Öykü

Filleri Görmek

Bence insanlar fillerden çok daha tuhaf yaratıklar. Gözlerinin önünde duranı göremiyorlar. Bizimle yaşayan cümle mahlukat, kediler, köpekler, kuşlar böcekler… Hepsi fillerin farkında. Bir filin yoluna çıkmıyorlar, üstüne oturmuyorlar, yanından, üstünden uçuyorlar. İnsanlarsa bu koca hayvanları fark etmiyor bile. Neyse ki filler yüce varlıklar, insanları ezmiyorlar. Üstlerine gelen arabaların basitçe içlerinden geçip gitmesine izin veriyorlar.

Nenemin dediğine göre binlerce yıl önce bazı filler yaşam alanlarını bırakıp insanların kalplerine yerleşmişler. Bunu neden yaptıklarından emin değilim. Belki de eninde sonunda doğadan geri dönülemez bir şekilde kopacağımızı anladılar ve bizimle özümüz arasında son bir bağ sağlamak istediler. Belki de potansiyelimizi fark ettiler ve bize yardım etmeye karar verdiler. Sonuçta insanlık tarihindeki her atılım, her büyük gelişme birilerinin yüreğindeki filler sayesinde oldu. Tabii bu potansiyeli öyle kötüye kullandık ki…

Ben filleri görebiliyorum. Çocukken herkesin de görebildiğini sanırdım. Diğer çocuklar benimle dalga geçtiler, bana kötü davrandılar. Ebeveynlerim beni hastaymışım gibi doktordan doktora götürdü. Berbattı. Belki de bu yüzden filleri insanlardan daha çok seviyorum…

Yazları köye giderdik. Neneminkinin hemen yanındaki evde kalırdık. Ben nenemden korktuğum için onun bahçesine asla girmezdim. Tuhaf bir kadındır çünkü nenem. Gerekmedikçe evinden çıkmaz, kimseyle görüşmez. Kaç yaşında olduğunu bilmiyorum. İlk filleri görmüş kadar yaşlı görünüyor. Evinden sürekli keskin bir koku yayılır. Baharat, ot ve tütsü karışımı tuhaf bir kokudur bu. Nenemi düşündüğümde bile bu kokuyu duyabiliyorum.

Bir yaz, ben bahçemizdeki filleri aileme göstermeye çalışır, onlar da fil falan yok diye beni azarlarlarken nenem damdan bizi dinliyormuş. Babama söylemiş, o da beni zorla nenemin bahçesine soktu. Onun yetiştirdiği acayip otlar arasında yürürken, tahtadan oyduğu tuhaf şekillere bakarken ne kadar korktuğumu hatırlıyorum.

Halbuki ailede beni anlayabilen tek kişi nenemmiş. Sen de gören gözlere sahipsin, dedi. Benimle filler hakkında konuşmaya başladı. Deli olduğuna inandırılmış bir çocuk için bu ne büyük bir nimetti bilseniz… Nenem de filleri görebiliyordu.

Ondan sonra nenemin yanından ayrılmaz oldum. Yazın kalanını onun evinde geçirdim desem yeridir. Filler hakkında bildiğim her şeyi ondan öğrendim. Tatil bitip eşyalarımızı toplamaya başladığımızda ondan ayrılacağım için hüngür hüngür ağlıyordum.

Sonraki yıllarda filleri görebilen birkaç kişiyle daha karşılaştım ancak o kadar nadiriz ki… Sanki fillerle aramızda bir sınır var ve ötesini yalnızca biz görebiliyoruz. Halbuki sınır falan yok, insanların körlüğü var sadece.

