Öykü

Geleceğe Dönüş

Hafif bir rüzgârın estiği yıldızsız gece göğünde ortalığı aydınlatma görevini tek başına ve kocaman görünen dolunay üstleniyordu. Hani şu Süper Ay denilen gecelerden biriydi. Acaba bu dönemde insanlar ayın bu haline ne yorum yapıyorlardı? Ancak bu ışık şovuna rağmen altında bulunduğum ağacın sık dallarından ve yapraklarından dolayı tamamen karanlık içindeydim. Kana ve toprağa bulanmış bir halde sırtımı ağaca yaslamış öylece olduğum yerde duruyordum. Kendimi içi boş bir kabuk gibi hissediyordum. Yaşadığım şeyi ne aklım alıyordu ne de idrak edebiliyordum. Daha hâlâ bilinçaltım cılız bir sesle tüm bunların bir şaka olduğunu fısıldasa da artık ona inanmıyordum. Ciddi ciddi zaman yolculuğu yapmış Orta Asya’nın bozkırlarına gelmiştim.

Vücudumdaki her bir kas adeta isyan edercesine ağrıyor ve bırakın yerimden kalkmayı parmağımı bile oynatamıyordum. Eğer ben zamanda yolculuk yapabildiysem bunu başkaları da yapmış olmalıydı. Ah acaba Einstein bu durumu görse nasıl bir yorum yapardı? “Tüm teorileri çöpe atıyorum ve her şeye baştan başlıyorum dostum.”

Dışarıdan bakıldığında tıpkı diğerleri ile aynı görünen ağaç, beni bu zamana getirmişti. Demek ki Seğmenler Parkındaki ağaçla arasında bir bağlantı vardı ve beni kendi zamanıma geri götürebilirdi. O kadar yalvarmama, dil dökmeme, küfürler etmeme ve hatta tek kelimelik aktivasyon parolaları uydurmama rağmen -ki buna Açıl Susam Açıl ve Mellon (Elf dilinde Dost) dahildi- ağaç hafif esintide yapraklarını hışırdatmak haricinde hiçbir tepki vermemişti. Lanet olsun sana… Başımı ağacın sert gövdesine dayadım ve gözlerimi kapattım.

“Orada daha ne kadar oturmayı planlıyorsun?”

Hissettiğim tüm ağrı ve sızıya rağmen hem panik hem de heyecanla yerimden kalktım. Kulaklarımı adeta baskı yaparcasına zorlayan gümbürtü, bir davul sesi değil kalbimin çarpıntısıydı. En sonunda ağaçtan bir tepki alabilmiştim.

“Bu nasıl bir soru yahu? Beni evime geri götürsene!”

“Gerçekten geri dönmek için bu kadar acele ediyor musun?”

Ben tam derin bir nefes alıp ağaca bildiğim en kalaylı küfürleri sıralayacakken sadece bir metre ötemde iki tane sarı ışık belirdi ve gölgenin içinde bir hareketlenme oldu. Kulaklarımdaki gümbürtünün şiddeti daha da artarken kuruyan dudaklarım ve kaskatı kesilen vücudum az sonra korkudan bayılabileceğimi haber veriyordu. Sapsarı meraklı gözler bana az ötemden bakarken istemsiz olarak geri geri gitmeye başladım ve aydınlığa çıktım. Hâlâ benimle konuşanın ağaç mı yoksa sarı gözlerin sahibi olan şey mi diye merak ediyordum. Ayağım takılıp kıç üstü yere düştüğümde sarı gözler de hareketlendi ve bir adım sonra “Allah” diyebildim, ay ışığının aydınlattığı gri yeleli kocaman kurdu gördüğümde. Adım adım adeta acelesi yokmuşçasına ve itiraf etmeliyim ki büyük bir zarafetle bana doğru yaklaşan kurt bu zamana kadar gördüklerime -tabii ki belgesellerden bahsediyorum- kıyasla kocamandı. Hani şu Taht Oyunları dizisinde Starkların karşılarına çıkan kurtlar kadar iriydi. Belki de daha iri.

Bir adım ötemde duran canavar bana adeta tepeden bakıyordu ve nereden anladım bilmiyorum ama bakışlarında bir düşmanlık ya da kötü niyet en azından şimdilik yoktu. Göz alabildiğine uzanan bozkırda duyulan tek ses rüzgâr ve az ötedeki inatçı ağacın hışırdayan yapraklarıydı.

“Ben…” diye söze başladım ama ne diyeceğimi bilemedim. Üç seçeneğim vardı aslında. Benimle az önce konuşan ya ağaçtı ya kurttu ya da görünmez başka bir varlık.

“Evet sen?” diye cevap verdi kurt ve böylece diğer iki seçeneği elemiş oldu.

“Ben, ben… Ben çok korkuyorum” dedim titrek bir sesle ve sırtımdan acayip bir yük kalktı. Gözlerim dolu dolu olmuştu.

“Korkmak ve bunun farkında olmak iyidir. Korkuyu itiraf etmek ise bir erdemdir.”

Ses tonundan mı desem yoksa yaydığı havadan mı bilemiyorum ama karşımda bir dişi kurt durduğundan emindim. O kadar kir pas içindeydim ki sağda solda iri bir geyik bulmak varken beni niye yesindi ki?

“Artık tanışalım mı?” dedikten sonra ağzının kenarları gülümser gibi kıvrıldı ve olduğu yere rahat bir şekilde yerleşerek boylu boyunca uzandı. “Ben Aşina.”

