Öykü

Kaçış Oyunu

Her ne kadar günümüzde kıtalar arasında ya da uzak ülkeler arasında ticaret yapmak ya da seyahat etmek için çok daha iyi ve sağlam gemiler inşa ediliyor olsa da yine de yolda yürürken bir Minotorla karşılaşma ihtimaliniz pek bulunmaz. Çünkü onların yaşadığı adalar daha çok korsan bölgelerine yakın olan okyanusun ortalarıdır. Ancak son yıllarda özellikle büyük kıtada bu değişik ırka daha sık rast gelmek mümkün olmaya başladı. Kimi zaman bir paralı asker, kimi zaman koruma, kimi zaman da bir köle olarak görülen Minotorlara özellikle zenginler arasında büyük bir rağbet vardı. Dışarıdan bakıldığında uzun boylu ve güçlü olan bu ırkın hemen hemen tüm fiziki özellikleri insanlarla aynıydı. Kafaları dışında…

İnsan vücudunun üstüne bir boğa ya da duruma göre bir inek kafası koyduğunuzu düşünün. İşte tam olarak ortaya böyle garip bir görüntü çıkar. Alışkın olmayanlar için, çiftliğinizde beslediğiniz boğanın, siz pazara alışverişe gittiğinizde yan taraftaki tezgahtarla pazarlığa tutuştuğunu görmeniz kadar şaşkınlık verici bir durumdur. Kimi yerlerde çocukları korkutmak için kullanılan masallardan fırlarlar, kimi zaman Minotor Beyinli diye hakaret etmek için isimleri anılır.

Jakhamunzu kaba taş bir banka oturmuş boş boş önüne bakıyor ve hâlâ son iki günde yaşadıklarının gerçek mi yoksa kötü bir rüya mı olduğunu anlamaya çalışıyordu. Neredeyse bütün ömrünü doğayla iç içe geçirip şimdi bu karanlık ve havasız yere kapatılmak en derin kabuslarında bile görmeyi aklına getirmeyeceği bir durumdu. Yanına birisi oturduğunda dönüp kim olduğuna bakmadı bile.

“Dostum o elindekileri bir an önce bitirsen iyi olur. Burada millet bir lokma yemek için birbirini kesiyor”

Daldığı düşünce ve kasvetten tamamen sıyrılan Minotor önce bir elinde tuttuğu pis bir tahta tabak içinde etli lapaya baktı sonra diğer elindeki iri ekmeğe. Aklına tüm bu kâbusun başladığı sabahın bir önceki akşam yemeği geldi. Lord Aiman ansızın tek başına çıkagelmiş ve birkaç günü çiftlikte geçireceğini söylemişti. Hemen ardından da evde hummalı bir çalışma başlamıştı. Aşçı ev sahibinin sevdiği güzel yemeklere girişmiş, seyis ertesi günkü av için atları ve tazıları hazırlamaya başlamıştı. Çiftliğin kahyası olarak da Jakhamunzu yapılan işlerin hepsini büyük bir titizlikle denetlemişti ki müthiş bir sofra kurulmuştu. Lord normalde çiftliğe geleceği zaman önden haber gönderirdi. Ama bu sefer hem habersiz gelmiş hem de mahiyetsiz. Yanında ne karısı Leydi Irene ne de korumaları vardı. Ancak adamın kararlarını ve yaptıklarını sorgulamak bir kahyanın haddine değildi. Üstelik Lorda da büyük bir sevgiyle bağlıydı. Daha neredeyse on yaşına bile gelmeden köyüne yapılan bir baskında başkalarıyla beraber kaçırılmış ve esir pazarında tutulmuştu. Yaşı ufak olduğu için onu kimse satın almaya yanaşmamış ve aç susuz bir şekilde kafesinde ölümü beklemeye başlamıştı. Her gün sırf zevk için kırbaçlanmış ve artık dökecek bir göz yaşı da kalmamıştı. Zaman zaman Minotor köylerine baskın yapıldığını ve kimilerinin kaçırıldığını duyardı ama bunun kendi başına geleceğini hiç aklına getirmemişti. En sonunda yaşamaktan tamamen umudunu kestiği bir gün Lord Aiman çıkagelmiş ve kendisini satın almıştı. İnsanlarla beraber yaşamaya alışması ve onların dilini öğrenmesi zaman alsa da şimdi kahyalığını yaptığı çiftlikte ona iyi bakılmış ve köle pazarından satın alınan birisine göre çok iyi muamele görmüştü.

“Bak evlat senin ailenden koparılmanın suçlusu ben değilim” demişti çiftliğe getirildikten birkaç gün sonra. “Bana öyle şaşkın gözlerle bakma ben pek çok dili iyi konuşurum” diye gülmüştü Lord Aiman.

“Seni satın aldım, çünkü o kafeste ölmek üzereydin ve içimden bir ses sana yardım etmem gerektiğini söyledi” diye devam ettikten sonra en sevdiği yeşil koltuğa yaslanıp bacak bacak üstüne attıktan sonra iki parmağını havaya kaldırarak “Önünde iki yol var, seni serbest bırakırım ve yoluna gidersin…”

Jakhamunzu bu beklemediği teklif karşısında gözlerini kocaman açıp çok uzun zaman sonra içinde filizlenen taptaze eve dönme umuduyla kendisini gülümserken bulmuştu.

