Hiç bilmediği bir caddeye doğru yürümek için çıkmıştı evinden. Sisli, kurşuni renkte, ağır mı ağır ve soğuk bir hava vardı evden çıktığında. Merdivenlerden indiğinde akşamları yaptığı küçük yürüyüşleri aklına getirerek, üstlendiği görevin verdiği sorumluluğu hafifletmeye, tiksindiği yüzleri görecek olmanın vereceği hoşnutsuzluğu bir nebze olsun gidermeye çalışıyordu. İki gün önce annesi aramış, her zaman olduğu gibi telefonu sessize almış ve telefon sustuğunda büyük bir rahatlamayla yapmış olduğu işine, balkonda sigarasını içerken mutsuzluğu üzerine düşünmeye devam etmişti. Bunu mütemadiyen yapıyordu. Mutsuzluğunun üzerine kafa yormayı da telefonu çaldığında sessize almayı da. Mütemadiyen. Annesine dönmesi gerektiğini realitenin verdiği acıyla birlikte biliyordu. Çünkü annesinin ne için aramış olduğunu tahmin edebiliyordu. Bu yüzden temiz hava alırken annesi ile konuşmaya karar vermişti. Tahmininin ağırlığını temiz hava bir nebze olsun belki hafifletebilirdi. Ancak bu tahminin verdiği üzüntü, babasının ölmüş olma ihtimalinden değil memlekete gitme zorunluluğu doğmasından kaynaklanıyordu. Babasını elbette seviyordu. Güzel zamanlar geçirmişlerdi. Babası Ferit’in hep arkasında olmuş ve verdiği kararları desteklemiş O’na babadan ziyade arkadaş olmaya çalışmıştı. Hatta Ferit’in İstanbul’a gelmesinde en büyük destekçisi babası olmuş, masrafları karşılayabilmek ve Ferit’in üniversite okuyabilmesi için köydeki keçilerin neredeyse tamamını satmıştı. Ferit bunların hiçbirini istememişti aslında; ne babasının desteğini ne üniversite ne de İstanbul’a gelmek. İnsanların yapmacık, sevimsiz, şatafatlı ve gösterişli yüzlerini görmektense keçilerle ağılda uymayı yeğlerdi. Maskeleri yoktu çünkü yüzlerinde onların. Bomboş bakan tek derdi ot yemek ve en ayrıksı yerlere girmeye çalışmak olan keçilerin bu dertlerini daha farklı lanse etmek gibi dertleri yoktu. Amaçları belliydi ve açıkça da belli ediyorlardı. Kısa ve öz bir şekilde. Ama insanlar öyle miydi? Tüm dertleri en iyisini tüketmek olan ve bu yaptıklarını tüm insanların gözüne sokmak için ellerinden ne geliyorlarsa yapan, utanma duygusunu yitirmiş, bi yerlerde birileri yapıyor diye moda olan ve aciz insanların da bu moda olan paçavraların peşinde koşan ve bunu bir kültür haline getiren, bu dangalak kültürün yaverleri olan, ahlaki ve hiçbir amaçları olamayan, etik değerlerini ve bütün anlamını yitirmiş maskeler ordusu. Hiçbir yüz düşündüğünü, hiçbir söz gerçeği, hiçbir duygu sıcaklığı, hiçbir fiil anlamını yansıtmıyordu artık. Ferit bu ortamın verdiği tiksintiyi kaldıramıyor bu yüzden insanlarla olan iletişimini en aza indirmeye çalışıyordu.
-Heh, anne?
-Kuzum. Nasılsın? Geçen gün aradım seni, aslında meşgul olduğunu bildiğim için de çok çaldırmadım hemencecik kapatıverdim. Çok meşgulsün kuzum biliyorum ama aramak zorunda kaldım napayım!
Ferit annesinin mahcubiyeti karşısında bir kere daha bıkkınlık geçirdi. Annesi konuştukça tiksinti içerisine giriyor vücudunun her yerine iğneler batırıyorlarmış gibi hissediyordu. Bu hislere kapıldıkça kendinden nefret ediyor, annesiyle iki dakika bile konuşamayacak kadar bencil oluşuna inanamıyor, artık hiçbir şeye şaşırmadığını hatırlıyor ve yine kocaman bir boşluğa, anlamsızlığa ve sonu gelmeyecek olan belirsizliğe kapılıyordu. Ne zaman başlamıştı bu umursamazlık hatırlamaya çalışıyor ama bi türlü başlangıç noktasını hatırlayamıyor, cinnet geçirecek gibi oluyordu. Annesi belki de bu hayatta en sevdiği şeydi. Ama en sevdiği şeye bile tahammülü kalmamıştı bu hayatta artık. Kendisiyle yüzleşmeye çalıştığında her defasında kendisinden daha çok nefret ediyordu. Annesine bile tahammülü kalmayan birinin bu hayattan beklentisi ne olabilirdi ki. Aslında Ferit’in tahammülsüzlüğü annesine değil düzeneydi. Belki de düşüncelerini meşrulaştırmaya çalıştığı için düzen kavramını günah keçisi olarak seçmişti. Tiksiniyordu bu dünyadan. Bu çağdan. Kavramlardan, felsefeden, bilimden, tarihten. İnsanlardan. Ferit’in içinde bitmek bilmeyen büyük bir çığlık vardı. Kendisini yiyip bitiren, sağlıklı düşünmesini, bi şeyler, bi şeyleri düzgün yapmasını engelleyen sağır edici bir çığlık. O çığlık ki vesvese veriyordu sürekli ve sürekli ama sürekli bitmek bilmeyen kavgaya başlıyordu zihniyle. Kendisiyle kavgaya tutuşmuştu bir kere yıllar geçse de bu kavga bitmiyordu, galibi yoktu bu kavganın sadece kaybedeni vardı. Yaşanılamayan gelecekti bu kavganın mağlubiyeti. Farkında olmasına karşın elinden hiçbir şey gelmiyordu.
