Alelade bir gündü. İnternet iyi çekmediği için tabletten bir şeyler izlemekten keyif alamıyordum ve yaz başından beri öyle çok kitap okumuştum ki yakında beynim bir atom bombası gibi patlayacaktı. Kafamın üstündeki mantar bulutunu hayal edebiliyordum. Bazen anneannemler beni denize götürürdü, arabayla yaklaşık yirmi dakika uzaklıktaydı. Ama dedem muhtarlığa aday olduğu, seçim çalışmalarıyla uğraştığı için bu epey seyrekleşmişti. Ben de nehir kenarında oynuyordum. Oynamak dediğime bakmayın, mükemmel birer küre haline getirip kurutmaya çalıştığım çamur topları on iki yaşındaki halim için ciddi bir mühendislik çalışmasıydı. O kadar odaklanmıştım ki bana doğru gelen kişiye dikkat etmedim bile. Bol kesim tişört ve uzun bir şort giymişti. Aslında hiç de kısa olmayan saçları kafasındaki kep şapkanın içinde toplanmış, görünmüyordu. Onu erkek sandım, yanımdan geçip gideceğini düşündüm.
Dibime kadar girip “Onlar ne?” diye sorduğunda irkildim. Çamurla uğraştığım için zaten dengesiz bir şekilde çömelmiştim. Arkaya düştüm ve popomda akarsuyun soğukluğunu hissettim. Neyse ki nehir kenarına inerken mayo giyiyordum. Gülmeye başladı. Utanmıştım. Kızarmış, tombul yanaklarımla kafamı kaldırıp baktığımda o güne kadar karşılaştığım en güzel yüzü göreceğimi bilmiyordum. Ne söyleyeceğime karar veremeden ağzımda bir şeyler geveledim. “Merhaba,” diyebildim en sonunda.
Aynı şekilde karşılık verdi. Sonra yeniden “Onlar ne?” diye sordu.
“Güç kürelerim,” dedim. “Thanos’un sonsuzluk taşları gibi. Beş tane mükemmel yuvarlak yapabilirsem istediğim her şeyi yapabileceğim.”
“Şimdiye kadar kaç tane yapabildin?”
“Aynı anda en fazla üç tane. Kuruyunca sertleşmiyorlar, aksine ufalanıp toza dönüyorlar.”
“Az kalmış.” Birkaç adım ileride kuru bir kayanın üstüne oturdu. Ayakkabılarına su geliyordu ama umursuyora benzemiyordu. Zaten üstü toprak içindeydi. Bir avuç çamur alıp yuvarlamaya başladı. “Nasıl?” diye sordu. “Doğru yapıyor muyum?”
Hiç doğru yapmıyordu. Avucundaki çamur yuvarlaktan ziyade elips şeklini alıyordu ve parmaklarını fazla bastırdığı için girintiler oluşmuştu. Ama nedense bırakıp gitmesini istemedim ve “Evet,” dedim. “Çok güzel.” Kâkülü alnının üstünü kapatıyordu. Saçı uzay kadar koyu bir siyahtı. Teni bembeyazdı. Gözleri yeşildi. “Adın ne?” diye sordum.
“Hilal.” Küre olmayı reddeden çamur parçasıyla uğraşıyordu hâlâ.
“Ben de Barış,” dedim. “Seni hiç görmedim. Bu köyde mi oturuyorsun?”
“Misafirliğe geldim.” Kimin evinde kaldığını soracaktım ki “Bu olmuyor,” dedi ve elindekini dereye fırlattı. Çamur havada dört-beş parçaya ayrıldı ve göktaşı yağıyormuş gibi suya gömüldüler.
Ben terliklerimi kenarda, çimlerin üstünde bırakmıştım ve bileklerime kadar suyun içinde duruyordum. Hilal kayadan kalktı, yine ayakkabılarının ıslanmasını umursamadan bana yaklaşıp çamurlu parmağını alnıma sürdü. “Savaş boyası,” deyip gülmeye başladı. Ben de elimi suya vurup onun üstüne sıçrattım. Beni ittirdi ve ikinci defa popom nehirle buluştu. Hâlâ gülüyordu, o güne kadar duyduğum en güzel sesti. Muhtemelen rüyamda bile daha güzelini duyamazdım.
Ayağa kalktım. “Bütün yaz burada olacak mısın?” diye sordum. “Fark etmişsindir, köyde pek çocuk yok ve benim de canım sıkılıyor.”
Düşünürken dudakları hafifçe büküldü. “Bilmiyorum. Burada görmek istediğim bir şey vardı ve ne zaman döneceğimi düşünmeden yola çıktım.”
“Burada görmeye değer fazla bir şey olduğunu sanmıyorum,” dedim. “Ama yine de sana etrafı gezdirebilirim. Doğduğumdan beri her yaz bu köye geliyorum.”
“Daha sonra neden olmasın,” dedi. “Ama şimdi eve gitmem lazım.” Hoplaya zıplaya yanımdan uzaklaşırken “Görüşürüz Barış,” diye seslendi. “Tanıştığımıza memnun oldum.”
Arkasından “Ben de,” dedim. “Tanıştığımıza memnun oldum Hilal.” Ama beni duymadı.
* * *
Köy meydanında Ejder Abi’yle karşılaştım. Ben nehirden dönüyordum, o da alışverişe çıkmıştı. Kendisini yıllardır tanısam da hakkında bildiklerim kısıtlıydı. Sanırım otuzlarının başındaydı. Genelde yalnızca yazları köyde yaşardı. Tarih, siyaset ve felsefeden bahsetmeyi severdi. Üniversitedeyken boks şampiyonu olmuştu. Hâlâ evinin verandasında asılı bir kum torbası vardı ve gelip geçerken antrenman yaptığını görürdüm. “Vay,” dedi. “Dünya Barışı, yine ne dolap döndürüyorsun?”
Güldüm. “Döndürüyorum abi ama bir yere vardığı yok.”
“E tabii, zaten yeterince döndürürsen eninde sonunda başladığı noktaya gelir.” Yumruk atmam için elini kaldırdı. “Göster bakayım gelişmiş misin?” Avuç içine doğru bir kroşe salladım. “Aferin,” dedi. “Ama kalçanı çevirmeyi unutma. Sadece kolunu savurursan pazarcı yumruğu olur. Belinden güç alırsan hıyarın teki sana zarar vermeden çenesini dağıtabilirsin. Tabii umarım hiçbir zaman bunu yapman gerekmez.”