“ve muhtemelen daha kapıdan adımını atar atmaz bir başkası tarafından kaçırılıp ya satılırsın ya da köleleştirilirsin” diye cümlenin kalanını duyduğunda korku ve hayal kırıklığı karnına bıçak gibi saplanmıştı.

“Veya burada kalırsın köle muamelesi görmeden yaşarsın ve sana verilen işleri yaparsın.”

İşte o günden sonra neredeyse on beş senedir büyük çiftlikte Lord ve Leydi Lavee’lerin hizmetinde canla başla çalışmış ve sadakati en sonunda kahyalıkla ödüllendirilmişti.

“Hey dostum” dedi yanındaki genç, elini Minotorun yüzünün önünde sallayarak dikkatini çekmeye çalıştı. “O lanet yemeği yemeyeceksen bana ver bari.”

Jakhamunzu iç çekip ekmekle tabağı uzattı ve kızıl saçlı gencin büyük bir iştahla kısa sürede ne var ne yok yutuşunu izledi.

“Sevdim seni” dedi yeni arkadaşı bir yandan sırıtıp bir yandan parmaklarını sanki üstlerinde şeker varmışçasına büyük bir iştahla yalarken. “Benim adım Eric” dedikten sonra az önce ağzına giren elini tokalaşmak için uzattı.

“ Jakhamunzu” dedi Minotor bir süre sonra elini uzatırken. En azından birileriyle tanışmak bu delikte yalnız kalmaktan iyiydi. Yaşadığı şok ve hayal kırıklığı yavaş yavaş yerini hayatta kalma içgüdüsüne bırakıyordu.

“Jak… ne?” diye sordu Eric ismi telaffuz edemeyerek. “Ben sana kısaca Jak desem olur mu?”

Başını salladı Jak “Zaten herkes öyle der.”

“Bak dostum” diyen Eric ayağa kalkıp arkadaşının karşısına geçerek ellerini beline koydu. Bu durumdayken bile karşısında oturan minotordan daha kısa görünüyordu. “Bu madeni işleten cüceler çok basit ama katı kuralları olan yaratıklardır. Eğer işini düzgün yaparsan ne kırbaçlanırsın ne aç kalırsın. Kavga çıkartırsan cezalandırılırsın, kaçmaya kalkışırsan öldürülürsün. Gece uyuduğun yerin dışında yakalanırsan kaçmaya çalıştığın varsayılır ve yine öldürülürsün”

“Yani hiç umut yok mu?” diye sordu Jak neredeyse fısıldayarak.

Eğer o an başını kaldırıp bakmış olsaydı, yüzü çilli arkadaşının gözlerinin bir an parladığını görürdü.

“Buradan çıkış yok dostum. Ama mahkumları güçlü kuvvetli tutmak için yemekler fena çıkmaz. Onun haricinde her yerde zırhlı tam donanımlı cüce muhafızlar vardır ve en ufak bir yanlışta seni öldürürler. Ha unutmadan” dedikten sonra bir parmağını havaya kaldırdı ve beklentiyi arttırmak için biraz bekledi “Eğer bir kaçma girişimini öğrenir ve ihbarda bulunursan –tabii ki gerçek olması kaydıyla- işte o zaman anında özgürlüğünü kazanırsın.”

* * *

Jakhamunzu için günler maden ocağının loş ışığında Kaz–Küre-Sür tek düzeldiğinde geçiyordu. Kazmayla yeri ya da duvarları kırıyor sonra birikenleri kürekle el arabasına dolduruyor ve en sonunda da dolan arabayı götürüp boşaltıyordu. Uyudukları hücrelerde gün ışığını görebilecekleri bir delik bile olmadığı için zaman ölçümünü tahminlere göre ve çalışma düzenine göre yapabiliyordu. Muhtemelen gün ışımadan hemen önce uyanıyorlar ellerine tutuşturulan lapa ve ekmekle kahvaltı yapıyorlar ve sonra da çalışmaya başlıyorlardı. Kaz–Küre–Sür. Başka hiçbir şey yoktu. Güçlü kuvvetli birisi olmasına rağmen bu kadar ağır iş yapmaya alışkın olmadığı için ilk günler zorlanmış ve hatta ilk gece yatmak için uzandığında avuç içlerinin su toplamış olduğunu fark etmişti. Gördüğü kadarıyla tüm mahkumlar içinde insan olmayan bir tek kendisi vardı ve öyle bir yere düşmüştü ki tecavüzcüler, katiller, uslanmaz hırsızlar ve en adi suçların en adi suçluları tarafından çepeçevre kuşatılmıştı. Tabii ki tüm bakışlar üzerinde ve herkesin dilindeydi. Kimisi ona inek diye hitap ediyor, kimisi de mööö diye bağırıyordu.

