Öykü

Kaderin Boyunduruğu Altındaki Yoksunluk

Suyun musluk denilen şeyden dilediğince aktığı bir dönemin varlığından bahsederdi hep büyükler. Kışın o akıllara durgunluk veren soğuğunda, bir ateşin çevresine toplaşmış biz küçükler, sanki bir sihrin hilelerini anlatan büyücüyü dinler gibi dinliyorduk bu hikâyeleri. Akıl almaz bir şeydi bizim için bunlar. Her gece yatağımın içine girip ısınmayı beklerken o zamanda doğmuş olsaydım nasıl bir hayatım olurdu onu hayal ederdim; dilediğince suyun aktığı, hatta o kadar ki içine girip yüzebildiğin (tam olarak ne ifade ettiğini bilmemekle birlikte) bir bolluktan söz ediyorlardı. Tahtalardan yapılmış, sanki üst üste kayılmış yorgan gibi duran evlerin en üstünde yaşıyordum ve evimizin bitişiğinde bir deniz vardı. O kadar büyük su kütlesini gördüğüm tek yer orasıydı. Canım sıkıldığında ya da işler yolunda gitmediğinde, ki genelde gitmiyordu, orayı izliyordum. İçindeki canlıları, sanki göğü yere indirmişçesine berrak ve derin maviliği… Soğuk havalarda izlerken ürperiyordum, sanki tanıdık gelen bir şeyler vardı beynimin içinde. Bir şekilde tanıyordum bu hissi. Bir bardak su bulduğumda onu yanlışlıkla üzerime döktüğümdeki ürpertiden daha farklı bir ürperti oluyordu bu, içten gelen, durdurulamaz ve sebebi anlaşılamaz. Evrim diyorlardı bilim insanları buna, suyun bolluğuyla yaşayan insan artık alışmıştı onun varlığına; beyni de, vücudu da ona göre değişmişti artık. Beyinde evrimle birlikte gelişiminin son aşamasında olan tek şey galiba açgözlülüktü. Bilim insanı olmaya en uzak olan bir kişi olarak, insan beyninde her şeyin daha fazlasını isteyen, bu güç odaklı sistemin ne olduğunu gerçekten merak ediyordum. Neydi bu kadar savaşın, yıkımın, yok oluşun, yok edişin sebebi? Kader miydi gerçekten her şey? Tek suçlu herkesin kendi tanımına sığdırdığı bu kelime miydi? Hayır. Kader; güçlülerin, ezilmişlerin kucağına attığı ve onunla oynatarak oyaladığı bir toptu. Bu topu patlattığınızda havaya barış naraları yayılıyordu. Barışı getirdiğini, getireceğini iddia eden ve sadece kendi ideolojileri için başkalarının hayatlarını hiç eden bu insanların, bir incelemeye tabi tutulduğunda ortaya çıkan reaksiyonlarını çok merak ediyordum.

Ezilmek, yok sayılmak, hor görülmek insanlığın belli bir kesiminin kaderiydi. Kader neydi ki? Kader birilerinin bizim adımıza attıkları aptalca adımları kabullenme biçimimizdi. Kader ufak bir harf değişiminde kedere dönüşen basit bir kelimeydi. Bu basit kelimeye tüm hayatımızı mı adayacaktık? Hep kedere bir harf kadar uzaklıkta yaşamak tüm yaşamımı daha boğucu bir hale getirmekten başka bir işe yaramıyordu.

Bir savaşın içinde eziliyorduk. Susuzlukla birlikte bu ezilişimiz; tıpkı çakılların susuz ve kurak alanda rüzgârla kuma dönüşmesi gibi, basit bir kuvveti bile yıkımla ödetiyordu. Ben kendimi ben olarak hissettiğimden beri vardı bu savaş. Gerçi savaş iki gücün karşı karşıya gelerek hünerlerinin, sahip oldukları şeylerin gösterişini yaptıkları bir iktidar kavgasıydı. Fakat burada iktidarı isteyen tek taraftı; hünerleri, sahip olduğu bir şeyleri olan tek taraftı. Tek taraflı yapılan bu atağa ne deniyordu? Sömürü, asimileye zorlama, işgal, soykırım… İsminin ne olduğuyla çok ilgilenmiyordum. Tek bildiğim, hiçbir şeyin zincirlendiğimiz kader olmadığıydı. Biz kendi seçimlerimizle var oluyorduk, o zaman çekiyorduk temiz havayı ciğerlerimize. Denizimizi; kıt kaynakları verimsiz kullandığımız iddiasıyla, tıpkı bir elektrikli süpürgeyle çeker gibi kendi toprakları sınırına çekerek devasa bir set koymuştu hayat kaynağımızla aramıza. Bize düşense; denizin üzerinde yüzen o küçük şeylerin ne olduğunu tartışmak (tekne diyorlar galiba), yaşam alanlarının giderek yok olduğunun çok da farkında olmayan, hallerinden memnunmuş gibi duran canlıları izlemek oluyordu. Elimizi cama yaslayıp hissederdik o koca kütleyi; onun o serinliğini, insana görüntüsüyle bile güven veren derin maviliğini. Mavinin hep umudun rengi olduğunu söylerlerdi. Ondandı belki de, bir köle gibi ayağımıza takılan prangalara rağmen hâlâ hayata dört elle sarılmamız. İnatla aramızdaki o camdan duvarı yıkmaya çalışıyorduk, taşlıyorduk, vuruyorduk, bağırıyorduk. Yok oluyorduk açık açık ama bunu da hayata sarılarak yapıyorduk, biz kaderin tasması altında yaşayan aciz varlıklar değildik. Hâlâ bulamamıştık, bizim üzerimizde bir yerlerde yapılmış sırça köşkü yıkacak bir kelle. Ama içimizdeki ateş ne rüzgârla duracak cinstendi, ne de üzerine kum atınca harını yitirecek cinsten. Bizim ateşimizi sadece su söndürecekti ve biz; ateş bizi yakıp yıkmadan, rüzgâr külümüzü uzak diyarlara uçurmadan başaracaktık. Ve bu sefer de biz tanımlayacaktık kaderi. Kader, bizim iki dudağımız arasından çıkacak bir avuç kelimeyle kelepçelenecekti.

Şevval Nur Bolat

Ben Şevval Nur Bolat. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisiyim. Amatör olarak kısa yazılar yazıyorum.