“Belli de olmaz,” diye karşılık verdim.
“Madem gel de biraz kum torbasında çalış. Tekniğini düzeltelim.”
Kabul ettim. Akşam ezanına daha çok vardı, acelem yoktu. Eve yaklaştığımızda Hilal’in kapının önünde, yerde, bağdaş kurmuş oturduğunu fark ettik. Genelde neşeli görünen Ejder Abi’nin ifadesi değişti bir anda. “Senin burada ne işin var?” diye sordu kıza. Sesi sinirli çıkmıştı ama daha ziyade yılgın görünüyordu.
Hilal, dünyanın en güzel tebessümüyle karşılık verdi. “Misafirliğe geldim.”
“Babanın haberi yok mu?”
“İçimden bir ses birazdan olacağını söylüyor.”
Ejder Abi telefonunu çıkardı. “Alo. İyi günler hocam. Evet, buraya gelmiş. Merak etmeyin, ben onu en kısa zamanda geri göndereceğim. Tamamdır hocam, görüşmek üzere.” Hilal’e döndü. “Çok endişelenmişler.”
“Endişelerinin sebebinin ben olduğumu zannetmiyorum.”
“Niye buraya geldin?” diye sordu.
“Yeni çocuğu merak ettim.”
Ejder Abi’nin bakışları bir saniyeliğine bana kaydı. Sebebini o an anlamadım. “Barışcım,” dedi. “Biz seninle sonra antrenman yapsak daha iyi olacak. Bugün ilgilenmem gereken başka bir yaramaz var.”
“Problem değil abi,” dedim ve anneannemlerin yolunu tuttum. Hilal arkamdan el salladı.
* * *
“Ejder Abi’nin evinde misafir var,” dedim akşam yemeğinde. “Hilal diye bir kız. Siz tanıyor musunuz?”
Seçim çalışmaları yüzünden yorgun düşmüş dedem uykulu gözlerini çorbasından kaldırıp bana baktı. “O zırtopoz sonunda birini bulmuş mu?”
“Hayır,” dedim. “Küçük bir kız. Benden iki yaş falan büyüktür.”
Anneannem önümdeki boş kaseyi kaldırıp ana yemek koyarken gülümsedi. “Çok da büyük değilmiş. Tanışabildiniz mi?”
“Pek değil,” dedim. “Kim olduğunu da anlamadım zaten. Ejder Abi onu gördüğüne pek memnun olmuş gibi değildi.”
“Allah Allah,” diye mırıldandı dedem. “Kızın ailesi neredeymiş?”
Omuz silktim. “Bilmem. Ama Ejder Abi babasını arayıp onu geri göndereceğini söyledi. Galiba habersiz gelmiş.”
“Hay Allah… Şimdiki çocuklar da iyice kafayı yedi.”
* * *
O gece, yüzüme vuran bir ışık huzmesiyle uyandım. Odamda biri vardı, derisi kırmızı renkte parlayan bir erkek figürü. Elini uzatmış, yüzüme dokunmak üzereydi. Çığlık attım. Kırmızı Adam, “Sakin ol,” diye fısıldadı. Derinden gelen, insanın içine işleyen bir sesi vardı. “Ben düşmanın değilim.”
Kırmızı lamba gibi parlayan avcu suratıma değmeden kendimi yataktan attım. Anneannemle dedem gürültüye kalkmış, beni kontrole gelmişti. Adamı görünce haykırışlarına engel olamadılar. Yaratık, onlara şöyle bir baktı. İki ihtiyar önce sakinleştiler, sonra da oldukları yerde bayıldılar. “Merak etme,” dedi. “Onları uyuttum sadece.”
Oradan kaçmak istiyordum ancak odamın kapısıyla aramda duruyordu. Ben de pencereye yöneldim. Arkamdan seslendi. “Bekle! Sana göstermeme izin ver!”
Camı açıp kendimi sokağa attım. Ejder Abi tam karşımdaydı. Rüya falan gördüğümü düşündüm ama gerçekti. “Selam,” dedi. Suratında çok komik bir şey yaşanmış da gülmemek için kendini zor tutuyormuş gibi bir ifade vardı.
“Abi o şey neydi?” diye can havliyle sordum. “Sen niye buradasın?”
Beni kolumdan yakalayıp arkasına aldı. Beni kovalayan şey de pencereden çıkıyordu. Ejder Abi’yle karşı karşıya geldiler. Ejder Abi, yaratığın suratına doğru bir yumruk savurdu. Darbeyi alan Kırmızı Adam bir anlığına sersemledi. Sonra hacmi artmaya başladı, herhalde daha büyük, daha güçlü oluyordu.
Ejder Abi beni çekiştirdi ve köy evleri arasında koşturmaya başladı. “Anneannemler!” diye haykırdım. “Onları bırakamayız!”
“Peşinde olduğu sensin,” dedi.
Ancak onun evine vardığımızda durup soluklanabildik. “O şey neydi?” diye sordum yeniden.
Soruma cevap vermedi, “Seni götürmem lazım,” dedi bunun yerine.
“Nereye?”
“İstanbul’a.”
“Olmaz!” Dedemlerin yanında kalıyordum, onların yere düşüp bayıldığını görmüştüm ve şimdi Ejder Abi uzun bir yolculuktan bahsediyordu. On iki yaşındaki Barış için bunlar sindirilmesi mümkün şeyler değildi.
Neyse ki Ejder Abi beni nasıl sakinleştireceğini biliyordu. Telefonunu çıkardı, bir numarayı çevirdi ve kulağıma uzattı. “Alo,” dedi tanıdık bir kadın sesi.
“Anne…” Şaşırmıştım. “Burada çok tuhaf şeyler oluyor.”
“Biliyorum canım, biliyorum. Ejder Abinle git. Seni bizim yanımıza getirecek, tamam mı?”
“Tamam,” dedim ama tamam değildi. Ejder Abi’de niye annemin numarası vardı? Birbirlerini tanıdıklarını bile bilmiyordum. Arabada beklememi söyleyip içeri girdi. Kırmızı Adam’ın dönmesinden çok korkuyordum ama (yine anlamadığım bir sebepten ötürü) tehlike geçmiş gibiydi.
Ejder Abi’nin arabasının kapısını açtığımda ufak bir çığlık attım. İçeride kimsenin olmasını beklemiyordum. “Sonunda başlıyoruz,” dedi Hilal. “Çok heyecanlı değil mi?”