Açıkçası hiçbirine sinirlenmiyordu bile. Bu delikte içlerinde kalan azıcık insanlık kırıntısını da kaybetmişlerdi ve ona buna çatıp ölmek için bahane arıyorlardı. Hepsi o kadar iğrenç suçlar işlemişlerdi ki yanlarında olmak ruhunu kirletiyordu.

“Ah işte buradasın” dedi oradaki tek arkadaşı Eric.

Bir köşede oturmuş büyük bir iştahla yemeğini yerken arkadaşı da yanına oturmuştu.

“Nerede o ilk gün elindeki lapayı ve ekmeği veren sevgili minotor ve nerede şimdi tek bir kırıntı bile bırakmayan mahkum?” diye sataştı arkadaşı sırıtarak.

“Hayat, kişiye bazı şeyleri zor yoldan öğretmeyi seviyor” dedi Jak ağzındaki lokmaların arasından.

“Aaa güzel laf, bir de minotorlara inek beyinli derler” dedi Eric bir yandan da yan yan arkadaşına bakarak.

“Evet herkesi göründükleri gibi yargılama huyu maalesef yeryüzündeki tüm ırkların ortak özelliği” diye cevap verdi Jak büyük bir sakinlikle ve aynı zamanda elindeki ekmek parçasıyla tabağının çoktan sıyrılmış dibini sıyırarak.

“Al bakalım o zaman, dostluğumuzun nişanesi olarak…” dedi Eric tabağı ve ekmeğini şimdi ona inanmayan gözlerle bakan minotora doğru iterek.

“Ne yani sen… Sen kendi payını bana mı veriyorsun?”

“Eh iyiliğe iyilik”

“İyi ama sen yemezsen nasıl çalışacaksın?”

Eric soru karşısında gülümseyip bir omzunu silkti “Ben mutfaktan bir şeyler ayarlarım” dedi fısıldayarak. “Burada uzun zaman kalınca bazı dostlar ediniyorsun.”

Jak duydukları karşısında şaşırsa da ve işin içinde bir iş olup olmadığını merak etse de yine de kendine hâkim olamayıp ona sunulan adeta bir sandık dolusu hazine değerindeki öğle yemeğini alıp büyük bir iştahla yemeğe başladı.

“Dikkat et dostum parmaklarını yeme” diye takıldı ona Eric.

“Açıkçası parmaklarımı yalamayı planlıyordum” dedi Jak ağzı dolu bir şekilde sırıtarak ve Eric de neşeli bir kahkaha attı.

“Hadi lanet olasılar kıçınızı kaldırın ve işinizin başına dönün!” diye bir ses geldi öteden ve sohbetleri yarım kaldı.

Jak bir yandan işine dönerken bir yandan da ikinci tabak yemeğini boğazına tıkmakla meşguldü ve arkadaşına ağız dolusu tükürükler saçarak teşekkür etmeyi ihmal etmedi.

Ertesi gün her zamanki çalıştığı galeriye gittiğinde kendisini ufak bir sürpriz bekliyordu. Normalde başka yerde çalışan Eric de onunla aynı yere gelmişti.

“Hey senin burada ne işin var?” diye sordu arkadaşına bir yandan da muhafıza endişeli bir bakış atarak. Mahkumların aralarında konuşmalarına ses çıkarılmıyordu ama uzun muhabbetler kırbaçla ya da daha kötüsü aç bırakılmayla cezalandırılıyordu.

Eric bu soruya yalnızca sırıtıp bir omzunu silkerek cevap verdi. O ne zaman sırıtsa Jak gülmemek için kendisini zor tutuyordu. Çünkü bu kızıl saçlı, çilli yüzlü ve kısa boylu arkadaşının üst ön dişlerinden birisi yoktu ve ne zaman sırıtsa ya da gülse ortaya çok komik bir manzara çıkıyordu. Hani şu yaramaz ele avuca sığmaz küçük çocuklar gibi bir havası vardı.

“Söylesene o dişini nasıl kaybettin?” diye sordu Jak bir gün su molasında.

“Lanet olası fırıncı küreği yüzünden” dedi Eric ter içinde kalmış alnını silip büyük bir açlıkla suyunu içerken.

“Ne yaptın camına taş mı attın?” diye sordu Jak gülüp.

“Hayır, günlerdir boş olan midemi doldurmak için ekmek çalıyordum” diye cevap verdi Eric ciddi bir yüz ifadesiyle “Ve yalnızca yedi yaşındaydım” derken yeşil gözlerinin bir an kapkara olduğunda yemin edebilirdi Jak.