“Aşina mı?” diye tekrarladım şaşkınlıkla. Merakım ve heyecanım korkuma galip gelmeye başlamıştı. “Hani şu efsanelerdeki kurt mu? Türklerin atasını doğuran?”

“Hmmm baya da bilgiliymişsin. Evet ben o kurdum yiğit Kür Şad.”

“Adımı nereden biliyorsun?” diye sordum ama ne kadar da saçma bir soruydu. Efsanelerdeki kurtla ay ışığı altında muhabbet etmeye şaşırmayıp da adımı bilmesine şaşırmak tam bana göre bir ahmaklıktı.

“Daha zekice sorular sormanı bekliyorum.”

Yere düştüğümden beri pozisyonumu değiştirmemiş olduğumu fark ettim ve zorla da olsa daha rahat bir pozisyon alıp bağdaş kurdum.

“Ben nasıl geri dönebilirim?”

“Daha zekice sorular” diye diretti Aşina sakin ama kararlı bir sesle.

“Buraya nasıl geldim ve tekrar nasıl dönerim?” diye sordum biraz düşündükten sonra.

“Şu ağaç vasıtasıyla geldin” diye cevapladı kurt arkasındaki ağacı başıyla işaret ederek “ve yine aynı şekilde dönersin.”

“Harika” dedim belimi tutarak ayaklanırken “Lütfen bana yardım et ve evime döneyim.”

“Ama hâlâ asıl soruyu sormadın” diye cevap geldi “Neden buradayım?”

“Neden buraya geldiğimi öğrenmek istemiyorum. Yalnızca evime geri dönmek istiyorum. Benim bir ailem ve hayatım var” dedim topallayarak ağaca doğru yürürken.

“Bütün budun seni beklerken mi?” diye cevap geldi arkamdan. “En azından dinleme erdemini gösterirsin diye düşünmüştüm.”

O an eğer en azından dinlemek için bile kalmazsam bunun gerçekten yok yakışıksız olacağını hissettim.

“Bak seni anlıyorum, kafan karışık, yaralı ve açsın. Ancak önce neden burada olduğunu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor” dedi Aşina takdir dolu bir sesle.

“Ben tesadüfen buradayım, o ağaca yaslanan başkası olsa muhtemelen o burada olacaktı” diye cevap verdim tekrar otururken. Açlık başıma o kadar vurmuştu ki adeta kurt gibi aç hissediyordum kendimi.

“Bu hayatta hiçbir şey tesadüf değildir genç adam. Haklısın, o gün o ağacın altında başkası olsa o burada olacaktı. Ama gördüğün gibi sen buradasın ve belli ki bu kutlu görev için sen seçildin.”

“Kutlu görev mi? Yok daha neler?”

“Neden olmasın? Kendini küçük mü görüyorsun?”

“Şu halime bir baksana, hiç kutlu bir görevi yerine getirecek birisine benziyor muyum? Buna ne yaşım müsait ne de bir becerim var” dedikten sonra bir süre bakıştık. “Bakın sayın Aşina, ben kendi halinde bir üniversite öğrencisiyim hatta İşletme okuyorum. Ne sana ne de başkasına bir faydam olmaz. Herhalde buraya okulda öğrendiklerimi uygulamak için gelmedim ki derslere de pek girmem. Üstelik ne ata binebilirim ne kılıç kullanırım” dedikten sonra zafer kazanmış gibi güldüm “Bak istersen bir arkadaşım var. Adı Onur ve Kendo dersleri alıyor. İyi de kılıç kullanır. Sen beni geri gönder ben konuşup onu ikna ederim sana yardım etmesi için…”

“Şu anda karşımda Onur mu duruyor yoksa sen mi?”

“Sessizliğini cevap olarak kabul ediyorum” dedi bir süre sonra. “Bu görevi ya sen yerine getireceksin ya da hiç kimse. Bu başkasına devredilecek bir şey değil”

Uzanıyor olduğu halde o kadar korkutucu görünüyordu ki ve aynı zamanda da sakin. Sanki yılların bilgeliği etrafını bir aura gibi sarmıştı. Beni karşısına almış büyük bir sabırla ve anlayışla konuyu kavramama yardımcı olmaya çalışıyordu. Adeta bir çocuğa yaklaşır gibi…

“Bazen kendimizi hiç olmadık yerlerde olmadık sorumlulukların altına girerken buluruz. Ama bunlar öylece tesadüf eseri olan şeyler değildir. Orada o anda bizim olmamız gerekiyordur. Bazı şeyleri ne kadar düşünürsek düşünelim anlayamayız yalnızca kabullenir ve yola devam ederiz.”

Bir süre konuşmasına ara verip uzaklara daldı ve yelesini hafif hafif dalgalandıran rüzgâra doğru burnunu uzattı.

“Yıllar önce Kutlu Kür Şad isyan ateşini yakıp uçmağa vardığında seni yurdunda misafir eden Ulu Kam ki o zamanlar çok gençti, rüyasında Kür Şad’ın bir ağaçtan yeniden doğduğunu gördü.”