Hepimiz fillerin kutsal varlıklar olduğu konusunda hemfikiriz. Bu hayvanların güzelliği, zarif ve yüce görüntüsü dünyevi olamaz. İnsanların kalanının bu güzelliği görebilmek için onları hapsetmesi ne acı… Gerçekten yüce varlıklar. Soydaşlarını hapsettiğimizi bilmelerine rağmen bugüne kadar bizimle barış içinde yaşamaya devam ettiler. Yüreklerimizde ikamet ediyor, şehirlerimizde yürüyorlar. Çoğu zaman bize yardımcı oluyorlardı. Bir çocuk yere mi düştü, fil gelip onu kaldırır, yürümesine yardım ederdi. İki araba birbirinin üstüne mi ilerliyor, fil araya girip hızlarını keser, çarpışmalarını engellerdi.

Peki ne oldu da böyle agresifleştiler? Durduk yere insanlara, arabalara, binalara saldırıyorlar. Depremler, salgınlar, savaşlar veya doğal felaketler zannediyoruz. Aslında filleri kızdırdık. Hepsini değil ama insanlığın sonunu getirebilecek kadarını…

Dediğim gibi, insanlığın potansiyeli çok yüksekti. Çok güzel şeyler yapabilirdik. Ancak hırslarımızın kurbanı olduk. Doğayı mahvettik, birbirimize acımadık. Bize iyilikten başka bir şey yapmayan filleri pişman ettik.

Şimdi ne olacak? Bir şey yapmalı ama ne? Görebilen bir tanıdığıma sordum, o da benim gibi düşünüyor. Filler asabi, onları sakinleştirmemiz lazım.

Derhal köye döndüm. Bilse bilse nenem bilir. Yine o keskin koku karşıladı beni. Artık bu koku beni korkutmuyor, tam aksine güzel anıların nostaljisine sürüklüyor.

Nenem artık yataktan kalkmakta bile zorlanır olmuş. Bir omuz verip masasına gitmesine yardım ettim. Bir süre hiçbir şey demeden fal taşlarıyla oynadı. Sonunda ilk insanlardan bahsetti. Afrika’da, ağaçların tepesinde yaşadıklarını biliyor muydun? Cevap vermedim. Nenem konuşurken onu bölmemek en iyisi.

Ne oldu da yere inmeye karar verdiler? Nasıl oldu da kara kıtadan çıkıp tüm dünyaya yayıldılar?

Aslında evrim gibi bir cevabım vardı ama kendime sakladım. Nenemin dünyasında bunun farklı bir sebebi, daha doğrusu olanların farklı bir yorumu bulunduğunu tahmin edebiliyordum.

Müziği keşfettiler, dedi nenem. Şarkı söylemeye başladılar. Haykırışları, sesleri birbirlerine karıştı. Bu da hoşlarına gitti. Çember olup alkış tutmak, birlikte çığırmak istediler. Bu yüzden ayak tabanları toprağa bastı. Müzik doğa için yeniydi. İnsanlar çember olduğunda kuşlar ötmeye, kurtlar ulumaya, aslanlar kükremeye başladı. İlk kez hepsi insanla bir olmuştu.

Köyden döndüğümde filleri görebilen tüm tanıdıklarımı topladım. Onlar da kendi tanıdıklarını getirdiler ve çember kurabilecek kadar kişi olduk. Şimdi ilkel atalarımız gibi alkış tutuyor, haykırıyor, hoplayıp zıplıyoruz. Bu yaptığımıza müzik denebilir mi emin değilim. Kendini kaptırdığın bir çeşit trans hali.

Filler etrafımızda toplanıyor. Onlara saygı duyuyoruz ama yine de şarkımızı sürdürüyoruz. Sözleri olmayan, içimizden gelen bir şarkı… Ağaçta yaşayan atalarımızın konuştuğu dil belki de buydu. Filler hortumlarını çembere uzatıp bize eşlik ediyorlar. Sakinlemiş görünüyorlar.

Galiba şarkı söyleyerek insanlığı kurtardık. En azından şimdilik. Peki on yıl, elli yıl, yüz yıl sonra ne olacak? İnsanoğlu kendine gelip gezegeni için çalışmaya başlayacak mı? Yoksa her şey daha mı kötüye gidecek? Bilmiyorum. İyi olan seçenek için umut edebiliyorum yalnızca.

Join the discussion at Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.