğsaydı. O zaman ezmek neymiş ona gösterirdi.
Tüm bunları düşünürken baya yol almış, bahçelerin içine girmişti ama görünürde top falan yoktu. Okulda voleybol oynadığında topu karşı tarafa bile geçiremezken futbol topunu nasıl bu kadar uzağa atabildiğine şaşırıyordu. Yürümeye devam etti. Portakal bahçelerini sevmesine rağmen tek başına girmeye biraz ürküyordu. Hakan’ın annesi aşağı inmesine izin versin diye sürekli onların evinin orada oynuyorlardı bu yüzden toplar hep bahçelere kaçıyordu. Daha önce bu kadar uzağa gitmiş miydi? Hatırlamıyordu. Belki şu an korktuğundan ona daha da fazla gitmiş gibi geliyordu. Korkuyordu çünkü yakın zamanda iki çocuk kaybolmuştu. Çocukları tanımıyordu o yüzden pek önemsememişti, çocuk kaybolma haberleri hep olurdu ama şimdi kocaman portakal bahçelerinde tek başınayken kulağa daha bir önemsenesi geliyordu. Üstelik Hakan’ın kaybolma hikâyesinin üstüne…
Arkasına baktı ama çocuklardan baya bir uzaklaşmıştı. Ağaçlardan artık görünmüyorlardı. Tüylerinin ürperdiğini hissetti ve durdu. Şimdi geri dönebilirdi, ama geri zekâlı Alper onunla korkak diye dalga geçerdi. Diğerlerinin önünde daha da rezil olmak istemiyordu. Hem Hakan’ın hikâyesine o da çok inanmamıştı. Hakan biraz daha süt çocuğuydu ve ilgi çekmek için bunu uyduruyor olabilirdi. Hem burası onların bahçesine çok yakın değildi. Bu yüzden geri dönme fikrinden vazgeçti.
Çok geçmeden de topu gördü ve ona doğru yürümeye başladı. Ama bu işte bir gariplik vardı. Yürümesine rağmen top ona yaklaşmıyordu! Durup gözlerini açıp kapamayı denedi. Sonra da arkasına baktı. Çocuklar yoksa ona şaka mı yapıyordu? Ama ortada çocuklar yoktu, hatta hiç kimse yoktu. Hiçbir ses de yoktu. Belki korkusundan yanılıyordu. Silkinerek topa doğru koşmayı denedi. Ama hala topa yaklaşamıyordu.
Şeyma gerçekten korkmaya başladı. Önce oturdu. Korkudan tuvalet ihtiyacı hissediyordu. Hem de her türlüsünü. Ne zaman korksa bu olurdu. Ayrıca üşüyordu ve tüyleri diken dikendi. Düşünmeye çalışıyordu. Ama aklına başına gelen bu saçma şeyin ne olduğuna dair hiçbir şey gelmiyordu. Kalktı ve topa arkasını dönüp biraz uzaklaştı. Tekrar döndüğünde topun olması gerektiği gibi gözden kaybolduğunu gördü. Muhtemelen gözü yanılmıştı. Top uzaklaştığına göre yaklaşmalıydı da. Topa doğru yürüdü ve tekrar görüş alanına girince hızlandı. Evet, tamamen yanılmıştı! Çünkü topa artık yaklaşabiliyordu. Ne kadar da aptaldı. Hakan’ın hikâyesi onu bu kadar etkilemişti. Şimdi topu alıp hemen dönmeliydi.
Topu tam alacakken başı döndü. Sonra dengesini sağlayıp kendine geldiğinde bunun ne kadar güzel bir top olduğunu fark edip hayret etti. Rüyada gibiydi, sanki hiçbir şeyin önemi yoktu da sadece bu topun önemi vardı. Evet, bu çok güzel bir toptu. Plastikten yapılmıştı ve kırmızıydı. Üstünde siyah renk çizgiler vardı. Daha koyu renk küçük kapalı bir deliği de vardı. Buradan içine hava veriliyordu. Bu deliğin etrafında topun çapını oluşturacak şekilde bir birleşme çizgisi vardı. Ne harika bir cisim! Acaba bunu yapma fikri hangi dehanın aklına gelmişti? Hem futbol hem voleybol için kullanılabiliyordu. Üstelik voleybol topu ya da futbol topu kadar sert olmadığından insanın ayağını ya da kolunu acıtmıyordu. Bu topun bu kadar muhteşem olduğunu neden daha önce fark edememişti? Birden içini bir korku sardı. Ya bu top patlarsa? Ya annesi kızdığı bir anda onu gerçekten bıçakla yararsa? Buna izin veremezdi. Bu topu korumalıydı. Böyle güzel bir şeyin zarar görmesine izin vermek istemiyordu. Tam onu kucaklayacakken top hafifçe yuvarlandı ve durdu. Şeyma da birkaç adım atıp tekrar topu almayı denedi ama top tekrar yuvarlandı. Bu kez durmadı. Şeyma bu topu kaybedemezdi. Kendini tuhaf bir şekilde bu topa bağlanmış hissediyordu. Ve böylece topu takip etmeye başladı.
4
“Yarım saat oldu. Gidip bir baksak mı?” Herkes tedirgin olmaya başlamıştı. Alper korkmanın yanı sıra biraz da sinirlenmişti. Bu kız hep başına bela açıyordu.
“Bence gitmemeliyiz. Size o adamı bahçede gördüğümü söyledim! Ya yine görürsek?”
“Ya ne adamı Hakan ya.”
“Oğlum ciddiyim. Siz bana inanmayın. Bence büyük birilerini çağırıp kayboldu diyelim. Tek başımıza gidemeyiz.”
“Haa tabi. Büyük birilerini çağıralım mesela senin anneni? O da senin bizimle görüşmeni yasaklasın. Ya da benim annemi çağıralım ne dersin? Şeyma’yı kaybettim diye beni pataklasın. Saçma saçma konuşma.”
“Alper haklı. Gider bakarız, bulamazsak o zaman birilerine haber veririz.”
“Evet. Zaten o salak kesin bir çiçeğe falan takılmıştır.”
“Ben gelmek istemiyorum. Adam oralarda diyorum. Gitmeyelim, annenin seni dövmesi bizim kaçırılmamızdan…” Alper çocuğun sözünü kesti. “Sen tam bir süt çocuğusun. Gelmiyorsan gelme! Ben gidiyorum. Gelen gelsin.”
Bahçeye girdi ve arkasından sırayla Onat ve Ahmet de gitti. Metin, her zamanki ara buluculuğuyla “Hadi Hakan, hep beraberiz. Bir şey olmaz merak etme.” dedi.
Bir şey olmaz tabi bir şey olmaz. Çünkü kocaman adam beş küçük çocukla baş edemez. Adamı gördüğümüzde ben size sorarım bir şey olmazı.
Gitmeyi hiç istememesine rağmen grubun içinde oyunbozan şımarık süt çocuğu olarak tanınmak istemediği için korka korka takıldı peşlerine.
5
Topu görmelerinde bu yana yaklaşık on dakika yürümüşlerdi. Top vardı, hem de oynadıkları alana çok yakındı ama Şeyma yoktu. Topu görmemiş olamazdı. Peki topu almadan nereye ve neden gitmişti? Gidebileceği yolu takip ederken hepsi ayrı ayrı korkuyordu. Çünkü böyle zamanlarda korkunç hikâyeler daha gerçek, çocuk kaybolmaları daha olası geliyordu.
Kimseden çıt çıkmıyordu. Kimisi üşüyor kimisi terden koltukaltları ıslanıyordu.
Sonra ilerde adamı gördüler.
Hakan bu kez çığlık atmadı. Daha cesurdu çünkü tek değildi. Aralarında en cesur olan Metin’di ve diğerlerine nazaran daha güçlü olan kollarıyla hepsini bir araya topladı. Adam onları fark etmiş olacak ki onlara doğru yürüdü. Gerçekten de bu sıcakta uzun siyah bir palto ve siyah eldivenler giyiyordu. Yüzünün gerçek yüz mü yoksa maske mi olduğu anlaşılmıyordu. Gerçekse bile korkunç ve garip bir ifade vardı yüzünde. Çocuklar geri geri attıkları adımlarını hızlandırıp, olmayınca arkalarını dönüp koşmaya başladılar.
Şimdi ben size söylemiştim demenin anlamı yok değil mi? Ne oldu, şımarık süt çocuğu yalan mı söylemiş? Haklı çıkmanın verdiği tatmin duygusu Hakan’ın korkusuyla yarışıyordu.
Çocuklar koştukları yönü ayırt edemiyorlar bu yüzden bahçenin çıkışına koşmuyorlardı. Zaten o an hiçbiri çıkışa koşmaları gerektiğini idrak edemiyordu. Önlerine çıkan küçük kulübeyi gördüklerinde ise bunun sığınabilecekleri bir yer olduklarını düşünerek büyük bir hata yaptılar.
Kulübe diğerlerinden ayrı duran, çarpık ve garip dalları olan kocaman yaşlı bir ağacın arkasındaydı. Alper kapının kilitli olmasından korkuyordu. Kilitliyse mutlaka kapıyı çalıp içerde kim varsa onları içeri alması için yalvaracaktı. Ama kapıya varıp kapı kolunu tuttuğunda kilitli olmadığını gördü ve hemen içeri dalıp kapıyı arkadan kilitlediler. Yandaki pencerenin tül perdesinin arkasından baktıklarında adamın siluetinin bir süre orda durduğunu, sonra da arkasını dönüp uzaklaştığını gördüler. Hepsinin içini bir rahatlama kapladı. Biri hariç: Alper.