Bir yandan zihnimin bir tarafı beni bir an önce burayı terk etmem için dürtüp duruyordu ama diğer yandan…

Bana adı verilen tarihi şahsiyet Kür Şad, Türkler en azılı ve sinsi düşman Çinliler tarafından esaret altına alınmışken, tahayyül edilemeyecek kadar çılgın bir plan yaparak Çin İmparatorunu kaçırmak için 40 arkadaşıyla Çin sarayını basar. Ancak işler planlandığı gibi gitmez ve isyana kalkışan herkes öldürülür. Ama o gün yanan meşale sonradan Türkler için bir yangına döner ve tarih akıp gider. Bu olay yıllar önce yaşanmış olmasına rağmen benim geldiğim yere kıyasla sadece birkaç gün önce olmuş gibiydi. Tarihi olayların tam ortasına düşmüştüm ve zihnimin bu kısmı da neden olmasın diyordu. Tabii ki saçmalıyordu…

“Sonra aynı rüyayı pek çok kam ve hatta pek çok farklı sıradan kişi gördü” diye sözüne devam etti aynı yatıştırıcı sesle. “Kamlar yıllardır burada bu anın gelmesini beklediler sabırla.”

“Peki ama benden ne istiyorlar? Zaten Türkler esaretten kurtulup yeniden Ötüken’e dönüyorlar. Hatta çok büyük kut kazanıyorlar ve bu olurken benden ya da ağaçtan gelen birisinin yardım edildiğinden bahsedilmiyor.”

“Tarih sayısız isimsiz kahramanlarla doludur. Hatta sayıları ismi duyulanlardan daha fazladır.”

“Yahu iyi de ben buraya gelecek bir zamandan geliyorum. Yüzyıllar sonrasından hatta…”

Aşina bir kaşını kaldırıp bana baktı “Bu bir şeyi değiştirmez. Zaman kendi içerisinde döner ve hem geçmiş hem de gelecek sürekli bir etkileşim halindedir.”

“Peki ben bunu kabul etmezsem ne olacak? Türkler bir devlet kuramayıp yok mu olacaklar? Eğer durum bu kadar vahimse tamam kabul ederim ne yapalım” dedim çaresiz bir şekilde.

“Yok daha neler” diye cevap verdi Aşina. “Eğer sen kabul etmeyip geri dönersen demek ki çok daha başka bir şey olacak. Belki de senin gelmen ve hemen sonrasında gitmen başka bir yolu açacaktır, kim bilir.”

“Kim mi bilir?” diye sordum şaşkınlıkla. “Bunu sen mi söylüyorsun? Gerçekten mi? Yahu sen ulu Aşinasın, nasıl bilmezsin?”

“Güzel sözlerin için teşekkür ederim” dedi kurt kendinden memnun bir tavırla ve uzandığı yerden kalkarak oturur pozisyona geçti. “Ancak beni fazla gözünde büyütme. Ben bir rehber ve yol göstericiyim. Ne her şeyi bilmem mümkün ne de istediğim her şeyi yerine getirmem.”

“Yani diyorsun ki, sen de tıpkı herkes gibi Kür Şad’ın bir ağaçtan yeniden doğacağını ve buduna yardım edeceğini biliyordun. Ama kim nereden geliyor, ne yapacak gibi cevaplar yok öyle mi?”

“Çok doğru genç adam. Tek bildiğim şey acun var oldukça Türklerin yaşayacağıdır. Ama ötesi beni de aşıyor.”

“Ve gidersem buna saygı duyacaksın öyle mi?”

“Evet tabii ki, ama neden kendine zaman vermiyorsun? Bir süre burada kal, eğer hâlâ geri dönmek istersen sana engel olmam.”

En sonunda dayanamayıp uzanmaya karar verdim. Yumuşak çimlerin üzerinde adeta ay ışığı banyosu yapıyordum ve bu yaşadıklarımı bir türlü sindiremiyordum.

“İyi de ben burada konuşulan dili anlamıyorum ki? Onlar da beni anlamıyor?” dedikten sonra ani bir güç dalgasıyla hızla kalktım ve oturdum. “Peki seni nasıl anlıyorum?”

“Tabii” diye söze başladı Aşina ve ön patisini birkaç kez yaladı. Adeta bir beklenti oluşturmak için söyleyeceklerini geciktiriyordu. “Rehberlik etmek haricinde biraz büyü de yapmıyor değilim” dedikten sonra gülümsedi “Bu zaman ve yerde konuşulan dili sanki hep biliyormuşçasına rahat konuşacaksın. Bir de buraya gelirken kendinle beraber iki şey getirdin.”

“Aslında daha fazla eşya var yanımda. Bir paketten az sigara, bir Zippo…” diye araya girdim.

“Bunlardan birisi dövüşmek” diye sözüne devam etti Aşina beni duymazdan gelerek. “Diğeri de hayvanların dilini bilmek. Seni daha görür görmez en çok hissettiklerim bunlardı.”

“İyi ama kim bana bu güçleri verdi. Ben… ben gerçekten inanamıyorum” dedim korkuyla ayağa kalkarak. “Kaderim çizilmiş ve bana sadece rol yap diyorsunuz. Ben bir robot değilim içine lazım olan özelliklerin yüklenip kendi iradem haricinde kullanılayım.”

“Sadece az bir süre’ dedi Aşina gözümün önünde yavaş yavaş solarken. “Geri dönmeye karar verirsen ağacın altına gel ve elini gövdesine daya. Gözlerini tekrar açtığında geldiğin yere dönmüş olacaksın” dedikten sonra tamamen gözden silinip gitti.