Her gün birbirinin aynısı olarak geçiyordu. Kaz-Küre-Sür. Her ay sonunda cüceler o ay ne kadar iş yapıldığını ilan ediyorlar ve eğer planladıklarından daha çok verim alınmışsa ayın son günü yarım gün izin veriliyor akşam yemeği iki çeşit çıkıyor ve herkese ikişer porsiyon veriliyordu. Üstelik cüce birası da cabasıydı. İşte böyle zamanlarda ortalık tam bir bayram yerine dönüyor mahkumların bazıları mutluluk göz yaşı bile döküyorlardı. Jak artık masum olduğunun ortaya çıkma umudunu tamamen kaybetmişti. Zaman zaman bazı mahkumların artık bu hayata dayanamayarak başlarını taşlara vura vura intihar ettiklerini duyduğu oluyordu. Ya da buna cesaret edemeyenlerin başkalarını öldürüp kendi idamlarını beklediklerine şahit olmuştu. Böyle bir son onun da aklına ister istemez gelmişti. O güzel çiftlik havasını, yumuşak yatağını ya da zaman zaman yaptığı orman yürüyüşlerini hatırladıkça içi kararıyor yaşamaya dair bütün isteği solup gidiyordu. Ama kendi eliyle kendi ölümünü hazırlama fikrine hiç sıcak bakmıyordu. Üstelik hiçbir suça karışmayıp iyi bir performans gösteren on yıllık mahkumların affedildiklerini de duymuştu. Umut umuttu ve en azından şimdilik bunu bekleyecek sabrı vardı. Çünkü burada olmayı hak etmemişti ve bir gün mutlaka bu delikten çıkacak, belki de kendi ülkesine giden bir gemiye binecekti.

“Yani sana şöyle bir bakıyorum da hiç öyle katil ya da tecavüzcü gibi görünmüyorsun” dedi Eric öğle yemeği için sıraya girdiklerinde. “Sen buraya nasıl düştün yahu?”

“Kesin ahırdaki inekleri becerirken yakalanmıştır” dedi diğer bir mahkum alayla kahkaha atıp. “Ne yaptın, ineği hamile bırakıp kaçtın mı?”

“Hayır lan göt, ananı hamile bırakıp kaçmış” diye araya girdi Eric kısa boyuyla ki karşısındaki adam yaralı bir suratı olan iri yarı bir mahkumdu. “Hey yoksa sen o doğan çocuk musun?”

Daha diğer adam tükürükler saçıp harekete geçmeden muhafızlar sert bir şekilde araya girip her üçünü de herkes izinliyken çalışma ve aç bırakılmayla tehdit edince ortalık bir anda duruldu. Hatta Eric ve diğeri birbirilerine sarılıp göstermelik de olsa konuyu tatlıya bağladılar. Tüm mahkumlar için hayatlarındaki en önemli olay o yarım günlük izin, ikişer porsiyon akşam yemeği ve cüce birasıydı. Kaz-Küre-Sür döngüsüne karşılık Yarım Gün İzin-İki Porsiyon Yemek-Cüce Birası ödülü vardı.

“Lanet olsun sana, istesen buradaki herkesi sindirebilirsin ama onun yerine alaylarına, tacizlerine ve kötü kokulu şakalarına boyun eğiyorsun.”

İki arkadaş öğle yemeklerini almış, her zamanki köşelerine çekilmişlerdi. Günün kalanı izinli oldukları için yemeklerini de acele etmeden yiyorlardı ki yine de kısa sürede silip süpürmüşlerdi. Uzaktan o ikisini gören aralarındaki tezatlığa şaşkın şaşkın bakmaktan muhtemelen kendisini alamazdı. Bir tarafta neredeyse iki metrenin üzerinde korkutucu görünen bir Minotor diğer tarafta ise kısa boylu genç bir adam yan yana oturmuş muhabbet ediyorlardı. Eric o kadar çelimsizdi ki arkadaşının yanında küçük bir çocuk gibi görünüyordu.

“Ve böylece elime ne geçecek?” diye sordu Jak sırtını duvara dayamış keyifli keyifli otururken.

“Ne mi geçecek? Kimse seni rahatsız edemeyecek dostum olan bu işte” dedi hararetli bir şekilde ve hemen sonra aklına gelen bir fikirle kaşlarını çatıp “Belki de o kadar cüssene rağmen korkuyorsundur. Sonuçta cesaret yürek işidir.”

“Çok cesur birisi olduğumu iddia edemem” diye cevap verdi Jak gülümseyerek “Ama buradaki kimseden korkmuyorum da. Ben yalnızca bana laf atan bu kişilerle muhatap olmak istemiyorum. İnsanlığını kaybetmiş içi kararmış bu adamlarla değil konuşmak aynı havayı solumak bile ruhumu kirletiyor.”

“Bana istediklerini söylesinler duymuyorum bile, üstelik bu geri zekalılar için başım belaya da girsin istemiyorum.”

Eric bir gözü kapalı uzun uzun başını kaşıdıktan sonra daha fazla yorum yapmak istemedi. Arkadaşının bakış açısını pek anlamadığı her halinden belli oluyordu.

“Ben Lord Aiman’ı öldürmekle suçlandım ve buraya tıkıldım” dedi Minotor üzgün bir şekilde.

“Ancak sen yapmadın”

“Tabii ki ben yapmadım bunun için bir sebebim bile yoktu.”

“Ah hadi ama herkes aynı şeyi söyler” dedi Eric bilmiş bir tavırla. “Buradaki adamların yarısından çoğu masum olduklarını iddia ediyorlar.”

