Öykü

En Büyük Savaş

Zaman, tıpkı yüzümü serince yalayan bir esinti gibi yavaş yavaş geçip gidiyordu, arkasında bıraktıklarına bakmadan. Bakışlarımı, zamanın aksine arkasında kum taneciklerini bile sürükleyerek geride kalmasına izin vermeyen dalgalardan gökyüzüne çeviriyorum, ölmeye yakın parıl parıl parıldayan yıldızlara. Gözyaşlarımla bulanıklaşan gökyüzü, manzaramı Van Gogh tablosuna dönüştürüyor yavaş yavaş. Akan hayat beni dalgalardan ziyade zamana dönüştürmüştü. Dalgalarla tek benzerliğim geride bıraktıklarımı hırçın gözyaşı damlalarıyla ziyaret etmek oluyordu. Ama her ziyaretimde geride bıraktıklarım o küçük damlalarda boğuluyorlardı.

Düşüncelerimi susturduğumda etrafımda yanan odun çıtırtıları ve beraberinde getirdiği bağrışmaları duyuyorum. Ben sınırlarımın aleviyle yanıp kavrulurken koca bir dünya da sınırları yüzünden yanıp kavruluyordu. Beni kendime getirecek soğuk bir rüzgâr arıyordum. İçimdeki yangın da çevremdeki yangın da sönmek bilmiyordu. ‘Çünkü gerçekten sahiplenebilmek için yakıp yıkmaktan başka çare de yoktu. Ve özgürce yaşamaya alışmış toprakları işgal eden biri, eğer o toprakları yakıp yıkmazsa, o topraklar tarafından yakılıp yıkılmayı bekliyor demekti. (1)’ Gözlerimi gökyüzünden tekrar dalgalara indiriyorum, özgür, sınırsızca esip gürleyebilen dalgalara. İçimdeki alev yükselip her yerimi kavururken gelen ani bir atakla çığlıklar atıyorum. Kimse duymuyor, herkes kendi sınırları içinde bir fanusta, kendi Golem’iyle savaşıyor.

Yaşarken önemsiz gelen tüm küçük olaylar bir araya gelerek büyük bir harmoniyle sınırlarını oluşturuyordu insanın. Minerva’nın baykuşu alacakaranlıkta uçmaya başladığındaysa sura çoktan üflenmiş oluyordu. Alevlerinin, ulu kavak ağacından talihlerimizi belirleyen iki altın guguk kuşunun çıkarttığı her üzüntülü sesle harlandığı sınırlarımız, kavuruyordu bizi yavaş yavaş. Bu alevleri, Ülker’le Venüs’ün gökyüzünde buluşmasıyla kopan fırtınalar dindirebiliyordu sadece.

Gözlerimi açıyorum usulca, etraftaki yangınlar, bağrışmalar durmuş. Sonra fark ediyorum aniden işgal ettiğim sınırları yakıp yıkmadığım için onlar beni yakmaya başlamışlar. Dalgalar ulaşamıyor alevlere, beni hapsediyorlar. Hayatım boyunca çizdiğim keskin sınırlar yara bere içinde bırakmış beni ve pes etmişim, alevler de beni içine hapsetmiş. Ülker’le Venüs’ün gökyüzündeki tutkulu karşılaşmalarını beklemeliyim. Ya da ben onlar kadar sınırsız ve özgür olmalıyım. Kendim söndürmeli yangını, sonra yakıp yıkmalı tüm sınırları o beni yok etmeden. Rüyamda bir kelebek göreyim sonrasında, ama bu sefer farklı olarak, uyanmayayım ve kelebek olayım kendi içimde. Midemde kırpışsınlar minik kelebekler. Heyecan ve hararetle aşayım tüm sınırlarımı, yakıp yıkayım tüm toprakları, uçurayım kelebeklerimi özgürce.

Yağmur damlalarıyla ıslanıyorum usulca, sevgilinin narin dokunuşları gibi okşayarak akıp gidiyor yağmur damlaları. Sanki biliyor içimdeki ateşi, savaşı. Korkutmadan yağıyor. Dünya ağlıyor. Bir mucize gerçekleşmiş ve Ülker’le Venüs kavuşmuşlar fezada. Yakmış yıkmışlar gökyüzünü, onların olmuş artık topraklar, aşmışlar kendilerini, aşklarını, sınırlarını. Bir fırtına patlak vermiş sonra hararetleriyle. Fırtına, patlatmış tüm camdan sınırları, söndürmüş ateşleri. Bir adım atıyorum büyünün bozulacağı korkusuyla sessizce, uyuyan devi uyandırmamaya çalışarak. Yakmıyor alevler, kesmiyor camlar artık. Kahkaha atıyorum çığlık atmak yerine. Savaşın ortasında kahkahalar atan bana kimse garip bakışlar atmıyor, sönmeye yüz tutmuş alevlerin arasında herkes kahkahalar atıyor. Atılan bombaların seslerinden daha gürültülü sesler bunlar. Savaşın ortasında kopan fırtınayla doğa kendi sınırlarını çiziyor insanlığa, diğer tüm sınırları yakıp yıkıyor ve kendi toprağı hâline getiriyor.


(1): Machiavelli, Hükümdar

Åževval Nur Bolat

Ben Şevval Nur Bolat. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisiyim. Amatör olarak kısa yazılar yazıyorum.