Boş boş az önce kocaman bir kurdun durduğu yere baktım ve başka bir şey olmayınca tekrar uzandım. Zaten çok da seçeneğim yoktu. Çadıra geri dönecek gücü bulsam bile kesin yolumu kaybederdim. Belki de en iyisi ölmektir. Bu kadar aç ve yorgunken bir daha uyanmamak en iyisi olabilir.

Israrcı bir gaklama sesi duyduğumda bir an kendimi evimde kardeşim tarafından uyandırılırken bulacağımı sandım. Zaman zaman böyle kötü şakalar yapmasıyla ünlüydü ve yine asli vazifesi olan abisini sinir etme görevini yerine getirdiğini düşündüm. Ancak gözlerimi araladığımda yuvarlak ve tanıdık gelen bir çadırın içinde olduğumu fark ettim. Üstelik gerçekten de bir karga az ötemde durmuş beni izliyordu.

“Uyanmayacağından endişelenmeye başlamıştım” dedi kuş rahatlamış bir tavırla ve tekrar gakladı.

“Oha karga konuştu lan.”

“Karga mı?” diye cevap verdi kuş kanatlarını açıp kapatarak “Kalbimi kırıyorsun ben bir kuzgunum.”

“Ahhh belim” diye inledim yerimden doğrulurken. “Ne fark eder ki sonuçta hepiniz kuşsunuz.”

“Eğer sana yardımcı olmam istenmeseydi şimdi çekip giderdim. Beni daha fazla aşağılama.”

“Peki peki kızma, seni kırmak istememiştim, şu son günler benim için çok zorlu oldu.”

Demek ki Aşina haklıydı –ne sandın salak- hayvanlarla konuşabiliyordum. Üstümde bana ait olmayan temiz kıyafetler vardı ve belli ki yaralarım ve kirlerim de temizlenmişti.

“Senin bir adın var mı?” diye sordum kuzguna ayağa kalkarken ve kolumu nazikçe ona doğru uzattım. “Ben Kürşat.”

“Ben de Gece, kutlu Şad” diye cevap verdi kuzgun ciddi bir baş eğmeyle ve tek hamlede uçup koluma kondu.

Çadırdan dışarı çıktığımda sıcak hava adeta beni sarıp sarmaladı. Burada hangi mevsimde olduğumuzu anlayamamıştım ama sanki yaz aylarında bir yerdeydik.

“Şaman nerede?” diye sordum etrafa bakıp kimseyi göremeyince.

“Şaman mı o da ne?” diye soruya soruyla cevap verdi Gece. “Eğer aradığın Ulu Kamsa…”

“Buradayım Kür Şad” diye cevap geldi hemen sol tarafımdan. Ulu Kam elinde bir bohçayla ağaçların arasından çıkıp bana yaklaştı. “Ayakta durmaman lazım, vücudun çok zayıf” dedikten sonra nazikçe ama kararlı bir şekilde beni tekrar çadıra soktu.

Ben minderlere yerleşirken bohçayı açıp önüme koydu. Kıpkırmızı şişkin elmalar ağzımın suyunu öyle bir akıttı ki daha ne olduğunu anlayamadan bir tanesini alıp yemeğe başladım. Bu arada Kam önüme bir tulum, yufka benzeri bir şey ve kurutulmuş et getirip elmaların yanına koydu. Ağzım dolu teşekkür etsem de adamın beni anladığını sanmıyordum. Sırayla hepsinden ısırık alıp boğulurcasına yemeye çalıştım. En sonunda da hayatımda içtiğim en lezzetli suyu kafama diktim ve olduğum yere bir külçe gibi yığıldım.

“Teşekkür ederim çok acıkmıştım” dedim Kama.

Adam cevap niyetine başını salladı ve karşıma geçip oturdu. “Sen bizi biraz yalnız bırak” dedi kuzguna ve o da itaat ederek çadırın tepesindeki delikten çıktı.

“Dün Aşina ata bana göründü ve senin nerede bulabileceğimden bahsetti. Ben de seni buraya getirdim.”

Karşımda duran adam orta boylu adamın uzun saçları siyah renkli olsaydı herhalde yaşı otuzlarda diye düşünebilirdim. Ancak bembeyaz saçları vardı ve o kadar dinç görünüyordu ki herhalde benim gibi üç kişiyi cebinden çıkarırdı.

“Seni ilk bulduğumda çok heyecanlandım. Ancak ne olur ne olmaz biraz izlemeyi tercih ettim ve en sonunda da sen buraya geldiğinde çok büyük bir hayal kırıklığına uğradım.”

Hafifçe gülümseyip başımı salladım. “Haklısın, beklenti çok büyüktü değil mi?”

“Evet hem de çok. Bak zaman zaman Kamlar geleceğe dair kehanette bulunurlar, ateşte suda ya da rüyada olabilecek şeyleri görürler. Ama bu… Daha önce görülmüş bir şey değil. Aynı rüyayı o kadar çok kişi gördü ki en sonunda bundan haberi olmayan kimse kalmadı.”

“Her geçen gün beklenti arttı ve umutlar büyüdü. Bütün bir milletin ortak rüyası” dedim. Kür Şad yeniden doğuyor… Göktürkler esaretten kurtulacak… Bu çılgınlıktan başka bir şey değildi.