“Bilmem,” dedim. “Öyle mi? Birilerinin bana bir şeyleri açıklamasına ihtiyacım var.”
Hilal ağzını açmak üzereydi ki evden çıkan Ejder Abi “Oğlanın kafasını karıştırma,” diye seslendi. Sırtında epey büyük bir çanta vardı. Çantasını bagaja atıp sürücü koltuğuna geçti. “Kemerlerinizi bağlayın, yolumuz uzun.”
Hilal’in yanına oturup Ejder Abi’nin dediğini yaptım. Hilal’se pek oralı değildi. “Zaten arka koltuktayız…”
Karanlıkta göremesem de şoförümüzün gözlerini devirdiğine emindim. “Ne istiyorsanız öyle yapın.”
Köyden çıkana kadar kimse konuşmadı. Gözlerim pencerelerdeydi. Kırmızı Adam’ı yeniden görmemek için dua ediyordum. Arabaya çökmüş sessizliği bozan Hilal oldu. “Çocuk bir açıklama istiyor Ejder.”
“Farkındayım, nereden başlayacağımı düşünüyorum.”
“Uyanış’ı anlatabilirsin.”
“Öyle mi?” dedi sarkastik bir tonda. “Deneyeyim. Bu gece Uyanış başlıyor, Barış. Yani bütün psişikler gücünün zirvesinde olacak ve her hizip yeni alfa psişiği kendi safına çekmek için elinden geleni yapacak. Anladın mı?”
Zayıf bir sesle “Hayır,” dedim. Uykusuzluktan ölüyordum.
“Öyle mi anlatılır ya,” diye araya girdi Hilal. “Bak, biz psişiğiz tamam mı? Beyninin sınırlarını zorlayıp inanılmaz şeyler yapabilenlere psişik denir. Psişikler insan evriminin sonraki basamağıdır.”
“Hatta bir ara bunun için homo mentis diye bir terim yarattılar,” dedi Ejder Abi. “Yani zihin insanı… Ama camiada pek tutmadı.”
Hilal devam etti. “Uyanış’ın yaşanacağı yıllardır konuşuluyordu ama hiçbir zaman tam olarak hesaplayamadılar. Dünyanın konumuyla, küresel ısınmanın etkisiyle falan ilgili. Şu sıralar olacağını biliyorduk, ben de tam zamanında gelmişim.”
“Aynen, başını belaya sokmak için tam zamanında geldin. Ya Kırmızı Adam sana zarar verseydi?” İşte yaratığın ismini ilk kez o anda öğrendim.
“Bana zarar vermez.”
“Ya verseydi?..”
“Kırmızı Adam siktirsin gitsin, kendimi koruyabilirim.”
“Böyle konuşmak bir genç kıza hiç yakışıyor mu?”
“Sence ben sıradan bir genç kız mıyım Ejder?”
Ejder Abi monoton bir sesle “Hayır,” dedi. “Hayır değilsin.” Sanırım Fineas ve Förb’deki Förb’ü taklit ediyordu.
“Kırmızı Adam kim?” diye sordum.
“Psişiklerin kendilerini gizlemeyi bırakmasını savunan bir aktivist,” diye açıkladı Ejder Abi. “Epey destekçisi de var. Bir zamanlar arkadaşımdı ama sonra kafayı yedi, davasının şiddeti meşrulaştırdığına inanmaya başladı. Güçlerini çok fazla kullanırsan seni ele geçirirler. Gördün, Kırmızı Adam artık insana bile benzemiyor.”
“İyi de bunların benimle ne alakası var?” diye sordum. “Benim gücüm falan yok.”
Hilal kahkaha attı. “Kafasını karıştırma,” dedi Ejder Abi yeniden.
“Bilmeyi hak ediyor,” dedi kız.
“Bilmek şu anda hiçbir işine yaramayacak.”
Hilal yine de söyledi. “Sen binlerce yıldır doğan ilk alfa psişiksin. Büyük güçler kendilerini daha uzun süre saklarlar. Uyanış sırasında senin yeteneklerinin de ortaya çıkması bekleniyor. Bu yüzden hizipler seni yanlarına çekmek için yarışa girdiler…”
“Ve zor kullanmaktan çekinmeyecekler,” diye tamamladı Ejder Abi. “Bu yüzden dikkatli hareket etmemiz ve ikinizin de lafımdan çıkmaması gerekiyor. Muhtemelen otobanı ve köprüleri tutmuşlardır. Bu yüzden köy yollarından süreceğim. Benzin almak ve bir şeyler atıştırmak için durmamız gerekecek. Oralarda sakın gözümün önünden ayrılmayın.”
“Bir yanlışlık olmalı,” dedim. “Benim öyle olduğumu nereden biliyorsunuz ki?”
“Psişiklerin çocuklarına doğduklarında test yapılır,” dedi Hilal.
“Yani ailem de mi psişik? İyi de öyle olsa bilmez miydim? Kesin bir yanlışlık var.”
Hilal histerik bir kahkaha attı. “Bu çocuk gerçekten çok komik.”
“Alman gereken sorumluluk çok yüksek olacak,” dedi Ejder Abi. “Bu yüzden sana söylemek istemediler. Ellerinden geldiğince geciktirmeye çalıştılar ancak şu Uyanış her şeyi bozdu.”
“Ben sorumluluk falan istemiyorum,” dedim. Hilal’in yanında itiraf etmeye utansam da o an tek istediğim annemle babama kavuşmaktı. Nedense onların yanında güvende olabileceğime dair çocukça bir fikrim vardı.
“Bu işler çocuk oyuncağı değil,” dedi Ejder Abi. Sanki aklımdan geçenleri okumuştu. “Bütün dünyada psişikler var ama hiçbir yerde Türkiye’deki kadar yoğun değil. Anlarsın ya bu genetik bir özellik ve Anadolu medeniyetler için bir kavşak noktası olduğundan türümüz burada epey kalabalık. En son binlerce yıl önce alfa psişikler dünyaya gelmiş ve bu topraklarda onlara tanrı olarak tapılmış. Nasıl bir güçten bahsettiğimi anlıyorsundur umarım.”
Hayır, yine anlamıyordum. O anda yatağımda uyansam ve hepsinin bir rüya olduğu ortaya çıksa anlardım. Çünkü mantıklı olurdu. Tüm bunlar mantıklı değildi. Hilal, yüzümün kireç gibi olduğunu görmüştü. Elini omzuma koydu. Teni tenime değdiği anda ter içinde kaldım ama umursamadı. “Endişelenme,” dedi. “Ejder devlet görevlisi. Babam da öyle. İyi olmanı sağlayacaklar.” Bu defa dalga geçmiyordu, beni gerçekten de iyi hissettirdi.