“… çok hasta. Gelse de bir görsem diyor. Yol parasını falan gönderirim yoksa parası dedi. Ferit bi gelsen oğlum belki…”
“bilmiyorum ana işlerimi yoluna koyamadım; daha makale yazıyorum haftaya yetiştirmem lazım. Bugün yarın bitirirsem belki haber veririm sana. Selam söyle babama da şimdi kapatmam lazım okula geldim.”
Telefonu kapattığında gözlerinin yaşardığını fark etmişti. Babası, öz babası ölüm döşeğindeydi ama kendisi hala gitmemek için bahane buluyor ve annesine bir çöp muamelesi yaparak sözünü bitirmesine bile fırsat vermeden telefonu suratına kapatıyordu. Farkındaydı her şeyin ama hiçbir şey elinde değildi. Nefret ediyordu kendinden. Yaşlar hızlanmaya ayaklarının bağı çözülmeye evinin yanındaki parkın bankını tutan elini kontrol edememeye başlamıştı. Direniyordu çığlıklar içinde ağlamamak için. Dirayetli durmaya gayret gösteriyor kafasını gökyüzüne kaldırıp derin nefes almaya çalışıyordu. Ayakta duracak dermanı kalmadığını anladığında kendini banka bıraktı. Gözlerindeki yaşlar sanki bu anı bekliyormuşçasına ardı arkasına akmaya başladı. O kadar hızlı akıyorlardı ki gözlerinde nehirler oluşmuştu. Arsızca akıyordu gözyaşları. Utanmadan kimseden. Nefret etmeden kimseden sadece akıyorlardı. Ferit’in nefes alması daralmış ağzı kocaman açılmış hem nefes almaya çalışıyor hem de yüreğindeki kaldıramadığı ağırlığın katlanılamaz oluşunun farkına varmasıyla gelen rahatlamayı karşılıyordu. Kendini tamamen banka bıraktı hüngür hüngür ağlıyordu. Yüzünün sol tarafının banka değeceği şekilde banka uzanmıştı Ferit. Elleri ve ayakları banktan aşağı sarkıyor burnu bankın tahtaları arasındaki boşluktan aşağı doğru bakıyor gözlerindeki yaşlar önce bankın tahtalarına değiyor sonra tahtadan yere dökülüyordu. Nefes alması hala normale dönmemişti. Zor nefes alıyor ama hıçkıra hıçkıra ağlıyor, kendini asla tutamıyordu. Annesine paçavra gibi hissettirmesini, babasının ölecek olmasını, ne ara bu kadar katlanılmaz biri olduğunu kaldıramıyordu.
Gözyaşları dinmeye başlamıştı. Daha rahat nefes alıyordu artık. Burnunu tahtaların arasından çıkardı, doğruldu banka yaslandı. Kafasını yukarı kaldırdı. Ellerini paltosunun cebine koydu. Hava o kadar ağırdı ki, nefes aldığında ciğerlerine kurşun giriyor gibi hissediyordu. Tüm şehir susmuş onu izliyordu sanki. Herkes işlerini güçlerini bırakmış Ferit’in çektiği katlanılamaz acıları izliyor, onun ne kadar aciz ve aşağılık biri olduğunu teyit ediyorlardı. Ferit gülümsedi. Acının tatlı tebessümü. Rahatlık ve dinginlik yavaş yavaş vücudunu sarıyor, ilerde artık mutlu olacağına dair bir izlenim duyuyordu. Evet ileride mutlu olacaktı. Bütün çektiği acılar sona erecekti. Huzurlu olacaktı. Belki de olmayacaktı. Ama bundan daha az acı çekeceğine emindi. Paltosunun sağ cebindeki elini çıkardı, ama eli boş değildi. Elinin sardığı bir altıpatlar vardı. Dedesinin gençlik tabancası. Memleketteyken babasıyla kuş avına çıkardı bu tabancayla. Babası üniversiteye geldiğinde Ferit’e vermişti yaveri olsun diye. Ne kuşlar vurmuştu bununla. Hey yavrum hey. Heyecanlandığı, mutlu olduğu, hissettiği zamanları hatırlayınca tekrardan gözleri yaşarmaya başladı. Korktu. Mutsuzluğa tekrardan dönmekten korktu. Tabancayı sağ şakağına dayadı. Gökyüzüne baktı. Ve tetiği çekti. Taktığı maske, yüzünden usulca sıyrılmaya başladı, özüne döndü. Ruhu hafifledi. Başı sola doğru yattı. Boynundaki dövme gökyüzüne doğru baktı. Üniversiteye başladığında yaptırmıştı bu dövmeyi: ARAYIŞIM ÖZÜMÜ BULDUĞUNDA SONA ERECEKTİR.
- Nüve - 1 Mayıs 2025
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.