“İlk rüyalar görülmeye başladıktan sonra bunu önce gizli tuttuk ama hızla yayılıyordu. Durum düşmanlarımızın da kulaklarına gitmişti. Herkes o ağacı aramaya başladı ve uzun zaman kimse bulamadı. Eğer Çinliler ya da diğer boylar bulsalar onu mutlaka keseceklerdi. Bir gün ulu Aşina bize ağacın yerini haber verdi ve biz de çok gizli tuttuk.”

“Dediğim gibi” diye devam etti “Seni karşımda görünce çok şaşırdım. Ne Türk’e benziyorsun ne de dilimizi konuşuyordun. Kıyafetlerin, eşyaların ve garip hareketlerin…”

Herhalde beni utandırmamak için devamını getirmedi. Şöyle bir düşününce nasıl bir yıkım yaşadığını anlayabiliyordum. Bekledikleri kişi yerine gelecekten bambaşka birisi gelmişti. Bir kere tip olarak bu dönemin Türklerine hiç benzemiyordum. Diğer yandan uzun bir süre kendimi bir oyunun içinde var saydığım için yaptığım pek çok şeyi gördükçe hayal kırıklığı daha çok artmış olmalıydı.

“Peki ya Barlas?” diye sordum. Tüm bu heyecan ve üst üste gelen inanılmaz olaylar sırasında adamı tamamen unutmuştum. Ortalarda görünmediğine göre herhalde ayaklanmıştı. Demek ki kafası epey bir kalınmış ki o darbeden sonra beyin kanaması geçirmedi lavuk.

“O Kutluk Bey’e senin gelişini haber vermek için gitti” diye cevap verdi. “Zor zamanlardayız, bir kısım budun Çin esareti altında. İçimizden birileri Kağanlığını ilan edip diğerleriyle savaşıyor. Kardeş kardeşi vuruyor yani ve Ötüken’de Çin’in Kağan ilan ettiği bir kukla oturuyor” dedi ciddi ve sıkkın bir yüz ifadesiyle. “Kutluk Bey Aşina soylusu olduğu için ağacın nerede olduğundan haberdardı ve artık senin her an gelişini beklediğimiz için bir adamını sürekli burada bırakıyordu.”

“Ben ortaya çıkınca Barlas’a haber verdin” dedim hikâye yavaş yavaş kafamda oturmaya başlarken.

“Evet ama bir sorun vardı. Dediğim gibi hem beklediğimiz kişi gibi görünmüyordun hem de dilimizi bilmiyordun. Barlas seni gördüğünde hemen senin sahtekâr olduğunu düşündü. Senin aslında ağaçtan doğmadığını ve benim de yanılmış olduğumda ısrar etti.”

“Ben de adımın Kürşat olduğunu söylediğimde bu yüzden bu kadar öfkelendi değil mi?”

Kam omuzlarından dökülen ve bir kısmı yüzünün önünde duran saçlarını dalgalandırarak başını salladı. “Evet, ama sen onu göz açıp kapayıncaya kadar öldürüyordun. Bir anda her şey değişti ve kendine gelir gelmez atına atlayıp Beye haber vermeye gitti.”

“Ne yani Kutluk Bey buraya mı geliyor?” diye sordum hem heyecan hem de panikle. Tarihte 2. Göktürk Devleti’nin kurucusu olduğu herkes tarafında kabul edilen kişiydi Kutluk. Kağan olduktan sonra İlteriş adını almıştı. Adam aynı zamanda, Bilge Kağan’la Kültigin’in babasıydı. Vay anasını sayın seyirciler. Ben ne yapacağım şimdi yahu?

“Evet sabaha burada olurlar”

“Kimler?” diye sordum içimdeki heyecan daha da büyüyerek.

“Kutluk Bey, onu koruyan birkaç çeri ve Tonyukuk”

Tonyukuk mu?

“Evet kendisi Bey’in en yakınlarındandır.”

Tarihte adı en çok bilinen Türk devlet adamlarından birisiydi Tonyukuk. 2. Göktürk devletinin hem kuruluşunda hem sınırlarının dört bir yana yayılmasında çok büyük rol oynamıştı. Orhun Kitabelerinde kendi yazıtı bile vardı.

“Bu yolculuk tabii ki çok gizli tutulacağı için gelenlerin sayısı bir avuç kadar. Umarım bu duruma alınmazsın” dedi Kam ciddi ciddi söylediği şeyi ima ederek.

Bu adamların gözündeki yerimi ben henüz tam anlayamamıştım. Tam olarak bekledikleri gibi olmasa da bir rüya gerçekleşmişti ve tarihten fırlamış efsaneler sırf beni görmek için buraya geliyorlardı.

“Peki sen nasıl geldin buraya? Nereden geldin?” diye sordu Kam belli etmese de çekinerek.

Türk Kamları aslında Şaman olarak bilinen olgunun tam olarak karşılığıydı. Tüm toplumda büyük saygı görürlerdi. Az konuşur çok ortalarda görünmezlerdi. Bir de bu adama Ulu diye hitap ediyorlardı ve o da oturmuş benimle uzun uzun konuşmuştu.

“Ben” diye başladım ama sonra ne diyeceğimi bilemedim. Ben neredeyse 1500 yıl öteden geliyorum ve sizin aklınıza gelmeyecek bilgiler var elimde.

“Ben buradan çok uzakta olan bir Türk ülkesinde yaşıyorum. Buraya nasıl geldiğimi ya da Göktürklere yardım etmem için neden seçildiğimi bilmiyorum.”