* * *
Benzinlikte mola vermiştik. Biz sandviç seçerken Hilal kahve almaya gelmişti. “Sen tam olarak ne iş yapıyorsun Ejder Abi?” diye sordum.
Üstü kapalı bir cevap verdi. “Cumhurbaşkanlığına bağlı çalışıyoruz diyelim.”
Boş gözlerle suratına baktım. “Hilal’i ne zamandır tanıyorsun peki?”
“Bebekliğini bilirim. Babası üniversitede hocamdı. Aslında çok iyi bir kızdır. Yalan söylemez, vicdanlıdır, karakter sahibidir… Ama görüyorsun işte fazla heyecanlı ve bir şey yaparken sonunu düşünmüyor. Bildiğin manyak.”
Arabaya döndüğümüzde Hilal yerine kurulmuştu ve mutlulukla kahvesini yudumluyordu. Ona sandviç uzattım ama istemedi. “Aç değilim.”
“En az baş-altı saat yolumuz var,” dedi Ejder Abi. “Biraz uyumaya çalışabilirsiniz.” Çekici bir teklifti. O gece yatağımda yeterince vakit geçirememiştim ve Kırmızı Adam’ın sebep olduğu adrenalin damarlarımdan çekilince yerini yorgunluk almıştı. Ama Hilal neşeyle “Uyku yok!” diye ilan etti.
“Bu saatte kahve içersen tabii olmaz,” dedi Ejder Abi.
“Gece yeni başlıyor bebişler. Biraz Blackpink çalmaya ne dersin Ejder?”
“Hayır derim fıstık.” Ejder Abi kafasına göre bir müzik, Portekizce bir rap parçası, açtı ve eşlik etmeye başladı. “Ouvir os mais velhos é o primeiro critério. Ou vai no amor, ou vai galopante ou vai ponteira…”[1]
Acayipti. Sanki öylesine bir seyahate çıkmışız gibi… Onun normali bu olabilirdi ama ortada benim için sıradan hiçbir şey yoktu. Hilal canımı yakacak kadar sert bir şekilde beni dürttü. “Eee… Anlatsana biraz Barış, neler yapmaktan hoşlanırsın?”
“Bilmem ki… Kitap okurum.”
“Bu kadar mı?”
“Yani… Onun dışında normal şeyler işte. Köye gelmeden önce epey Tiktok kaydırıyordum. Bir ara da animelere merak sarmıştım.”
“Anime mi?” dedi gülerek.
“Animelerin çocuksu olduğunu kabul ediyorum ama mangaları sen de sevebilirsin. Bazıları epey sert oluyorlar, yetişkin konuları işliyorlar ve çizimleri oldukça…”
“Manga sevmem,” diye lafımı kesti. “Gözleri büyük, götleri küçük…” Omzuma yumuşak bir yumruk savurdu. “Diğer çocuklar bu gece bu arabada olduğumu duyunca kıskançlıktan çatlayacaklar…”
“Zaten sırf onun için geldin değil mi?” diye seslendi Ejder Abi. “Bence camia dışından da arkadaşlar edinmeye başlamalısın. Mesela okuldan falan…”
“Okuldan arkadaş edinmem ben, okuldakiler salak çünkü. Gerçi bu sıra diğer psişiklerle de aram iyi değil. Of ya, sosyalleşmeye ihtiyacım var.”
“Ne oldu ki? Cansınlarla aran iyiydi.”
“Bana küsmeye karar vermişler.”
“Neden?”
“Ne bileyim ben? Onlara sorsana.”
Bahsettikleri çocukları tanımıyordum. Yine de “Sana durup dururken mi küstüler?” diye sordum.
Hilal cevap veremeden Ejder Abi, “Öyle şey olur mu?” diye araya girdi. “Bunun dilinin kemiği yok ki. Kim bilir ne yaptı da küstürdü bebeleri cadı? Hepsinin de anne-babasını tanırım, camiada saygı duyulan ailelerdir.”
Hilal, “Cadı,” diye tekrar edip gülmeye başladı. Muhtemelen konuyu değiştirmek için “İstanbul’da nereye gideceğiz?” diye sordu. “Uyanış bitene kadar Barış’ı korumamız gerekiyor.”
“Senin yapman gereken tek şey bir an önce ananın kucağına dönmek,” dedi Ejder Abi. “Dernek binası vardı ya, biz oraya geçeceğiz. Kurum elindeki psişiklerin tamamına yakınını oraya yığdı, bizi bekliyorlar.”
“Bu adamlar niye bizi bekliyor ki?” diye sordum. “Durum dediğin kadar tehlikeliyse gelip eşlik etseler ya.”
“Adamım bu, yerimizi davulla zurnayla ilan etmek gibi olur. Güven bana, en sağlıklısı şu an yaptığımız.”
“Dernek binası şu koruluğun olduğu yer miydi?” diye sordu Hilal.
“Aynen, orası.”
“Ha ben orada bileklerimi kesmiştim.”
“Ne!?” diye ünledim. “Neden?”
Cevap vermek yerine kıkırdamaya benzer birtakım sesler çıkardı. “Bileklerimi kestim dedikten sonra hığığığığığı diye açıklayamazsın,” dedi Ejder Abi. “Diyorum sana Dünya Barışı, manyak bu kız, Wednesday Addams…”
Meraktan ölebilirdim ama Hilal’in tepkisi yine aynı acayip gülüş oldu. Kollarına dikkat ettiğimde üstündeki çizikleri gördüm. Normalde bunun müsebbibinin bir ev kedisi olduğuna hükmederdim ama az önceki muhabbetten sonra… Bilemiyordum. Neyse ki kolunun altını değil üstünü kesmişti. Yani canına kastetmemişti. Umarım.
“Herhalde sizde genetik,” dedi Ejder Abi. “Baban da ortaya kendisiyle ilgili bir şey atar, sonra açıklamaz. Kampta bir gece, hocam siz hiç aşık oldunuz mu, diye sordum. Sonra biz sabaha kadar kahkahalarla güldük.”
“Aşık olmuş mu peki?” diye sordu Hilal.
“Onu söylemedi fıstık, ama bir defasında tavuk vurmuş.”
Benden yine bir “Ne!?” nidası yükseldi.