“Şeyma’ya kesin bir şey yaptı. Ya kaçırdıysa?”
Arkasını döndüğünde diğer çocukların şaşkınlığını ve korkusu paylaştı. Bu çok garip bir evdi. Buralarda böyle bir ev olduğunu bilmiyordu. Derin çatlakları olan ve rengi yer yer koyulaşmış duvarlarda koyu rengin hâkim olduğu tablolar vardı. Bunlar korkunç tablolardı, kimisi çarpık suratlı ya da asık suratlı eski insan resimleri, kimisi de kasvetli manzara resimleriydi. Kulübenin hiç kapısı yoktu. Sadece kapı yerine aralıklar olan duvarlar vardı. Pek bir eşya da yoktu. Bir dolap ve bir tezgâh vardı. Tezgâhta bir kutu kibrit, birkaç şişe ve üstünde sinekler gezen bozulmuş yemekler duruyordu. Diğer odalar ise boş gibi görünüyordu. Belki kibriti çocukları yakmak için kullanmıştır. Yaşasın, tam korku filmlerine yakışır bir kulübe.
Sonra diğer odadan sesler gelmeye başladı. Kimse gidip bakmaya cesaret edemiyordu ki buna gerek de kalmadı. Siyahlı korkunç adam bulundukları odaya geçti. Bu adam daha az önce dışarıdaydı, hatta kulübeden uzaklaşmıştı. Ama şimdi buradaydı işte. Artık şaşırmaya gerek yoktu. Belli ki bu bir korku filmiydi. Belki bir filmin kahramanları ya da bir kitabın karakteriydiler. Evet, böyle olmalıydı. Eğer böyleyse muhtemelen hepsi ölürdü. Ya da biri kalırdı. O da derdini kimseye anlatamaz, anlatsa da inandıramaz ya da kafayı yerdi. Bu bir senaryo ya da kitap olduğuna göre hiçbir şey garip değildi. Hiçbir şeye şaşırmalarına gerek yoktu.
“Oltaya bir tane takıldı derken 5 tanesi daha beliriverdi. Meğer bu kız ne verimli bir yemmiş.”
Kimseden çıt yoktu.
“Çocuk işte. Zekânız muazzam. Aslanın inine koşa koşa başka kim girerdi?”
Alper adama yumruk atmak için koştu ama sert bir darbeyle kendini odanın diğer ucunda buldu.
“Ne o? Bana mı vuracaksın? Yok efendim, çocuklar bize vuramaz. Çocukları toplayıp ona götürmeliyiz. Hanımımızın karnı aç. Evet, aç. Onu pis çocukların ham zekâsıyla beslemeliyiz ki yaşasın. Beslemeliyiz ki büyüsün. O zaman o da bizi besler. Bize güzel meyvesinden verir, evet.”
Adam sanki kendi kendine konuşuyordu. Ya da onların göremediği başka biriyle. Sesi çok boğuk geliyordu, ağzı maskenin altında kaldığı için sözcükleri zor anlaşılıyordu. Bir şeyler yapmaları gerekiyordu. Belli ki adam diğer çocuklara ne yaptıysa onlara da aynısını yapmayı planlıyordu.
“Kardeşim nerde? Onu nereye götürdün? Ne yaptın ona?”
“O küçük salak kız mı? Ah ne kadar aptal. Ne kadar güçsüz ki onu kontrol edebildim. Onu buraya doğru getirdim. Buraya girerken yüzünde öyle aptal bir ifade vardı ki. Aşağı girene kadar burada olduğunu fark etmedi. Fark ettiğindeyse çok kalmıştı çünkü onu bağladım. Şimdi aşağıda, hanımım onunla besleniyor.”
Alper aşağı kata inen merdiveni bulmak için diğer odaya geçmeye yeltendi ama adam onu tuttu ve tekrar odaya fırlattı.
“Korkak mısınız, neyiniz var? Bana yardım etsenize geri zekâlılar!”
“Yoo geri zekâlı deme, deme çünkü onların zekâsı öyle saf öyle temiz ki bu yüzden sadece onlarla beslenebiliyor, evet. Kafaları boş, bembeyaz bir sayfa gibi. O sayfa hanımım yazsın diye bekliyor. Ve hanımım yazıyor evet. Yazıyor ve yazdıkları bizi besliyor. Bize meyvesini verir. Başka bir şey istemeyiz evet.”
“Mal mal konuşma! Elimde bir şey olacaktı ki seni gebertecektim. Seni piç! Kardeşimi alıp gideceğim ve sen de göreceksin. Bu korkaklara ihtiyacım yok!”
Nefretle diğer çocukların suratına baktı ve utançlarını gördü. Hakanla Onat’ın pantolonlarının önündeki koyu renk lekeyi de gördü ve onlara acıdı. Metin, evet sadece Metin ona destek olabilirdi. Metin’in gözlerinin içine baktı. Ve Metin kafasını sallayıp yanına geldi. Ardından da Ahmet.
“Çocukların bu cesareti, bu saflıkları! Ne güzel yemeklersiniz siz böyle. Özellikle sen!” dedi ve Alper’i gösterdi. Ağzı görünmese de sırıttığı sesinden anlaşılıyordu. İşte tam o sırıtırken birkaç şey oldu.
Alper adama doğru koştu adam tam onu fırlatmak için yakalayacakken eğildi ve bacağına yapıştı. Adamın şaşkınlığından faydalanarak Metin adamın diğer ayağına yapıştı. Çekip adamı düşürmeye çalıştılar ama başaramadılar. Adam sırıtarak çocuklara yöneldi.
Hakan ne kadar korksa da arkadaşlarının pataklanmasını izlemeye dayanamıyordu. Ama hamle de yapamıyordu. Sanki her şey donmuştu. Ayakları da donmuştu. Sahne de donmuştu. Bir şey yapması gerekiyordu evet bunu biliyordu ama yapamıyordu. Cesaret edemiyordu. Alper’deki cesaret onda yoktu. Ama arkadaşları söz konusuydu. Burada beklerse onlara hiçbir faydası olmayacağı gibi kendi kaçışı içinde bir şansı olmazdı. Ama eğer onlara yardım ederse?
Kaslarının kaskatılığından kurtulup adam onlara ulaşamadan Hakan adamın ayağına ulaştı. Metin’in tuttuğu ayağı o da tuttu ve beraber çektiler. Ahmet de diğer dize arkadan bir tekme attı ve adam dengesini kaybedip düştü. Hiç vakit kaybetmeden Alper diğer odaya geçti ve kapı ya da merdiven gibi bir şey aradı ama öyle bir şey yoktu. Görünen tek şey diğer uçta yerde duran dolap kapağı gibi şeydi. Ona koştu ve tutup çekmeye çalıştı ama başaramadı. Hangisi olduğunu göremediği çocuklardan biri de ona yardım etti ve zar zor açtılar kapağı. Bu arada adam ayaklanıyordu. Aceleyle önce Alper, sonra diğerleri ve en son Hakan tereddütle girdi ve kapıyı kapattı.
İnce ve dik merdivenden aşağı doğru indiler ve küçük bir odaya vardılar. Burada tek bir kapı vardı ve 5 çocuk için çok dar bir yerdi. Alper kapıyı yokladı ama açamadı. Etrafta onu açmak için bir şeyler olmalıydı. Bu arada üst kapak açıldı.
“Şimdi yakaladım sizi piçler! Beni düşürmek neymiş görürsünüz!”
“Arayın! Anahtar olmalı!” Zaten küçücük olan odada nerede olabilirdi ki? Umutsuzca etraflarına bakınmaya başladılar. Onat duvarda diğerlerinden daha çıkıntılı bir taş fark etti. Çok saçmaydı, önce bunun aptal bir fikir olduğunu düşünüp başka taraflara bakmaya başladı. Ama filmlerde hep böyle olmaz mıydı? Bakmasından bir zarar gelmezdi. Hem adam onlara ulaşmak üzereydi. İri yarı olduğu için onlar kadar hızlı inemese de aşması gereken yol çok uzun değildi. Çıkıntılı taşı tuttu ve tırnaklarının ucunu acıdan zonklatarak taşı çıkardı.
Arkada gerçekten de küçük bir anahtar vardı! Hemen anahtarı kaptı ve kapıyı açtı. Aceleyle hepsi içeri girip kapıyı kapattılar. Onat elleri deli gibi titremesine rağmen kapıyı arkadan kilitlemeyi başardı.
Girdikleri yer bu kez hem bir önceki odadan hem de yukarıdaki kulübeden çok daha genişti. Diğer odayla iç içe geçmiş iki daire gibiydiler çünkü bu mahzen gibi yer onun çevresinde dönüyordu. Onlar geniş bodrumu incelerken adam kapıya vurmaya başladı. Belli ki ulaşmış, kapıyı kırmaya çalışıyordu. Bir yandan da söyleniyordu ama dediklerini anlamıyorlardı.
Bodrumda duvarın kenarında sandalyelere bağlı dört çocuk vardı. Alper hemen Şeyma’yı buldu iplerini çözdü. Başının üzerinde ağaç dalları kıvrım yapmıştı. Dalları da güç bela kırdı ve kızı çekip aldı. Odanın bu tarafında duvardan bir sürü dal çıkıyordu. Diğer dallar da diğer çocukların başlarının etrafında dolanmıştı. Bazı dallar ise boşta duruyor, belli ki gelecek diğer çocukları bekliyordu.
Grubun kalanı da bağlı olan diğer çocukları çözdü. Hiçbirinin bilinci yerinde değildi. Özellikle ikisinin gözlerinin feri sönmüştü, ölmüş bile olabilirlerdi. Şeyma ve diğer çocuk ise hafif mırıltılar çıkarıyorlardı. Belli ki uyanıklardı ama kendilerinden geçmiş gibi bir halleri vardı.
O sırada Siyahlı adam bodrumun kapısını kırmayı başardı. Çocuklar yeni çözdüklerini bırakıp tek sıra halinde adamın karşısında dizildiler. Şimdi diğerinin de içlerine bir cesaret güneşi doğmuştu. Eğer beraber düzgünce davranabilirlerse buradan kurtulabilirlerdi. Adam belki iriydi, uzundu ve en önemlisi adamdı, ama sayıca çocuklar fazlaydı ve ona zarar verebilirlerdi. Çocuklar lafa karışamaz, zor problemleri çözemez, büyüklere fikir veremez, işlerine karışamazdı belki, ama 5 çocuk bir adamı devirebilirdi. Belki…
Alper etrafta adamı yaralayabilecek bir şey aradı. Muhtemelen çocuklara su vermek için kullandıkları üç şişe ve diğer tarafta da uzun birkaç sopa vardı. Sopalar adamın tarafındaydı. O yüzden Alper şişelere doğru yöneldi.
“Sen ne yap…” daha Alper’e sorusunu soramadan sert bir yumrukla yere devrildi Metin. Alper şişeleri kapıp adam Onat’a vururken Bir şişeyi Ahmet’in diğerini de Hakan’ın eline tutuşturdu. Adam diğer çocuklara yönelip ellerinde silahları görünce görünmeyen bir sırıtış daha patlatıverdi.
“Ne yapacağınızı düşünüyorsunuz? Beni alt edebileceğinizi mi? Ah aptal çocuklar, tam istediğimiz gibi. Şimdi sizi bağlayıp şu işe yaramaz moronlar gibi oluncaya kadar hanımımı besleyeceğim. O da bana meyvesinden verecek. O aç, ben de açım. Onun meyvesi ah öyle tatlı ki…”
“Geri zekâlı hanımın sana meyvesinden yedirerek senin aklını uyuşturmuş anlaşılan!”
Bu korku filmlerinden çıkma replik Hakan’a çok ortama uygun gelmişti. Evet, belki de bu hanım her kimse bu adama bir yiyecek –meyve– verip kendisine hizmet ettiriyordu.
“Hanımıma laf etme piç. Şimdi seni yakalarsam!” ve Hakan’ın üstüne atladı. Alper de arkasında atlayıp adamın saçlarını çekecekti ki saçlar elinde kaldı. Peruk!
Böylece adamın maskesinin sınırlarını gördüler. Adam bir an şaşkınlıktan kalakaldı. Alper bundan faydalanıp maskesini de ucundan tutup zorla çekiştirerek adamla boğuşarak çıkardı.
“BABA!”
Adam dondu. Hakan dondu. Alper, Onat, Ahmet… Hepsi dondu. Hepsi adama, adam da Hakan’a bakakaldı…
Maske ve peruk çıkınca alttan Hakan’ın babası göründü. O zaman Hakan’ın kafası tıkır tıkır çalışmaya başladı.
Bu yüzden babası bahçeye gittikleri gün onu götürmek istememişti. Bu yüzden vızıldamaya başlayınca sadece arabada kalmak şartıyla yanına almayı kabul etmişti. Hata. Bu yüzden o korkunç adamı hem evlerinin etrafında hem de o gün bahçede görmüştü. Bu yüzden babası hastanede Hakan’ı arabadan indiği için azarladı ve gördüğü adamın gerçek olmadığını, kendine kızılmaması için yalanlar uydurduğunu söyledi.
Belli ki bu kadın ona o yiyecekten –meyve– vermişti ve babasını zehirlemişti! Yoksa babası asla böyle şeyler yapmazdı. Bu kadın babasını ele geçirmişti!
Hakan hızla babasından uzaklaştı. Arkadaşlarının yanına geçti.
“Ne yaptın babama? Ona ne verdin? Neyle zehirledin?”
“Kimse beni zehirlemedi Hakan. Hanımın meyvesi çok güzel. Sana da veririm, şu aptal arkadaşlarını düşünmeyi bırak. Onu besleyelim ki bize meyvesinden versin.”
Duyduklarına inanamıyordu. Babası gerçekten ele geçirilmiş gibiydi.
“Hadi, boş ver sokak çocuklarını. Onları hanıma verelim, evet.”
“Tamam.” dedi ve elindeki şişeyi bodrumun diğer tarafına attı.
“Sen ne dediğini…” Alper koşup Hakan’a bir yumruk atacaktı ki Ahmet onu tuttu. Hakan’ın babası sırıttı ve Hakan gerçekten de adamın yanına geçti. Adam yanındaki çocuktan emin Alper’in üstüne gelirken birden yere devrildi. Hakan babasının –ele geçirilmiş babasının– güvenine ihanet ederek o taraftaki sopayı alıp babasının kafasına vurmuştu.
Bunu yaptığına inanamayarak babasına baktı ve elindeki sopayı yere düşürdü. “Özür dilerim, ben… Ben, baba…” sopayı yerden Onat aldı ve adamın başında beklemeye başladı.
“Sen ne yapıyorsun! O yine de benim babam! Onu öldürecek misin!”
“Senin sopa darbenle ölmez. Diğerlerini buradan çıkarıp ağacı yakmalıyız.”
“Ne ağacı?” Onat inanamayarak Hakan’ın yüzüne baktı. Ama diğer çocuklarında yüzünde şaşkınlık vardı.
“Anlamadınız mı? Adam hanımım derken ağaçtan bahsediyor. Kulübenin önünde duran o büyük garip ağaç olmalı. Çünkü burada ben onun dışında portakaldan başka bir ağaç görmedim. O yüzden kafalarında dallardan taçlar vardı! Ağacı yakmamız lazım! Belki o zaman babanın üstündeki etkisi de geçer!”
“Ya ağacı yaktığımızda tüm bahçe yanarsa?”
“Sanmıyorum çünkü ağaç diğerlerinden biraz ayrı gibi görünüyordu. Belki çok çok kulübe yanar. O da kimin umurunda! Çıkışa ulaştığımız an annelerimize duman geldiğini söyleriz onlar da itfaiyeyi çağırırlar. Hadi sallanmayın yakalım şu ağacı.”
Metin tezgâhtaki kibriti alıp ağacı yakmaya giderken diğerleri de kendinden geçmiş çocukları çıkarıyordu. Ama Hakan’ın babasını çıkarmak kolay değildi.
Metin ağacın yanına ulaştığında kurumuş gibi görünen çarpık dallarından birinden mavi bir meyvenin uzandığını gördü. İçinde bu meyveyi yemesi gerektiği dürtüsü oluşuverdi. Ne kadar tatlı görünüyordu! Hem tatlı hem de çok sulu… Bu meyveyi yemeliydi, yakamazdı. Kim bu meyveyi yakmaya kıyabilirdi ki? Bu dünyanın en güzel şeyi olmalıydı. Hakan’ın babası haklıydı. Kimse bu meyveye karşı koyamazdı. Koymamalıydı.
Alper kardeşini dışarı çıkardığında Metin’i ağaca dikilmiş bakarken ve mavi meyveyi eline alırken gördü. Bu meyve o meyve olabilir mi?
Kızı hemen yere bıraktı ve gözünü meyveden kaçırarak Metin’e bir tekme atıp yere düşürdü. Elindeki kibriti hemen alıp çaktı ve meyveye bakmaktan kaçınarak ağacın üstüne attı. Ağaç yavaş yavaş alev almaya başlarken Metin de kendine geldi. Konuşmalarına gerek yoktu, anlatmasına gerek yoktu. Zaten olan ortadaydı. Beraber diğerlerinin çıkarılması için aşağı indiler.
Aşağı indiklerinde Hakan’ın babası ayılmıştı ama belli ki olan bitenden habersizdi. Bu iyi bir şeydi, hatırlasa çocukların yüzüne nasıl bakardı. Buraya nasıl geldiğiyle ilgili sorulara Hakan’ın verdiği kaçamak cevaplarla yetinecek kadar kendinden geçmişti. Hakan onu görüp peşinden geldiklerini, kayıp çocukları burada gördüklerini sonra da –muhtemelen çocukları kaçıran kişinin– yangın çıkardığını anlattı. Babası bu açıklamayı yeterli bulmuş olacak ki diğer çocukları taşıyarak hep beraber kulübeden kaçıp mahalleye doğru koştular.
6
Hakan’ın babası vakit kaybetmeden önce itfaiyeyi sonra polisi aradı. Durumu anlattı. Çocuklar hastaneye götürüldü. Biri ölmüştü ama diğerleri yaşıyordu. Doktorlara göre çocuklar beyin sarsıntısı geçirmişti. Hakan’ın babası neden oraya gittiğini bir türlü hatırlayamıyordu bu da polislerin kafasını karıştırıyordu. Alper ve diğerleri kulübede adamın parmak izlerinin bulanacağından korktular ama nasılsa böyle bir şey olmadı. Polisler olayı bir süre araştırıp Hakanların evini sık sık ziyaret etse de kayda değer bir şey bulunamadığı için bir süre sonra polis ziyaretleri son buldu.
Çocuklar olaylar hakkında pek konuşamadılar. Hepsi bir çeşit şok içindeydiler. Hiçbiri kulübedeki davranışlarına inanamıyordu. Belki olayın verdiği korkuyla o kadar cesur olabilmişlerdi. İyi ki de olmuşlardı çünkü kafalarında dallarla o bodrumda beyin emilimleri gerçekleşiyor olabilirdi.
Ağaç –hanım– öldü mü bilmiyorlardı, ölmüş olmalıydı ki ondan sonra kaybolup bulunamayan çocuklar falan olmadı. Ama o çocukların saf ve temiz zekâsına muhtaç olan tek varlık değildi ne yazık ki. Saf çocuk zekâsı bu varlıklar için muhteşem bir besindi. Ama her çocuk gibi bu altısı da büyüyüp zekâlarını körelttiler. Ve her çocuk gibi besleyiciliklerini kaybettiler. Ve başka yerlerde başka varlıklar başka çocukların zekâlarıyla beslenmeye devam ettiler.
Öncelikle bazı akışı bozan cümleler vardı bunu söylemek isterim. Anlatımda sanki bazı yerlerde zorlanmışsınız gibi. Çok fazla ama bağlacı kullanmışsınız. Mekân ve karakter tasvirleri biraz daha çok olmalıydı bence. Yani bu denli uzun bir yazıda mutlaka olması gerekirdi.
Bazı yazım hataları gördüm lakin bunlara tek tek değinmeyeceğim.
Bunlar dışında okurken bayağı eğlendim. Hani filmlerde böyle olmaz mıydı gibi örnekleriniz, beni gerçekten neşelendirdi. Hikayenin sonunda ağacın meyvelerinden birisini herhangi bir karaktere buldursaydınız keşke. Böyle bir son daha göze çarpardı.
Yazılarınızın devamını dilerim…
Yorumunuz için teşekkür ederim, hikaye 5 Nisan’da çıkacak sanıyordum o yüzden baya bir acele oldu bu yazı (5 saat içinde) ve ilk yazım ama umarım sonrakiler daha iyi olur 🙂
sonuna kadar hızlı bir şekilde okumaya iten bir anlatım vardı.ama sonu daha etkileyici olmalıydı bence tebrikler başarılar 🙂
Okuduğun için teşekkür ederim. Evet gerçekten ben de sonunun sönük olduğunu düşünüyorum maalesef…
5 saatte ancak bu kadar olabilir.tebrikler üzülme 🙂
Elinize sağlık, iyi bir öyküydü. Eğer haddimi aşıyorsam özür dileyerek bazı iyi-kötü eleştirilerde bulunmak istiyorum ilerideki yazılarınıza ışık tutabileceğini düşünerek. Önce beğendiğim yönlerinden başlayacağım:
5 saat için çok başarılı bir çalışma olmuş öncelikle. Çocukların birlikte kahraman olmaları hoşuma gitti. Hanım-ağaç-baba üçlüsü ve olayların çözülme süreci/sırası oldukça hoşuma gitti. Klasik bir başlangıcı vardı öykünün; ama etkileyici yazılmıştı. Bize portakal ağaçlarının orada koşan bir çocuk verdiniz ve sonra “bu yüzden” koştu dediniz, sonra “koştuktan sonra böyle oldu” dediniz ve her şey tıkırındaydı. Anlatım gücünüz iyiydi ve çoğu yerde net bir resim çizebiliyordu.
Gelelim olumsuz eleştirilerime (ki bunlar sayıca fazla olsa da öyküyü beğendiğim gerçeğini değiştirmiyor):
Öykünüzde bir bakış açısı yoktu (point of view). Demeye çalıştığım şu: öykü Hakan’ın hikayesi olarak başlıyor, yani onun ne yaptığını görüyoruz sadece; ama ardından Şeyma’yı da öyle görüyoruz, Alper’i de, Metin’i de, herkesi. Anlatabiliyor muyum? Yani Şeyma’yı topla kendi başınayken düşünceler içinde bulabildiğimiz an (Hakan’ın görüş mesafesinin dışında ve Şeyma’nın düşünceleri içinde) öykünün bakış açısı değişiyor. Kulübedebir çocuğun o duvardaki taşı çıkarıp içindeki anahtarı alırken düşüncelerine tanık olmamız vs. de buna dahil. Yanlış bir şey değil elbet birden fazla bakış açısı olması; ama benim kişisel görüşüm öyküyü zayıflattığı ve okuyucunun karakterle özdeşleşmesini baltaladığı şeklinde. Sonuçta bunun Hakan’ın öyküsü olduğunu düşünüyorum; ama öykü bitince bu Hakan’ın öyküsüymüş gibi hissettirmiyor. Büyük olan tek olumsuz yön bu bana kalırsa.