“Sen hangi beyliktesin, görünüşün kıyafetlerin çok farklı. Acunun başka taraflarında da Türk devletleri mi var?” diye sordu Kam düşünceli bir şekilde. Onun yerinde başkası olsa eminim şaşkınlığını elde olmadan çok daha abartılı hareketlerle belli ederdi.

“Evet çok uzaklarda bir tane var ve adı Türkiye. Ama şimdi bunları boş verelim” dedim yapmacık bir neşeyle. “Kutluk Bey ne zaman burada olur?”

Konunun değişmesinden rahatsız olmuşsa da muhtemelen kabalık etmemek için yaşı belirsiz adam belli etmedi. “Gün doğumunda burada olurlar.”

“Peki ben biraz ormanda dolaşsam, bu yaşananlar benim için de kolay değil” dedikten sonra ayaklandım. Her ne kadar hâlâ tam toparlamamışsam da daha kendimi daha iyi hissediyordum.

“Ben buralarda olacağım, yurduma (çadırıma) istediğin gibi gelip gidebilirsin Kutlu Şad. Ayrıca dışarıda sana lazım olabilecek bir şey var.”

Adidas ayakkabılarımı minderlerin hemen yanında duruyordu ve eminim Ulu Kam onları da -haksız mı?- büyük bir merakla incelemiştir. Çadırın dışına çıktığımda girişin hemen yanına bırakılmış asayı gördüm. Bu Barlas’ı yere serdiğim asaydı ve elime alırken nedense içim bir mutlulukla doldu. Neredeyse boyum kadar uzun olan asa kemik beyazı ve pürüzsüzdü. Tıpkı hikâyelerdeki gibi bir elimde asa yola düştüm. Yani bu bir FRP (Fantasy Role Play) olsa senaryo çok büyük bir beğeni toplardı.

Bir karar vermek ve çorbaya dönmüş aklımı toplamak için önce sakince yürümeye karar verdim. Hiçbir şey düşünmeyecek yalnızca anın tadını çıkaracaktım. Öğleden sonra havadaki sıcaklık kırılmış yerini tazeleyici bir melteme bırakmıştı. Ağaçlardan yayılan güzel bir koku, kuş cıvıltıları ve zaman zaman etraftan gelen başka hayvanların sesleri beni adeta hipnotize etmişti. Adeta belgesellerde iç geçirerek izlediğim o muhteşem ormanlardan birisindeydim etrafın sanayi atıklarıyla kirlenmesine daha yüzyıllar vardı. Büyük bir meşe ağacına rastladığımda gölgesine oturup biraz meditasyon yapmaya karar verdim. Ancak ondan sonra daha sağlıklı düşünebilirdim. Bir süre düzenli nefeslerle kalbimin ritmini düşürdükten sonra çakralarımı hissedene kadar o şekilde kaldım ve dik durmaktan belim ağrımaya başladığında gözlerimi açtım.

Ulu Kama nereden geldiğimi söylemiştim ama hangi zamandan geldiğimi söylememiştim ve böylesinin daha doğru olduğunu düşünüyordum. Zaten onlara göre bir ağacın içinden çıkmam yeterince doğa üstüyken bir de gelecekten geldiğimi söyleyip ona ve kalan herkese olacakları haber versem herhalde beni öyle bir yere koyarlardı ki ne böyle bir şeye katlanabilirdim ne de böyle bir şeye gerek vardı. Ancak daha önemlisi ne yapacaktım?

Yüzümü ellerimin arasına gömdüm ve bir süre öyle kaldım. Evime dönmek istiyordum ben. Ne bir kahraman olmak ne de kutlu bir görevi yerine getirmek hiç ilgimi çekmiyordu. Tarihi romantizm olarak görüp sevmek bana yetiyordu. Büyük işler başarılmıştı, efsaneler ve destanlara sahiptik. Bunları dinleyip keyif almak ayrı bir şeydi ama içinde yer almak? Üstelik zaten olmuş olan bir şey için neden gelecekten birisinin yardımı gerekiyordu işte en çok buna anlam veremiyordum. Burada kalırsam bir daha geri dönmem mümkün olacak mıydı? Bu Kutlu görevin sınırı neydi mesela? Hadi aradan on yıl geçip ben üzerime düşeni yaptıktan sonra geldiğim zamana dönsem insanlara ne anlatacaktım? Burada ne telefon vardı ne de internet. Alafranga tuvaletleri bile yoktu. At sırtında oradan oraya koştur, Çinlilerle uğraş, çalış çabala sonra akılsız Kağan başa geçip her şeyi mahvetsin. Eğer kendi zamanımda bir savaş çıksa ve seferberlik ilan edilse bir dakika bile düşünmezdim. Vatan savunması, şehadet ya da Türk devletinin varlığı benim için de kutsaldı ama burada yaşananlar benim savaşım değildi. Bu devirde yaşayan insanların savaşıydı. Yahu oturup Fener’in maçlarını izlemedikten sonra hayatın ne anlamı kalırdı ki?

Çadıra doğru dönerken kararımı vermiştim. Sabah Kutluk Bey ve yanındakilerle tanışacak aradıkları kişinin ben olmadığımı söyleyecektim. Türkler kahraman çıkarmakta asla zorlanmazlardı. Ben olmasam başka birisi mutlaka olurdu. Beni şu anda için için merak eden ve muhtemelen polise kayıp başvurusu yapmış olan bir ailem vardı. Bencilce davranıp onlara bunu yapamazdım.