“Bak neler oldu hiç bilmiyorum. Lordla beraber her zamanki gibi ava çıktık ve gece kamp yaptık. Sabah muhafızların tekmeleriyle uyandım ve hemen ileride çadırında uyuyan Lordun boğularak öldürülmüş olduğunu öğrendim.”

“Ve sen yapmadın?”

“Hayır, tabii ki ben yapmadım seni kalın kafalı çilli suratlı” diye güldü Jak. “Ben yapmış olsam neden uyuyayım? Kaçardım oradan.”

“Belki de muhafızların geleceğini bilmiyordun ve rahat davrandın” dedi Eric zafer kazanmışçasına sırıtarak.

“Ya da belki birisi adamı öldürüp suçu bana attı?” dedi Jak nasırdan kalınlaşmış ellerine bakarak. “Birisi yanımıza aldığımız suya ya da şaraba ilaç karıştırdı ve ben uyurken Lordu öldürdü?”

“İyi ama kim?” diye sordu arkadaşı merakla.

“Ben de zaten en çok bunu merak ediyorum işte. Ama ister inan ister inanma ben suçsuzum.”

“Yani şöyle bir bakınca gerçekten de masum olabilirsin. Eğer bir katil olsaydın buradakilerin alaylarına başını çevirmezdin herhalde.”

“Peki ya sen? Sen niye buradasın?”

“Ben lanet olası uslanmaz bir hırsızım, açamayacağım kilit, çalamayacağım eşya yoktur. Son büyük vurgundan sonra ortaklarım bana ihanet etti” dedikten sonra ellerini iki yana açıp “Ve kendimi bu cehennemde buldum.”

Aynı günün akşamı yemekte mahkumlara et ve taze ekmek dağıtıldı. Yanında da ikişer maşrapa bira. İçtikleri bira çok yoğun ve çok ağırdı üstelik normal zamanlarda sadece su içtikleri için kimileri çok çabuk sarhoş oluyordu.

Jak yalnızca bir maşrapa içtikten sonra diğerini arkadaşına ikram edip içindeki birayı idrar olarak dışarı boşaltmak için yerinden ayrıldı. Geri döndüğünde ise gördüğü manzara karşısında adeta dehşete düştü. Öğlen ona sataşan ve sonra da Eric’le dalaşan katil şimdi elinde kenarları çok keskin görünen el büyüklüğünde bir taşı sessiz bir köşede arkadaşının boğazına dayamıştı.

“Bakalım şimdi de aynı şekilde alay edebilecek misin seni piç” diye hırlarken Eric canhıraş bir şekilde adamın elini nafile bir çabayla boğazından uzaklaştırmaya çalışıyordu.

“Geri çekil seni lanet olası hödük” diye seslendi Jak. Aslında bağırmak isterdi ama muhafızların dikkatini çekmek istemiyordu. Bu işi kendisi halletse daha mutlu olacaktı.

“İşte sevgili inek beceren de gelmiş” dedi katil sapsarı dişlerini gösterip sırıtarak. “Buldun tabi kızıl saçlı tatlı çocuğu her gece beceriyorsun değil mi? Eh inek bulamayınca…”

Ancak büyük bir keyifle ağzından çıkacak kelimeler Jak’ın hızla arayı kapatmasıyla yarım kaldı. Hemen hemen kendi boyuna gelen adamı adeta bez bir bebekmişçesine boynundan tutup arkadaşından uzaklaştırdıktan sonra geriye mağara duvarına hızla savurdu. Adam hızla başını çarpıp gümbürtüyle yere düşerken iki arkadaş oradan hızla ayrılıp az ilerideki duvarın dibine oturdular ve o anda iki tane muhafız ellerinde arbaletlerle olay yerine geldiler.

“Neler oldu burada sizi lanet olası hödükler?” diye sordu birisi.

Jak ve Eric sanki çok uzun süredir orada oturuyorlarmış gibi ellerinde maşrapa muhafızlara baktılar.

“Hep derim yaramıyorsa içme” diye lafa girdi Eric gayet sakin bir şekilde. “Adam o kadar sarhoştu ki yerinde duramıyordu” dedikten sonra heyecanla ayağa kalkıp “Hey o da ne öyle?” diye sorduktan sonra hızlı adımlarla yerde yatan katile doğru seğirtti.

“Bir adım daha atarsan oku kıçına yersin evlat” dedi muhafızlardan birisi. Her ikisi de Eric’i hedef almışlardı.

“Bence siz de daha az içseniz iyi olur dostlar” dedi Eric baygın katilin elinin az ilerisindeki kenarları keskin taşı göstererek “Daha gözünüzün önündeki suç aletini görmüyorsunuz.”

Cüceler önce kendi dillerinde küfrettiler sonra da önce taşı alıp incelediler daha sonra yerdekini adeta bir saman çuvalıymış gibi kolayca kaldırıp götürdüler.

“O piç en az iki ay hücre cezası alır” dedi Eric yerine otururken. “O değil de sen gerçekten de cesurmuşsun Jak” diye devam etti arkadaşını da güldüren bir sırıtmayla.