“Valla Boşnaklarda gelenek miymiş neymiş… Rüstem Hoca da sarhoşmuş herhalde. Çifteyi almış, tavuğu kafasından vurmuş.”
“İyi de konu nasıl buraya geldi?” diye sordu Hilal. Hakikaten, konu nasıl buraya gelmişti? Daha bir saat önce şu kırmızı mahluktan canımızı zor kurtarmamış mıydık? O gece her şey çok sürrealdi.
“İşte…” dedi Ejder Abi. “Aşk… Nefret… Şiddet… Rüstem Hoca’nın tavuğu vurup indirmesi…”
Hilal gülmeye başladı. Bu, az önceki gibi histerik bir kıkırtı değil, dünyanın en tatlı kahkahasıydı.
* * *
Tabuta girmiş gibi hissediyordum. Rahat değildi. Sırtım ve popom acıyordu. Nedenini bilmiyordum. Sanırım mağara gibi bir yerdeydim. İnsanlık burada doğmuş olmalı, diye düşündüm sebepsizce. Fikrimi doğrularcasına yanımdan bir neandertal geçip gitti. Homo sapiens’ten farklı bir türdü. Yakın zamanda öğrendiğime göre ben de öyleydim. Tabii bunu ne zaman ya da nasıl öğrendiğimi hatırlamıyordum. İçimde gökyüzünü görmek için bir istek peyda oldu. Turuncuya çalan bir güz akşamüstü hayal ettim. Mağaranın tavanı açıldı ve tam da böyle bir manzarayla karşılaştım. Birkaç kuru yaprak, yukarıdan yanıma süzüldü.
“Burada ne düşlersen o gerçek olur,” dedi bir ses.
Arkamdaydı ama her nasılsa sesin sahibini biliyordum. “Kırmızı Adam.”
“Güzel, değil mi?” diye sordu. Yavaş yavaş yaklaştı. Şimdi tam karşımdaydı.
Artık korkutucu gelmiyordu, güvende hissediyordum. Daha önemlisi, neyi kastettiğini biliyordum. “Evet,” dedim. Sanki tüm sonsuzluk taşlarını toplamıştım. “Ol, dememe bile gerek kalmadan oluyor.”
“Tanrı gibi,” dedi birimiz. Bunu hangimizin söylediğinden emin değilim. O an düşüncelerimiz iç içe geçmişti. Belki bu iki sözcük, ikimizin dudaklarından aynı anda dökülmüştü. Zaten dudağımız falan yoktu, ses yoktu, rüyadaydık.
“Seni tanrı yapabilirim,” dedi. “Mükemmel olabilirsin. Derinlerde biliyorsun bunu. Herkese, her şeye hükmedebilirsin.” Haklıydı. “Beni çağırman yeter,” diye ekledi. “Çağırırsan gelirim.”
Çağıracaktım, yapacaktım bunu. Sonrasında hayatım çok farklı olacaktı. Hepimizin hayatı çok farklı olacaktı. Onu çağıracaktım ve bildiğimiz dünyanın sonunu getirecektim. Ama yapmadım. Çünkü bir şarkı duydum. Kesinlikle şan eğitimi almamış, ayrıca henüz olgunlaşmamış bir sesti. Sanırım Korece’ydi. Tanıdık, bir o kadar da yabancıydı. Kusurluydu. Kusurluydu, bu yüzden de güzeldi. Müziğin sesi artarken “Hayır,” dedim Kırmızı Adam’a. “Benim tarafım seninki değil.”
Hilal’in şarkıya eşlik etmeyi bırakıp “Çok sıkıcısınız!” diye haykırmasıyla uyandım. “Bu bayıldı kaldı, senin de sohbetine doyum olmuyor.”
“Araba kullanıyorum,” dedi Ejder Abi. “Çocuğu da rahat bırak uyusun.”
“Benimle konuştu,” dedim.
“Kim?!” dediler aynı anda. Kimden bahsettiğimi bilmeseler bu kadar endişelenmezlerdi.
“Rüyama girdi,” dedim. “Aslında yalnızca birkaç cümle söyledi. Ama zaten buna bile gerek yoktu. Düşündüğü her şey benim de zihnimde gibiydi.”
“Psişik dünyasına hoş geldin,” dedi Hilal.
“Bölme de anlatsın,” diye uyardı Ejder Abi.
Devam ettim. “Tanrı gibi olacağıma inanıyor. Hatta sanırım gibisi fazla. Tanrı olacağıma inanıyor. Bunu arzuluyor.”
“Zihnine eriştiyse, yerimizi bulabilir mi?” diye sordu Ejder Abi.
“Sanmam,” dedim. “Yani bu işlerden sizin kadar anlamıyorum ama bence o düşler aleminde yalanın yeri yoktu. Birbirimize sonuna kadar açıktık. Onu çağırırsam geleceğini söyledi ama karşı durdum.” Bir an Hilal’le göz göze geldik. Yanaklarımın pembeleştiğini hissettim. Kırmızı Adam’ı çağırmamı neyin engellediğini kendime sakladım.
Hilal neşeyle omzuma vurdu. “Helal olsun bebiş! İyi psişikler bir, kötü psişikler sıfır.”
Ejder Abi, ileride jandarmanın yolu kestiğini ve durmamız için fenerini yakıp söndürdüğünü fark etti. “Galiba sevinmek için erken.”
“Kırmızı Adam’ın takipçileri mi?” diye sordu Hilal.
“O radikal fanatiklerin bu kadar sakin yaklaşacağını zannetmem. Eğer psişiklerse başka bir hiziptir. Ama umalım da sadece jandarma olsunlar.” Arabayı yavaşça durdurup camını açtı.
“Ehliyet-ruhsat alayım,” dedi jandarma.
Ejder Abi, resmi görevini gösteren kimliği uzattı. “Görevdeyim komutanım, müsaade edin geçeyim.”
Jandarma, fenerini arabanın içine doğrulttu. Beyaz ışık gözümü aldı. “Nasıl bir görevmiş bu?” diye sordu. “Arabada iki tane çocukla?”
“Komutanım biliyorsunuz bizim bunları anlatma yetkimiz olmuyor. Müsaade edin geçelim.”
“O zaman sizi beş dakika arabanın dışına alalım da evrakınızı kontrol edelim. Kimsenin aklında şüphe kalmasın.”
Ejder Abi yerinden kımıldamadı. “Komutanım görevimiz hassas ve acil. Biz de sizin gibi devletimize hizmet ediyoruz. Lütfen geçmemize izin verin.”
Jandarma silahını çekip Ejder Abi’ye doğrulttu. “Derhal araçtan aşağı inin.”
Çok gerilmiştim. Hatta korkudan titriyordum. Hilal’e baktığımda umursamadığını, hatta eğleniyormuş gibi göründüğünü fark ettim. “Ne yapacağız şimdi?” diye fısıldadım.
“İzle de gör,” dedi.
“Bunun olmasından nefret ediyorum,” diye homurdandı Ejder Abi. Arabanın kapısını bir anda açıp jandarma komutanını şaşırttı. Yere atladı ve bir avuç toprak kapıp adamın suratına fırlattı. Görüşü kapanan adam rastgele ateş etmeye başladı ama mermiler namludan çıkar çıkmaz patır patır yere düşüyordu. Jandarma aracından çıkan diğerleri de silahlarını ona doğrulttular. “Hadi ama,” dedi Ejder Abi. “Aptallık aynı şeyi deneyip farklı sonuçlar beklemektir, demiş Einstein.” Askerlerin sıktığı kurşunlar ancak birkaç santim ilerliyor, zeminden kalkan toz doğruca gözlerine doluyordu.
“Ejder’in yeteneği telekinezi,” diye açıkladı Hilal. “Özellikle mermiler, kum taneleri gibi küçük şeyleri çok iyi yönlendiriyor. Ama bu kadar çok şeyi aynı anda yönlendirdiğini görmemiştim.”
Ejder Abi sürücü koltuğuna dönüp gaza bastı. “Çünkü Uyanış başladı,” dedi. “Çok iyi değil miydim? Kendimi Son Hava Bükücü gibi hissediyorum.”
“Senin yeteneğin ne?” diye sordum Hilal’e.
Ejder Abi araya girdi. “Anlatma, göster.”
Onun işaret ettiği tarafa baktığımda az önceki jandarma komutanını gördüm. Gözlerime inanamadım. Adam havada süzülüyordu, peşimizdeydi ve arabaya yetişmek üzereydi. “Mesela bu da bir çeşit telekinezi,” dedi Hilal. “Kimileri en iyi kendi bedenini yönlendiriyor.”
“Fen dersini bırak,” dedi Ejder Abi. “Yap şunu.”
Jandarma komutanı tüfeğini kaldırıp ateş etmeye başladı. Ejder Abi direksiyonu sağa sola kırarak kurşunlardan kaçmaya çalışsa da bir tanesi bagaja saplandı. “Öleceğiz burada!” diye çığlık attım.
“Hadi Hilal! Hem araba sürüp hem mermi durduramıyorum.”
“Acele ettirme ya!” dedi kız. “Benim de odaklanmam lazım.”
“Neye odaklanman lazım?” diye sordum. Yine hiçbir şey anlamamaya başlamıştım. Sonra anladım. Çünkü jandarma komutanının tam altında büyük bir patlama oldu. Sıcaklığı arabanın içinden bile hissettik. Adam yolun dışına savruldu ve yere çakıldı.
“Benim yeteneğim pirokinezi,” dedi Hilal. “Kısaca bir şeyleri patlatmakta iyiyim.” Bir an duraksadı. “Sanırım bu yüzden pek arkadaşım yok,” diye ekledi.
Gülmeye başladım. Artık ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Sinirim bozulmuştu, bu duyduğum en komik şeymiş gibi kahkaha atıyordum. “Peki ortalıkta dolaşıp jandarma patlatmamız etik mi?” diye sordum. Ejder Abi ve Hilal de benimle gülmeye başladılar.
“Etik mi bilmem ama az önce çok fazla psişik güç kullanıldı,” dedi Ejder Abi. “Kırmızı Adam kadar güçlü bir telepatın yerimizi tespit edememesi mümkün değil. Her şeye hazır olun.”
“Belki gelmez,” dedim. “Onu çağırmamı istiyordu ama çağırmadım.”
“Kırmızı Adam’ı tanımıyorsun,” diye karşı çıktı Hilal. “O ibne, karşısındakinin iradesine saygı duyacak biri değil. Seni yanına çekmek istedi, olmadı. Şimdi zor kullanmaya tereddüt etmeyecek.” Yeşil gözlerinin içine baktım. “Ama merak etme,” dedi. “Üstesinden geleceğiz.” Çok tuhaf bir kızdı. Sadece olduğu kişi sebebiyle değil, bana hissettirdikleri sebebiyle de… Beni aynı anda hem endişelendiriyor hem de rahatlatıyordu. O gece inanmakta zorlandığım şeylere şahit olmuş, pek çok ilki yaşamıştım. Ama tüm o ilklerden hâlâ en çok aklımda kalan, Hilal’in bana hissettirdikleridir.
Patlama sesi duyduk. Hilal’inkilerden biri gibi değil, balon patlaması gibi ses. Ejder Abi bir şeyler mırıldandı. Sanırım küfretmişti. Sağa çekti. “Yine başlıyoruz gençler,” dedi. Arabanın tekeriydi patlayan. “Hazır mısınız?”
Ben değildim, Hilal hazırdı. “Yardım gerekirse seslen,” dedi.
Ejder Abi torpido gözünden tabancasını alıp ihtiyatlı bir şekilde arabadan indi. Lastik yarılmış olmasına rağmen psişik gücüyle içini kum doldurabilirdi. Bu sayede İstanbul’a kadar idare ederdik. Tabii yaşadığımızın basit bir talihsizlik olmadığından şüpheleniyordu. Haklı çıktı, tuzağa düşmüştük.
Karanlıkta seçemediğimiz bir şey, Ejder Abi’nin üstüne atladı. Daha sonra Hilal’den dinlediğime göre bu, ışığı bükebilen bir psişikti. Böylece görünmüyordu. Hedefini tanıyordu, mermilerin işe yaramayacağını biliyordu. Daha büyük silahlar kullanmayı göze alamazdı, ben arabadaydım ve çok değerliydim. Bu yüzden görünmez bıçağını savuruyor, boğuştuğu adamın boğazını tutturmaya çalışıyordu.
Neyse ki Ejder Abi, göremediği rakiplerle dövüşebilmek için eğitilmişti. Nizami bir judo hareketiyle sırtındaki psişiği fırlattı. Daha sonra havada ne kadar toz varsa adamın düşmanının üstüne topladı. Adamın her bir toz tanesini görünmez yapmasın çok zordu.
“Yardım lazım mı?” diye seslendi Hilal.
“Aynen fıstık, dibimdeki herifi patlat ki ben de alev alayım.” Bunun yerine tabancasını kaldırdı, psişiği iki bacağından da vurdu. Acı içinde yere devrilen adam ışık bükmeyi bıraktı. Ejder Abi yaklaşıp ayağıyla onun yaralarına bastırdı. “Kırmızı Adam için mi çalışıyorsun?”
Arabanın camından gördüğüm kadarıyla muşmula suratlı bir herifti. “Evet,” diye inledi acıyla.
“Nerede o?” diye sordu Ejder Abi.
“Geliyor…”
Ejder Abi sessizce küfretti. Yarılmış lastiğe koşup kum tanelerini yönlendirmeye başladı. Gecenin sükunetini gümbür gümbür bir egzoz sesi bozdu. Bunu duyunca Hilal de küfretti. Şoförümüzün aksine fısıldamaya ihtiyaç duymamıştı. “Ne oldu?” diye sordum ona.
“Geliyor pezevenk,” dedi. “Kemerini bağla.”
İşi biten Ejder Abi, arabaya atladığı gibi gaza bastı. “Rahat olun,” dedi. “Yetişemez.” Ama en az bizim kadar endişeli görünüyordu.
“Yetişir,” dedi Hilal. “Ne kadar deli sürdüğünü biliyorsun. Hele şimdi insanlığından vazgeçmişken.”
Arabanın aynasına baktım, ıssız yolda bir motor hızla yaklaşıyordu. Ejder Abi camını indirdi. Bir eli direksiyondaydı, diğeriyle tabancasını kavramıştı. “Yapacak bir şey yok,” dedi. “Buna mecburum.”
“Emin misin?” diye sordu Hilal.
“Değilim…”
“Neye mecbursun?” diye sordum.
“Kırmızı Adam’ı öldürecek,” dedi Hilal. Ejder Abi, pencereden dışarı uzanıp ateş etmeye başladı. Kulaklarımı tıkadım. Tabanca çok ses çıkarıyor, her patlama ödümü koparıyordu. “Yapmak istemiyorsun,” dedi Hilal. “Mermileri ona yönlendirebilirsin ama yapmıyorsun.”
“Sen yapmamı istiyor musun?”
“Bilmiyorum…”
Ejder Abi’nin kararsızlığından faydalanan motorcu arabaya yetişti. Yaydığı kızıl ışık arkasında bir göktaşı gibi kuyruk oluşturuyordu. Artık şoförle aynı hizadalardı. Ejder Abi’nin elinde tabanca vardı, onu vurabilirdi. Vurmadı. Kırmızı Adam elini havaya kaldırdı ve Ejder Abi bayılıp kaldı.
İçinde bulunduğum araba yoldan çıkıp şarampole devrilirken çığlık atmaya başladım. Kırmızı Adam’ın ne yapacağını anlayan Ejder Abi frene abanmıştı. Bu yüzden yumuşak bir çarpışma oldu. En azından fiziksel olarak iyiydik. Sürünerek arabadan çıktığımda Kırmızı Adam’ın tam karşımda dikildiğini gördüm, yine tüm ihtişamıyla parlıyordu. “Sonunda kavuştuk,” dedi. “Düşmanın olmadığımı biliyorsun. İyiliğini istediğimi biliyorsun. Benimle geleceksin.”
“Hayır!” dedim. “Rahat bırak beni!” O ana kadar fark etmemiştim ama ağlıyordum. Çocuktum daha. En azından o geceye kadar çocuktum. “Ailemin yanına gitmek istiyorum.”
“Zihnini avcumun içinde tutabilirim Barış,” dedi. “Ama ben özgür iradenle gelmeni istiyorum. Beni anlıyorsun.”
“Seninle gelmeyeceğim!” diye haykırdım hüngür hüngür ağlarken. “Git buradan, git!”
Kırmızı Adam elini havaya kaldırdı. “O zaman kuklam olacaksın çocuk. Bana başka çare bırakmadın.”
Hilal’in arabadan çıktığını fark etmemiştim. Kendini ikimizin arasına attı. “Önce beni geçmen lazım!” diye bağırdı. “Şerefsiz piç! Yemin ediyorum burada patlatırım seni!”
O an kendim için korktuğumdan fazla Hilal için korktum. Kırmızı Adam gibi bir canavara nasıl kafa tutabiliyordu? O hilkat garibesinin hiddet dolu bir karşılık vermesini bekliyordum. Hilal’i kaybettiğime emindim ama adam gülmeye başladı. “Ah güzelim,” dedi. “İnsan ağabeyine öyle şeyler söyler mi hiç?”
“Benim ağabeyim öldü!” dedi kız. “Onu sen öldürdün. O zamandan beri kimseye abi demedim ben!”
“Hilalim… Güzelim… Bir tanem… Babamla aramızda ideolojik bir anlaşmazlık olabilir ama ben hâlâ aynı kişiyim. Ben senin ağabeyinim. Şu hayatta kimse seni benim kadar sevemez. Lütfen, çekil önümden de işimi yapayım.”
“Sen benim ağabeyim değilsin! Sen Kırmızı Adam’sın. Sen aile dostlarımızı katlettin, benim ağabeyim bunu yapmazdı. Benim ağabeyim kan rengi parlamazdı. Benim ağabeyim dünyanın en tatlı, en kibar, en beyefendi insanıydı.”
“Ben hâlâ aynı kişiyim bir tanem. O statükoculardan kurtulmamız gerekiyordu. Ben ne yapıyorsam halkımızın iyiliği için yapıyorum.”
“Hayır!” diye haykırdı kız. “Gözü dönmüş bir teröristsin sen!” Öğrendiğim gerçeğin şaşkınlığıyla kalakalmıştım. Gözyaşlarım kurumuş, tombul yanaklarımda tuzlu izler bırakmıştı. Şimdi ağlama sırası Hilal’deydi. Bir yandan ağlıyor, bir yandan eskiden ağabeyi olan adama bağırıyordu. “Sen Kırmızı Adam olunca ben de geberip gitmek istedim! Senin katlettiklerinle birlikte! Bileklerimi kestim ama ölmeye cesaret edemedim… Bir gün dönersin diye bekledim.”
“Döndüm güzelim… Bak yanındayım. Seni hiçbir zaman bırakmadım ki. Hep uzaktan izledim. Babam beni senin yanında istemiyordu ama insan kardeşini bırakabilir mi hiç? Canım benim… Güzelim… Kara kuzum… Ben sana zarar vermem, biliyorsun bunu. Ne yapıyorsam senin geleceğin için yapıyorum, halkımızın geleceği için, hak ettiğimiz yere gelelim diye. Bunun için Barış’a ihtiyacım var. Çekil önümden. Lütfen. Onu almama izin ver.”
“O senin alabileceğin bir şey değil. Takipçilerinden biri değil. Bir silah veya araç değil. Fikirleri, duyguları, düşünceleri olan gerçek bir çocuk. Seninle gelmek istemiyor.”
Birkaç adım atıp Hilal’in yanına geldim. Kızın elini tuttum. “Ona yardım edeceğim,” dedim.
Şaşkın gözlerle suratıma baktı. “Ne diyorsun sen?”
Kırmızı Adam gülümsedi. “Doğru yolu seçeceğini biliyordum.”
“Ben bilmiyordum,” dedim. “Ama artık ne yapmam gerektiğini biliyorum.” Söylediklerimde samimiydim. İkisini dinlerken kafamda bir yıldırım çakmıştı. Hilal ölmek istemişti. Ama istememişti de. Ağabeyinden nefret ediyordu. Bir o kadar da seviyordu onu. Ben hâlâ çocuktum. Ama artık büyümüştüm. Okuduğum tüm kitaplar kafamda iç içe geçiyordu. Zıtlıklar o kadar da zıt değildi, bir şey aksiyle aynı anda aynı yerde var olabilirdi. “Birbirimizin zihninde bulunduk,” dedim Kırmızı Adam’a. Anlamıştım ki birine kötülük etmek en büyük iyilik olabilirdi. Ceza vermek onu kurtarmak olabilirdi. “Birbirimizi tanıyoruz.”
“Aynen öyle.”
“Sana yardım edeceğim,” dedim ve dediğimi yaptım. Bu kadar basit olacağını düşünmemiştim. Tereyağından kıl çekmek gibiydi. Nefes almak kadar doğal ve kolaydı. Sanki üçüncü bir elim vardı. Bu el ona uzanmış, büründüğü kırmızı örtüyü çekip almıştı. Hilal’e baktım, ağlamayı bırakmıştı. Çok uzun zaman sonra ağabeyinin suratı yeniden karşısındaydı.
“Ne oluyor?!” diye inledi bir zamanların Kırmızı Adam’ı. “Her şey değişti… Sesler değişti, renkler değişti… Sanki duyamıyorum, göremiyorum! Ne yaptın bana?”
“Sana yardım ettim,” dedim. “Hilal’e yardım ettim. Ağabeyini istiyordu, ona ağabeyini geri verdim. Seni kurtardım. Hastaydın, tedavi ettim. Artık Kırmızı Adam değilsin. Artık psişik değilsin.”
“Bu imkansız,” diye mırıldandı Hilal. Bana dehşetle bakıyordu. “Sen gerçekten bu kadar güçlü müsün?”
Omuz silktim. “Bilmem ki…” Onun sayesinde güçlüydüm. “İlk kez oluyor. Herhalde bir daha olsa yapamam.”
“Seni velet!” diye haykırdı Hilal’in ağabeyi. “Geberteceğim seni!” Üstüme doğru bir hamle yaptı ama soğuk çeliği hissedince donup kaldı. Arkasına döndüğünde Ejder Ağabey’le göz göze geldi.
Onu uyutan güç ortadan kalkınca ayaklanmış, tabancasını adamın kafasına dayamıştı. “Seni yeniden görmek ne güzel,” dedi sırıtarak. “Merak etme, cezaevinde sık sık ziyaretine gelirim. Arayı kapatırız. Hollywood’da dedikleri gibi, kanun namına tutuklusun!”
Şimdilerde bıyığımın, o zamanlarsa sadece şeftali tüylerinin olduğu yerde bir ıslaklık hissettim. Dilimle yokladığımda metalik bir tat aldım. Parmağımı sürünce kırmızılığı gördüm. Burnum kanıyordu. Ayakta kalmak için Hilal’in omzuna tutundum. “Ejder!” diye seslendi kız. “Bu çocuk iyi değil.”
Ejder Abi göz ucuyla baktı. “İlk seferinde gücünü fazla zorladı, normaldir. Teşkilatı arıyorum, hemen bir ambulans göndersinler. Sen onu arabaya oturt.”
Kızın yardımıyla zar zor iki adım attım. Gözlerim karardı. Hilal çığlık attı. Gerisini hatırlamıyorum.
* * *
Hastane odasında uyandığımda annem ve babam başımda olduğu için mutluydum. Biraz başım ağrıyordu ama zamanla geçti. İlk gün vücuduma hakim değildim, yataktan doğrulmakta bile zorlanıyordum. Sonraki gün yardımla da olsa odanın içinde yürüyebilir olmuştum. Birkaç gün sonra hastanede dolaşmama izin verdiler. Bahçede gezinirken bir duvarın arkasına saklanmış sigara içen Hilal’i gördüm. Ben görünce heyecanlandı, ciğerlerine dolan dumanla öksürmeye başladı. “Birisine söylersen gözlerini oyarım,” dedi.
“Dilimi kesmen daha mantıklı olmaz mı?” diye sordum. Güldü. Çok güzel gülüyordu. “Gerçekten,” dedim. “Bu hiç sağlıklı bir alışkanlık değil. Neden içiyorsun ki?”
“Bilmem…” Ne söyleyeceğine karar verememiş gibi biraz düşündü. “İyi misin?”
“Evet,” dedim. “Kendimi fazla zorlamışım sadece. Gücümü ölçmek için sık sık test yapıyorlar, o yüzden buradayım. Yakında taburcu olacakmışım. Sen nasılsın?”
“Dün gece başıma gemi maketi düştü.”
Soran gözlerle baktım. “Gemi maketi mi düştü?”
“Evet… Duruyormuş orada, düşüverdi.”
Belli ki ağabeyi hakkında konuşmak istemiyordu. Yol maceramız hakkında, psişikler hakkında, hiçbir şey hakkında konuşmak istemiyordu. Ona sarıldım. “Teşekkür ederim,” dedim titreyen, çatlak bir sesle. “Teşekkür ederim…”
Bir an şaşırdı ama sonra aynı sıcaklıkta bir kucaklamayla karşılık verdi. “Ben de teşekkür ederim.”
[1] İlk kural büyüklere saygı. Ya seve seve uyarsın ya da tokadı veya tekmeyi yersin. – Gustavo Caliban, Primeiro Critério
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.