Akşam Ulu Kam’la yine bir şeyler atıştırdıktan sonra ikimiz de sessizliğe büründük. Bana sormak istediği belki de düzinelerce soru vardı ama hem benim hiç konuşasım yoktu hem de ağzımdan saçma sapan bir şey kaçırmak istemiyordum. O yüzden ateşin başında oturmuş eve döndüğümde insanlara ne anlatacağımı düşünüyordum. Yokluğumu onlara nasıl açıklayacaktım ki? Eğer başıma gelenleri anlatsam beni deli diye hastaneye yatırırlardı. Aşk acısı çekiyordum, telefonu da attım birkaç gün yalnız kaldım. Herhalde böyle bir cevap uygun olurdu. Tabii ki çok tepki çekecektim ama yine de hiç yoktan iyiydi.

Gün doğumuna yakın olduğunu tahmin ettiğim bir vakitte, Ulu Kam beni uyandırdı ki zaten gözüme bir damla uyku ancak girmişti.

“Sen burada bekle ve ben gidip onları karşılayayım. Belki önce benimle yalnız konuşmak isterler” dedi ve bir cevap beklemeden kedi gibi sessiz bir şekilde çıkıp gitti.

Yattığım yerden doğrulduğumda heyecandan neredeyse nefesim kesilecekti. Gerçekten bu bilinmezlikten korkuyordum. Bir yandan da ileride Kağan olacak kişiyle tanışmak, hele hele Tonyukuk’u kanlı canlı görmek ne yalan söyleyeyim içten içe beni sevindiriyordu. Ancak aklıma hemen sonrası geldi. Kusuruma bakmayın, ben o değilim ve buradan ayrılıyorum. Size iyi şanslar kut bulasınız.

En iyi ihtimalle gitmeme izin verirlerdi en kötü ihtimalle de öldürürlerdi. Çünkü yıllardır bekledikleri kişi “hayır ben o değilim” derse bundan şüpheye düşebilirlerdi. Umutlarını kırmak için Çinliler tarafından onlara oynanan bir oyunun parçası bile olabilirdim. Öyle ya tip olarak onlara göre bir Türk’e hiç benzemiyordum. O yüzden hızla yerimden kalktım ve hafa henüz aydınlanma emareleri gösterirken çadırdan çıkıp patika yola daldım. Geri dönüyordum.

Arkamdan kanat çırpma sesleri duyduğumda sarf ettiğim efordan ve heyecandan korku içinde kalmıştım.

“Nereye gidiyorsun Beyim” diye sordu Kuzgun merakla.

“Bak dostum, sen iyi bir kuzgunsun. Eminim seninle iyi bir dostluk kurardık ama ben gidiyorum” cevap verdim aceleyle.

“Gidiyor musun ama nereye?” diye sordu Gece hemen yakındaki bir ağacın alçak dalına konarak. “Ama sen beklenen kişisin.”

“Hayır değilim seni lanet olası!” diye bağırdım sinirle. “Ben o değilim, ben o olamam ve olmak da istemiyorum!”

Zaman zaman kalbini kırdığım insanlar olmuştu ama hayatım da hiç bu kadar hayal kırıklığına uğrayan birisini daha önce görmemiştim. Kuzgun başını öyle bir öne eğdi ki bir an konduğu daldan düşecek sandım. Ama yapacak bir şey yoktu ve kararımı vermiştim. Buraya gelmek benim tercihim değildi.

Vicdanımın sesine kulaklarımı tıkayıp yola devam ettim. Kendimi çok iyi tanıdığım için eğer duraklarsam gerisin geriye dönerdim. Maalesef çok yufka yürekli birisiydim ve bu bana bu zamana kadar çok kaybettirmişti.

Tepeyi tırmandığımda hava tamamen aydınlanmıştı ve geri dönüş biletim hafif hafif sallanan yapraklarıyla adeta bana el sallıyordu. En sonunda geri dönüyor olmak vicdan azabımı bile bastırmıştı. Tepeyi koşar adım ama düşmemeye dikkat ederek inip ağacın yanına geldim ve gövdesine elime uzattım.

“Beyim” diye bir çığlık duydum arka taraflardan bir yerden. “Kür Şad Beyim bekle!”

Elimle ağacın gövdesi arasında belki on santim bile yoktu. Tek yapmam gereken şey dokunmak ve gitmek.

“DUR!” diye bir çığlık daha geldi bu sefer daha yakınımdan ve en azından bu kadarını ona borçlu olduğumu düşünüp arkamı döndüm. Bu biraz da sonradan daha az vicdan azabı çekmek için aslında kendime yaptığı bir yatırımdı.

Kuzgun nefes nefese yere indiğinde dengede durabilmek için birkaç adım yalpaladı.

“Yetiş!” dedi yalvarırcasına. “Yetiş ne olur Kutluk Beyler pusuya düştü.”

İleriye doğru kulak kabarttığımda belli belirsiz sesler duyuyordum. Ben bir kahraman değilim diye geçirdim içimden.

“Sonunu düşündüğün için böyle oluyor” dedi vicdanım. “Ancak sonunu düşünen kahraman olamaz…”

“Kutlu yiğit bir şey demeyecek misin?” diye sordu Gece ve ardından acı acı çığlık attı.