* * *

Bir gün iki arkadaş doldurdukları arabaları boşaltıp dönerlerken Eric başını çevirip arkadaşına durmasını söyledi ve yanına kadar gidip “Bak dostum geri dönmek için çok az zaman var sana bir şey söylemeliyim” diye fısıldadı koca minotorun dibine kadar sokularak.

Taş boşaltma yolu onları kimsenin duyamayacağı tek yerdi ama biraz bile geç kalırlarsa mutlaka açlıkla cezalandırılırlardı.

“Bu ay sonu verilecek yarım günlük izinde kaçmayı planlıyorum bana katılır mısın?”

Jak o kadar şaşırdı ki bir an ne diyeceğini bilemedi. “Şaka mı yapıyorsun” diye fısıldadı ve korkuyla gelen giden var mı diye kulak kabarttı.

“Ne şakası yahu, gayet ciddiyim. Var mısın yok musun?”

Eric’in bakışlarındaki alışık olmadığı ciddiyet minotorun ikna olmasına yetmişti. “Varım” diyebildi heyecandan titreyen bir sesle.

“O halde akşam yemeğinden sonra konuşalım.”

Jak için saatler geçmek bilmiyordu. Bir an önce akşam olmasını ve Eric’le konuşmayı bekliyordu. Açıkçası bu zindanda Eric olmasa muhtemelen hayattan tamamen kopar ve belki de etrafındaki pek çok adam gibi içinde iyi olan ne varsa hepsini kaybederdi. Arkadaşı ona hep biraz çılgın birisi gibi gelmişti ve şimdi karşısına kaçma teklifiyle çıkmıştı. Acaba bu kadar sıkı korunan bir yerden nasıl kaçmayı düşünüyordu ki?

“Dostum, sen genelde oturur oturmaz yemeğini yalayıp yutardın. Nedir seni durduran?” diye sordu Eric bir gözünü muzipçe kırparak. Zarif hareketlerle ekmeğinden parça koparıp lapasına batırarak yiyordu.

“Daha ne olsun seni lanet olası. Kafam allak bullak oldu senin yüzünden. Aklımda ne açlık var ne de yorgunluk.”

Yine onları kimsenin duyamayacağı uzak bir köşeye çekilmişlerdi ama temkini elden bırakmıyorlar ve etrafı gözlüyorlardı.

“Bak dostum, son işte büyük bir vurgun yaptığımı biliyorsun”

Jak evet anlamında başını salladı.

“Buradaki bazı muhafızlarla anlaştım, eğer kaçarsam elimdekilerin yarısını vereceğim. Biz bu delikten kurtulacağız, onlar da kurtulacaklar. Şu hallerine bak, kim burada muhafızlık yapmak ister ki?”

“Peki ne zaman?”

“Bu ay sonu verecekleri yarım gün izinin gecesinde. Yalnız, her zaman risk var biliyorsun. Bir şeyler yanlış giderse bizi yavaş yavaş öldürürler” dedikten sonra lokma boğazına kaçmış gibi öksürmeye başladı ve iki muhafızın onların tarafına doğru yöneldiğini işaret etti.

İkisi de yemeklerine gömülüp doğal davranmaya özen gösterdiler ve tekrar yalnız kaldıklarında “İyi düşünmeni tavsiye ederim” dedi Eric.

“Biz zaten burada yavaş yavaş ölmüyor muyuz?” diye sordu Jak. “Ben varım.”

Kaçış planlarını gerçekleştirmek için tam üç ay beklemek zorunda kaldılar. Çünkü mahkumlar arasında patlak veren büyük bir kavga kan dökülerek bastırılmış ve kalanların üzerindeki baskı daha da arttırılmıştı. Üstelik ay sonu olması beklenen Yarım Gün İzin-İki Porsiyon Yemek-Cüce Birası ödülü iki aylığına iptal edilmişti. Üçüncü ayın sonunda yapılan çalışmalar hesaplanıp planlananın önünde gidildiği ortaya çıkınca mahkumların ödüllendirileceği açıklandı.

“Dostum herkes uyuduktan sonra sessiz bir şekilde yemek dağıtılan salonun önüne gel, mahkumlar kafayı bulduğu için neredeyse hiç devriye olmaz koridorlarda. Benim ayarladığım muhafızlar bizi oradan alıp götürecekler. Kim erken giderse diğerini orada bekler. Muhafızlar yalnızca benim olacağımı düşünüyorlar o yüzden seni gördüklerinde kısa bir şaşkınlık olursa için rahat olsun ben hallederim” dedi Eric fısıldayarak. “Yalnız uyarıyorum hâlâ vazgeçebilirsin biliyorsun.”

“Bu kadar beklemişken mi?” diye cevap verdi minotor sivri boynuzları taşıdığı kafasını iki yana sallayarak. “Asla olmaz.”

Gece yarısı olduğunda Jak’ın kalbi heyecandan öyle hızlı atıyordu ki etrafındaki adamların uyanacağından korktu. Ancak herkes biranın verdiği sarhoşlukla çok derin bir uykuya dalmıştı. Kafasındaki tezat düşünceler adeta içini kemiriyordu. Bir yandan bütün planın başarılı olup özgürlüğe adım attığını düşlüyor ve dışarı çıktığında içine çekeceği temiz havanın, göreceği yıldızların, kavuşacağı özgürlüğün hayalini kuruyordu. Ancak diğer yandan yakalandıklarını hayal etmeden de duramıyordu. Muhafızların etraflarını sardıklarını, zincire vurulduklarını ve herkese ibret olsun diye işkenceye tutulduklarını düşünüyordu. En sonunda vakit geldiğinde yerinden o kadar yavaş kalktı ki buluşma zamanını kaçıracağından korktu. Gölgelerin içinde etrafa kulak kabartarak yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Bir yandan da her an karanlıktan birisi fırlayacakmış gibi hissediyordu. Cesareti o kadar kırılmıştı ki vazgeçmeyi bile düşündü. Hem dışarı kaçsa bile ne yapacaktı ki? Ne gidecek bir yeri vardı ne de sığınabileceği bir dostu. Üstelik kaçtıkları anlaşılır anlaşılmaz peşlerine düşerlerdi mutlaka. Bir yandan bunları düşünürken son bir cesaret kırıntısıyla Eric’le buluşacakları kapıların önüne geldi. Ancak arkadaşı ortalarda görünmüyordu. Belki de erken geldim diye geçirdi içinden.

Uzaktan ayak sesleri duyduğunda önce bunun Eric olduğunu düşündü ama sonra bu kadar gürültünün ancak muhafızların çizmelerinden çıkabileceğini fark ettiğinde rahat bir nefes aldı. Sonunda onları almaya geliyorlardı ve eğer arkadaşını da onların yanında görürse herhalde hiç şaşırmazdı. Bu kadar vurdumduymazlık ancak ondan beklenirdi zaten.

Karşıdan sadece iki cücenin geldiğini görünce içinde ister istemez içinden bir korku ve panik dalgası geçti. Lanet olası Eric nerede?

“Sakın kıpırdama seni göt!” dedi muhafızlardan birisi Jak’ı fark ettiği anda ve hemen iki arbalet de ona doğruldu.

“Senin burada ne işin var?” diye sordu diğeri düşmanca bir tavırla. Sakalları o kadar gürdü ki neredeyse tüm yüzünü kaplıyordu.

“Ben… Ben” diye kekeledi koskoca Minotor ürkekçe. “Ben de sizi bekliyordum.”

“Hahahaha” diye güldü daha az kıllı olan cüce “Bak sen, bizi bekliyormuş. Umarım seni öldürmememiz için bize iyi bir sebep verirsin seni inek suratlı moron.”

Jak’ın kafası o kadar karışmıştı ki beyni uyuşmuş gibi hissediyordu. Gerçekten de onun burada beklemiyorlardı ama Eric de henüz gelmemişti. O yüzden durumu kendisinin açıklaması gerekecekti.

“Biz sizi bekliyorduk” dedi bütün cesaretini topladı ve en kibar kâhya tavırlarını takındı. “Tıpkı daha önce anlaştığınız gibi buradayız. Yani ben buradayım saygıdeğer cüceler ve arkadaşım da…” demeye kalmadan ilk arbalet oku bacağına saplanmıştı bile. O daha ne olduğunu anlayamadan ikincisi de omzuna saplandı ve acı içinde kendisini yerde buldu.

Cüceler çok basit bir ırktı. Gerektiğinde ince işçilik konusunda adeta bir sanatkara dönüşebilirlerdi ama ince işçiliği de öyle bir yaparlardı ki dışarıdan bakan gözler için sanki bir çocuk bile aynısını taklit edebilirmiş gibi gelirdi. Jak her bulduğu fırsatta çiftlik evindeki kütüphaneye gider ve sürekli okurdu. O yüzden cüce halkı konusunda da bilgi sahibiydi. Ve son üç gündür şöyle bir bakınca yaptıkları işkenceyi de aynı sadelik ve basitlikte yaptıklarını fark etti. Sorguya Çek-Bayılana Kadar Döv-Üzerine Bir Kova Su Dökerek Ayılt. Aynı döngüyü defalarca ve bıkmadan tekrarlıyorlardı. Ancak ince işçilik gerektiren kısım ise döverken vurmayı seçtikleri yerlerdi ki Jakhamunzu kaç defa bayılıp ayıldığını saymayı çoktan bırakmıştı. Ondan istedikleri şey çok basitti. İsim ve isimler. Kim kaçış planını yapmıştı ve onlara hangi muhafızlar yardım edecekti.

Jak’ın anladığı kadarıyla muhtemelen buluşma yerine erken gitmişti ve yanlış muhafızlarla karşılaşmıştı. Eğer isim verirse Eric ve diğer iki muhafıza da aynı şeyler yaşatılacaktı. Üstelik en sonunda hepsi ölüme mahkum edilecekti. O yüzden minotor ne kadar ağır dayak yerse yesin tek bir isim bile vermemişti ki zaten Eric’in ayarladığı muhafızların kim olduklarını bilmiyordu bile. Kararı kesin, inadı inattı arkadaşını satmayacaktı. O zaten kaçış teklifine evet dediğinde tüm riskleri göze almıştı. En azından yakında ölecekti ve tek avunduğu şey buydu. Tüm bunlar son kez bayılmadan önce attığı çığlıklar arasında aklından geçen son şeylerdi.

* * *

Gözlerini açtığında değil hareket etmek parmağını oynatacak kadar bile gücü yoktu. Bir an kendisini rüyada sandı çünkü yattığı yer işkence gördüğü odaya hiç benzemiyordu. Acaba rüya değil de ölmüş müydü? Peki madem öldüyse neden yatakta ve ağır yaralıymış gibi hissediyordu kendisini?

Sol tarafında bir kapı yavaşça açıldığında başını zorla çevirdi ve içeri düzgün kıyafetli başında çok şık bir şapka olan bir goblin girdi. “Sanırım uyanmış patron” dedi kapıyı sonuna kadar açıp arkasındaki kişinin içeri girmesi için yol verirken.

Jak yaşadığı hiçbir şeye bir anlam veremiyordu. Acaba cüceler onu konuşturmaları için goblinlere mi havale etmişlerdi? Peki ya şu içeri giren kişiyi daha önce nerede görmüştü? Kızıl saçlı, çilli yüzlü kısa boylu bir genç yüzünde çok mahcup bir gülümsemeyle elleri şık pantolonunun cebinde içeri girip yatağın yanına kadar geldi.

“Eric?” diye fısıldadı Jak şaşkınlıkla. “Bu gerçekten sen misin?”

Goblinin getirdiği sandalyeye oturan Eric utançtan çilleri daha da belirgin olacak kadar kızaran yüzünü bir an için önüne eğdi. “Selam dostum nasılsın?”

“Sen” diye fısıldadı Jak “Ben” dedi sonra ve sustu. Aklı almıyordu çünkü tüm bu olanları.

“Öncelikle içinde bulunduğun durum için senden çok özür dilerim” diye söze başladı Eric arkasına yaslanarak. “Ancak ben dostlarımı hep incelikle seçerim ve onların her şeyden çok güvenilir kişiler olmalarına dikkat ederim.”

“Ne diyorsun yahu sen lanet olası?” diye sordu Jak kaburgalarına giren ağrıyla yüzünü ekşitirken.

“Sana uzun uzun anlatırdım ama hekime kısa bir ziyarette bulunacağıma söz verdim. Bir minotorun madenlere mahkûm edildiğini duyduğumda hemen neler olup bittiğini soruşturdum. Seninle ilgili topladığım tüm bilgiler, senin hem çok bilgili hem çok nazik hem de çok cesur olduğunu söylüyordu. Ve tabii ki bir katil olamayacağını da… Bir karar vermem gerekti ya seni o delikten kurtaracaktım ya da bir ömür orada çürüyecektin.” dedikten sonra yatağında hareketsiz yatan arkadaşının takip edip etmediğini görmek için sustu.

“Ancak tüm topladığım bilgilere rağmen seni yakından tanımalıydım ve bu yüzden de kendim için madenlere kısa bir tatil ayarladım. En sonunda gördüm ki sende anlatılanlardan fazlası varmış.”

Minotor bir rüya görmediğine ya da ölmediğine ikna olmuştu. Ama Eric’in anlattıkları ona inanılmaz geliyordu. Yine de arkadaşının yüzündeki ciddiyet söylediği her bir kelimenin doğru olduğuna inanması için yeterli gelmeye başlamıştı.

“İyi de seni lanet olası oraya nasıl girdin ve nasıl çıktın. Ve niye bana günlerce işkence etmelerini bekledin?”

Eric tekrar mahcup bir şekilde gülümsedi “Dostluklar en zor anlarda sınanır. Sen ne olursa olsun arkadaşın Eric’i satmadın. Benim bunu da görmem gerekiyordu. Ayrıca madeni işleten cücenin bana bir iyilik borcu vardı ve onu yerine getirdi” dedikten sonra ayağa kalktı “Artık sen de ekiptesin sevgili dostum aramıza hoş geldin.”

“Ekip mi ne ekibi?”

“Tabii ki benim ekibim ve dostlarım. Ünlü Mullheim çetesi” dedi Eric reverans yaparken.

“Sen de…” dedi Jak şaşkınlıkla. “Mullheim “Çilli” oluyorsun o halde…”

“Ta kendisi” dedi Mullheim boş dişini göstererek sırıtıp. “Ancak eğer bana katılmak istemezsen iyileştikten sonra hür bir şekilde istediğin yere gidebilirsin. Üstelik seni tanıyan herkes madenden kaçarken yakalanıp öldürüldüğünü biliyor. Yani artık özgürsün dostum.”

Jak uzun uzun arkadaşının yeşil gözlerine baktı ve “Ben sana daha en başında varım dememiş miydim seni olası” derken sırıtmadan edemedi.

Kürşat Hürmüzlü