İkincisi, çocuklar hakkında oldukça zor, ve çoğu yerde başarılı olmuşşsunuz; ama yine de bazı cümleler, bazı düşünceler karakterlerin çocuk olduğu gerçeğinden sapıyordu. Çok fazla değillerdi; ama haliyle okuyucuyu yabancılaştırabilirler.
Dilbilgisi açısından Serhan Vural’ın da dediği gibi “ama” kullanımı biraz fazlaydı. Bir de “ama”larla birlikte noktalı virgül kullanmamışsınız. Bazı cümlelerde de dilbigisi hataları vardı; ama korkunç düzeyde değiller. Sadece tek tük, ufak tefek yazım hataları gibi.
Ben nedense öykünün başında anlamıştım maskeli adamın Hakan’ın babası olduğunu. Nasıl ve neden öyle düşündüğümü bilmiyorum, o yüzden keşke şurası şöyle olsaymış diyemeyeceğim; ama galiba “alıştığımız” şaşırtma yollarından biri olduğu için.
Korku filmleri, çocuk korkutma hikayeleri vs. göndermeleriniz güzeldi; ama biraz fazla buldum ben. Hatta sanki zaman zaman kolaya kaçmışsınız gibi. Sanki karakterinize büyük bir laf söyletmek istemişsiniz; ama o büyük lafı söylediği için gerçeklik bozulunca, hemen arkasına “filmlerdeki gibi konuştuğunu hissetti” koymuşsunuz. Birkaç kere yapıldığı zaman tatlı, daha fazla yapıldığı zaman yazarın kolaya kaçmasıyla ilgili şüpheler doğuruyor.
Ve son olarak genel bir öneri: (bu öyküyü 5 saatte yazdığınızı söylediğiniz için, bunu dahil etmiyorum ama) Taslaklar halinde çalışmanızı öneririm. Hiç değilse yazdıktan bir gün, bir hafta sonra tekrar çıkarıp 2. bir taslak yapmak gibi. Emin olun katlarca daha iyileştirecektir öykülerinizi. En basitinden dilbigisi ve yazım hatalarını ikinci taslakta görüp düzelteceksinizdir. Taslaklama hakkında internette İngilizce çok güzel kaynaklar bulabilirsiniz, Türkçe’de ne kadar varlar bilmiyorum. Bunu bir eksiğiniz olarak söylemiyorum. Her yazar da böyle çalışmaz; ama ben öyle çalışıyorum ve çoğu öyle çalışan insan için de inanılmaz faydaları olduğunu gördüm.
Tekrar tebrik ediyorum. Dediğim gibi umarım eleştirilerim haddini aşmamıştır. Tek maksadım mümkün olabilecekse ilerisi için size yardımım dokunması; zira açık eleştiriler getirebilecek okuyucu bulmak yayımlanmamış yazarlar için çok zor (çoğu kişi eş-dost-akraba-arkadaş olduğu için).
Kaleminize sağlık. İyi Günler.
Öncelikle vakit ayırıp okuduğunuz bir de bu kadar uzun ve faydalı bir yorum yazdığınız için çok teşekkür ederim.
Bakış açısı konusunda şimdi okuyunca farkettim sorunu. Yazarken eğer tüm karakterlerin gözlerinden bakmazsam hikayeyi tamamlayamam, eksik olur gibi gelmişti. Ama siz söyleyince ve hikayeyi tekrar okuyunca kastettiğiniz şeyi anladım.
Çocukların biraz şişirilmiş olduğunu, çocuk gibi olmadılarını bir arkadaşımdan daha duydum. Ama çocuklar konusunda yazarken çocuk bakış açısından bakmakta çok zorlandım ve sanırım bu yüzden oldu.
“Ama”lara gelirsek, bağlaçlar konusunda gerçekten problemim olduğunu ben de farkettim ve düzeltmek için elimden geleni yapıyorum. Sadece bunda değil. Yazdığım diğer bir kaç şeyde de bakıp bir sürü bağlacı kesip atmak zorunda kalıyorum maalesef. Bunu aşmaya çalışıyorum.
Önerileriniz için tekrar çok teşekkür ederim, bu konuda yeni olduğum için en faydalı şey eleştirilmem diye düşünüyorum. Talaklama ile ilgili kaynaklarınızı da fırsat olduğunda özelden sormak isterim.
İyi günler, başarılar.