“Allah benim belamı versin” dedikten sonra hızla koşmaya başladım. Ne yapacağımı nasıl mücadele edeceğimi bilmiyordum ama bu yardım çağrısına kulak tıkasaydım ömür boyu kendimi affetmeyeceğimi de biliyordum. Öleceksem de en azından bu iyi bir şey olacaktı. Geride bıraktıklarım içinse yapabileceğim bir şey yoktu. Bazen size ihtiyacı olan ya da etrafınızda olan herkesi memnun edemezdiniz. Aldığınız bazı kararlar kimilerini sevindirir kimilerini de üzerdi. Ama şu an bana burada ihtiyaç vardı. Hadi bakalım…

Tam ormandan içeri girecekken asamın yolun kenarında durduğunu zar zor fark ettim ve kayarak durdum.

“Onu buraya kadar ancak taşıyabildim” dedi Gece tepemde bir yerlerden.

Asayı kaptığım gibi yeni bir güç dalgasıyla adeta topuklarım kıçıma değe değe koşmaya başladım. Evet kuş yalan söylemiyordu. İleriden bağırışlar ve kılıçların birbirine vurma sesi geliyordu.

Biraz içimdeki korkuyu bastırmak biraz da düşmanları şaşırtmak için adeta nara atarak açıklığa daldım. Bir an herkes olduğu yerde dondu ve dönüp bana baktılar. Benim açımdan en büyük problem ortamdaki hiç kimseyi tanımıyor oluşumdu. Yani önüme çıkan ilk adama daldığımda onun Kutluk Bey ya da yanındakilerden birisi olma ihtimali de vardı. Şekil yapma buraya kadarmış.

Ancak bir an sonra Ulu Kam, Barlas ve tanımadığım başka birisinin olduğu grup arkalarına aldıkları kişiyi ölümüne savunmak için pozisyon almışlardı. Her zaman olduğu gibi karşı grup daha kalabalıktı. Yedi tane sıkı görünen savaşçı adeta avlarına atılmak üzere bekleyen kurtlar gibi etraflarını çevirmişlerdi. İyi en azından kime dalacağımı biliyorum.

“Erkekseniz çıkın karşıma!” diye bağırdım ve elimdeki asayı seri hareketlerle çevirmeye başladım. Hani şu dövüş filmlerinde kung-fu yapan adamların yaptıkları gibi.

İki tanesi hemen bana doğru yaklaşmaya başlayınca bizim grup da kalan adamlara son bir gayretle saldırdı ve orada kapışma yeniden alevlendi.

İlk kılıç hamlesinden eğilerek kurtulurken diğer adamın kılıcından istediğim gibi kaçamadım ve kaburgalarımın olduğu kısımdan kesik yedim. Artık tüm konsantrasyonumu ölmemeye vermiştim. Elimde asayla aklıma asla gelmeyecek hareketler yapıyor bir o yana bir bu yana yuvarlanıyordum. Derken adamlardan birinin dizine öyle şiddetli bir darbe indirdim ki asa kırıldı zannettim ki hemen sonra adam acı bir çığlık atıp dizini tutarak yere kapaklandı. Unutmayın eğer bir savaşa girerseniz konsantrasyonunuzu hiç kaybetmeyin. Benim yaptığım gibi yerde yatan adama bakar kalırsanız diğeri sizi biçmek için burnunuzun dibine kadar girer. Ancak ondan hemen önce başka bir kılıç neredeyse burnumun ucunu uçuruyordu. Barlas kılıcını diğer adamın sırtından soktuğunda tam olarak olan buydu.

Asam elimde sımsıkı bir yandan kaburgalarımı tutarken birkaç adım geri attım ve bizim gurubun yaralı ama sağ salim bana doğru geldiğini gördüm. Gözlerindeki minneti anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalırdı.

Gece yarısına doğru asadan yardım alarak ağacın yanına geldiğimde terden sırılsıklam olmuştum. Yarım yamalak yapılan sargıdan ince bir kan sızıntısı vardı.

“İşte buradasın” dedi Aşina yine gölgelerin içinden çıkarak. Dudaklarında muzaffer bir gülümseme vardı.

“Evet buradayım ulu Aşina” dedim kendimi yere bırakırken. “Eve giden yola son bir kez bakmaya geldim. Sabah erkenden yola çıkıyoruz.”

“Doğru kararı vereceğini biliyordum aferin sana” dedikten sonra içten bir şekilde ekledi “Geride bıraktıkların için üzülme. Gök Tengri’nin herkes için bir planı vardır.”

Yorgun bir şekilde başımı salladım. “Evet bizim zamanımızda her şeyde bir hayır vardır derler. Ama buradaki işim bittikten sonra mutlaka evime geri döneceğim.”

Pek çok insanın bırakın yakından görmeyi rüyasında bile gördüğünde altına kaçıracağı kadar korkutucu görünen kurt yanıma kadar gelip sevgiyle yanağımı yaladı.

“Ve o gün seni uğurlamak için ben de burada olacağım.”

Kürşat Hürmüzlü

1984 Ankara doğumluyum ve iyi ki doğduğum şehirde yaşıyorum. Biraz klişe olacak ama okumaya ve yazmaya bayılıyorum. Bir yandan özel sektörde çalışırken bir yandan da seslendirme (öykü, şiir, reklam vs.) konusunda kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Tüm duygular güzel ama en çok Melankoli'ye bayılıyorum.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *