Brian, barın arka tarafında gölgeler arasında oturuyordu. Etrafı süzüyor, kimin sarhoş, kimin ayık, kiminse konuşmaya hevesli olduğunu ayıklıyordu. Bir fırsat arıyordu sadece.
Kapı gıcırtıyla açıldı. İçeri, pörtlek gözlü, koca ağızlı bir tip girdi. Üstünde yeni alınmış gibi duran ama üstüne oturmayan bir takım elbise vardı. Ayakları hafif yalpalıyordu; belli ki uzun süredir içiyordu. Doğrudan bara yanaştı, gürültülü bir şekilde tabureye oturdu.
Barmen, bıkkın bir bakışla ona döndü. “Ne istiyorsun?”
Adam, pörtlek gözlerini kırpıştırıp gülümsedi. “Viski ver…” Yüz dolarlık bir banknotu avcunun içiyle meşe tezgâha yapıştırdı. Sesi tok bir şaplak gibi yayıldı. Bir süre barmene baktı, sonra ona doğru eğildi. “Bu aralar bira içmiyorum. Daha az tuvalet, anlarsın ya…” Gözleri iyice açılmış ağzı iyice yayılmıştı.
Yüz doları gören Brian’ın kulakları dikildi. Elindeki bira bardağını ağzına götürürken gözlerini kurbandan ayırmıyordu.
Barmen viskiyi doldurup adamın önüne kaydırdı. Adam, kehribar rengi sıvıya huşu içinde baktı. “En sevdiğim viski. Dostum, bu fena bir şey…” Bardağı eline aldı, kokladı. Bir an duraksadı. “Aslında…”
Barmen gözlerini devirdi. “Ne aslında?”
“İnanılmaz bir geceydi…” dedi adam fısıltıyla. “Şehrin kuzey yakasında bir bara gitmiştik… Kuzenim Casey ile.” Barmene doğru iyice eğildi, sesi daha da alçaldı. “Sana şimdi söyleyeceğim şeye inanmayacaksın…”
Barmen’in yüzündeki sıkılmışlık artık yerini bariz bir hayal kırıklığına bırakmıştı. Cevap vermeye tenezzül etmeden arkasını döndü ve bardakları silmeye başladı.
Sarhoşun yüzü düştü. Anlık bir boşluğa düşmüş gibiydi. Bir yudum viski aldıktan sonra çaresizce etrafa bakındı. İşte o an, Brian sandalyesini gürültüsüzce çekip yanına oturdu.
“Devam et dostum,” dedi Brian, en samimi ses tonuyla. “Casey ile ne oldu?”
Sarhoşun gözleri parladı. Sigarayı yaktı, ilk nefeste öksürdü.
“Dedim ya… barda oturuyorduk Casey’le.”
Durdu, dumanı ağır ağır verdi.
“Biraları tokuşturacaktık…” Gözleri büyüdü, sesi titredi.
“O anda oldu dostum. Elimizdeki bira…puff… viskiye dönüverdi!”
Çevresine bakındı, sesini yükseltti:
“Viski! Lanet olası viski!”
Sonra Brian’a eğildi, fısıltıyla sordu:
“İnanabiliyor musun?”
Bardan birkaç kişi onlara bakıp güldü.
Sarhoş onlara ters bir bakış attı. “Evet evet! Barda oldu! Oradaki serseriler sizin gibi gülmediler. Hepsinin gözleri fal taşı gibi açıldı.”
Sonra bardağından büyük bir yudum aldı ağzını şaplattı. “Dedim ki kendime… oğlum Jack…Bence bu, içtiğim en iyi viski…” diyerek barmene baktı. “Ne, inanmıyor musun? Açık ara en iyisiydi.”
Brian ilgileniyormuş gibi başını salladı. “Vay canına… Sonra ne oldu?”
“Bir serseri birasını alıp yanımıza geldi, ‘alın bunu bende viski istiyorum’ falan dedi.” Jack’in yüzü aniden karardı, sanki kötü bir anıyı hatırlamış gibiydi. Elini şakağına götürdü. “Ama o viski… Fena bir şeydi. Ertesi sabah…” Cümlesini bitirmedi. Bakışları boşluğa daldı.
“Casey nerede?… O fena pataklar adamı,” diye konuyu değiştirdi aniden. “Boksördür dostum. Kimseye pabuç bırakmaz.”
Brian bir an yanlış kişilere bulaştığını düşündü emin olmak için sordu. “Ya… sen sende dövüşür müsün?”
Jack, “Yok dostum ben dövüşmeyen tek irlandalıyım. Kimseyle işim olmaz.”
İçi rahatlayan Brian sordu “Casey ne yaptı?”
Jack, Brian’a bakıp göz kırptı ve gülümsedi. “Casey serserinin burnuna bir yumruk attı. Onu görsen anlarsın” eliyle uzun boy işareti yaptı.
Sonra ellerini yumruk yaparak sağa sola salladı.
Brian o anda sarhoşun kolunda, gömleğinin manşetinden sıyrılan saati gördü. Işığın altında parlayan çelik ve altın. Temiz yirmi bin dolar. Belki daha fazla. ‘Bunca zırvalığı dinledim ama değdi nihayet,’ diye düşündü içinden.
Jack, sanki Brian’ın ne düşündüğünü duymuş gibi bir an duraksadı. Yüzünde acı bir ifade belirdi. “Ama Casey yok,” diye fısıldadı. “Bir haftadır ortalıkta yok… O lanet çanta yüzünden… Puf!”
Brian bir anlığına gerçekten şaşırdı. Bu, beklediği türden bir sarhoş zırvası değildi. “Ne çantası?”
Jack elini havada umutsuzca salladı. “Gitti dostum. Yok oldu.” baş ağrısı çeker gibi başını tuttu. “Başım ağrıyor diyip duruyordu”
Jack bir sigara daha yaktı, elleri hafifçe titriyordu.
“O lanet laboratuvar işine girdiğinden beri bir tuhaftı zaten…” diye mırıldandı.
Brian fırsatı değerlendirdi. “İyi para veriyorlar mıydı bari?”
Jack bu soruya sinirlenmiş gibi Brian’a döndü. “Para mı? Paraya ihtiyacımız yoktu ki! Bahislerden parayı götürüyorduk, anlıyor musun?” Öfkesini bastırmak için viski bardağını bir dikişte bitirdi ve barmene yenisi için işaret etti.
Sesi biraz daha alçalmıştı, sanki asıl konuya şimdi geliyormuş gibiydi. “Mesele para değildi. Mesele oydu… O kadın… Bilim kadını… Taş gibiydi ama…”
“Hangi kadın?” dedi Brian, bu sefer gerçekten meraklanarak.
“Laboratuvardaki işte! Elinde o şeyle geldi… Bir tür çanta. Metal. Ağır. Soğuk.” Jack ürperdi. “Kadın özellikle tembihledi… ‘Buna sakın dokunmayın,’ dedi. Eminim böyle dedi.”
Jack gelen yeni viskiye uzandı. Brian kendi birasını onun bardağına tokuşturdu. “Şerefe.”
Jack buruk bir gülümsemeyle bardağını kaldırdı. Eli kenara çarptı, içkiden bir kısmı taşa döküldü.
Gözlerini kapadı, başını salladı.
“Sabah uyandım… lanet kahvemi içerken…” Durdu, bardağını aradı, bulamayınca eliyle masaya vurdu.
“…masamda ne bulduğuma inanamazsın.”
Brian kaşlarını kaldırıp sordu.
“Ne buldun?”
Jack aniden parmağını havaya dikti, sanki büyük bir sır hatırlamış gibi. Gözleri kocaman açıldı.
“Bir haftadır aradığım Bob Marley plağı! Oradaydı… gözümün önünde!”
Kendi kendine mırıldandı: “Bugün şanslısın Jack…”
Brian, hikayenin asla bitmeyeceğini anlamıştı. Bu adam, gerçeklikle hayalin birbirine girdiği bir arafta sıkışıp kalmıştı. Ama o çanta ve saat gerçekti. Geç olmadan harekete geçmeliydi.
Jack’in koluna girdi. Jack bir an irkilip geri çekildi. “Heey hey dostum, ne oluyor?”
Brian, en güven verici gülümsemesini takındı. “Hadi Jack, çok içtin. Gecenin kahramanı sensin ama artık dinlenme zamanı. Seni evine bırakayım…”
Jack bir an Brian’ın yüzüne, sonra boşalan viski bardağına baktı. “Dedim ya…” diye mırıldandı. “Bugün çok şanslıyım…” Yorgun bir şekilde kendini Brian’ın kollarına bıraktı. “Hadi gidelim… Başım çatlıyor.”
Brian, Jack’in kolunun altında, gecenin serinliğine çıktılar. Barın boğuk gürültüsü kapı kapanınca arkalarında bir anı gibi kaldı. Jack artık daha ağırdı; sanki dışarıdaki hava, içindeki alkolün tüm gücünü ortaya çıkarmış gibi Brian’ın omzuna yaslanıyordu.
Brian’ın Spor arabasına ulaşıp Jack’i yolcu koltuğuna adeta yığdığında, Brian’ın gözü saate takıldı tekrar, Jack’in gözleri aralıktı ama Brian’a odaklanmıştı. Yüzünde çarpık, her şeyi bilen bir gülümseme belirdi.
“Gözün takıldı, değil mi?” diye kıkırdadı. Sesi arabının dar iç hacminde yankılandı. “Parıltısını seviyorsun.”
Brian motoru çalıştırırken, “Güzel saat,” demekle yetindi. “Zevkli adamsın dostum.”
Jack kahkaha attı. “Zevk değil dostum, şans! Saf, katıksız şans!” Kolunu kaldırdı ve saate hayranlıkla baktı, sanki ilk defa görüyormuş gibi. “Aşağı sokaktaki o İtalyan’ın yerini bilir misin? Hani bodrum katında masaları olan… Orada üttüm bunu.”
Jack ilk kez Brian’ı görüyormuş gibi “Tarz sahibisin dostum. Araban güzel” Başını kaldırıp yüzüne baktı “Kısa kesim dalgalı sarı saçlar mavi gözler.” Sonra aynadan kendine baktı “Birde bana bak korkunç görünüyorum. Lanet olsun”
Brian fena herif değil ama epey geveze diye içinden geçirdi.“Jack… sende iyisin klas birisin merak etme”
Jack’in morali yerine gelmiş gibiydi Brian’ın kıyafetlerine baktı “Sevdim seni Brian, ama o kot tişört ile kızlar bakmaz dostum takım elbise giymelisin” sonra iki eliyle kendi ceketinin yakalarını tuttu “Çok şanslıyım demiştim bunları da yeni aldım.” “Saatle birlikte epeycede nakit üttüm anlarsınya”
Anlatırken epey canlanmıştı. Koltukta doğruldu, gözleri parlıyordu. “Herifin teki, bütün gece masayı topluyordu. Pislik bir İtalyan, deri ceket boynunda gümüş zincir. Saçları geri taramış seni kibirli serseri.”
Bir yandan elleriyle ceplerini yokluyordu. Brian “Arabada içme dostum şu pisliği…”
“Of neyse… sonra ben oturdum karşısına. Poker masası… Herif karşımda terliyordu, anlıyor musun?”
Sonra keyfi yerine geldi bir kahkaha attı.
Son elde, elinde ne var ne yoksa masaya sürdü. Bu saati de koydu. Gurur meselesi yaptı. Ben mi? dostum… Sadece şans.” Elini şıklattı. Bileğini dirseğinden havaya dikerek zafer işareti yaptı “inanılmazdı adamın suratını görmeliydin.”
Başını koltuğa geri yasladı ve zafer sarhoşu bir kahkaha daha attı. “Dedim ya sana, bugün çok şanslıyım.”
Ancak “şans” kelimesi ağzından çıktığı an, arabanın içindeki neşe sanki bir vakumla çekilip alındı. Jack’in yüzündeki gülümseme dondu, kahkahası boğazında kurudu. “Off lanet başım fena kaç gündür.” Bakışları yine o boş, kayıp ifadeye büründü. Elini kaldırıp saate dokundu ama bu kez bir zafer nişanına değil de, kötü bir anıyı hatırlatan bir yara izine dokunur gibiydi.
Brian gözlerini yola dikti, ama Jack’in sesi kafasında uğuldamaya devam ediyordu
“Ama Casey…” diye fısıldadı. “Şansını o lanet laboratuvarda bıraktı.”
Gözlerini kapadı ve yolun geri kalanında sadece anlaşılmaz şeyler mırıldandı. “Puf… gitti… şans bitti…”Jack alnını ovuşturdu, sanki kafatasının içinde bir matkap dönüyormuş gibi yüzünü buruşturdu.
Brian, Jack’in tarif ettiği apartmanın önüne arabayı park ettiğinde, mırıltılar da kesilmişti. Jack sızmıştı. Onu arabadan çıkarmak, evine sokmak tam bir işkenceydi. Anahtarı kilide sokup kapıyı açtığında, Jack’in son gücü de tükendi.
Brian onu içeriye, salonun ortasındaki koltuğa doğru sürükledi. Jack, ayakları birbirine dolanarak devrildi “Casey o çantanın içinde olmalı…” dedi ve kof bir sesle koltuğa yığıldı. Derin, hırıltılı bir nefes aldı ve hareketsiz kaldı.
Brian bir an donakaldı. Jack’in tamamen sızdığından emin olana kadar bekledi. Sonra yavaşça kapıyı arkasından kapattı ve kilitledi.
Brian’ın gözleri odayı taramaya başladı. Bahis parası? Laboratuvardan gelen değerli bir şey? Yoksa o çanta mı? Gözleri odanın köşelerine kaydı ve masanın altındaki gölgelerde bir şeyin kenarını yakaladı. Koyu renkli halının üzerinde, yarım yamalak örtülmüş metal bir köşe parıldadı.
Brian’ın dudakları istemsizce kıvrıldı.
Av başlamıştı. Ve ödül artık sadece bir saat değildi.
Brian, Jack’in tamamen sızdığından emin olduktan sonra bir an durup odayı dinledi. Sadece buzdolabının uğultusu ve Jack’in derin, hırıltılı nefesleri… Mükemmel.
Bir gölge gibi hareket ederek önce asıl hedefine, Jack’in bileğine yöneldi. Parmakları ustaca saatin tokasını buldu, tek bir metalik tık sesiyle yirmi bin doları serbest bıraktı. Saat, cebine sessizce kayarken Brian’ın yüzünde en ufak bir ifade yoktu. Bu sadece işin ilk adımıydı.
Salondaki konsolun çekmecelerini yokladı. İkinci çekmecede, lastik bir bantla tutturulmuş, dağınık bir tomar para buldu. Beş yüz, belki altı yüz dolar. Jack’in “şanslı” gecesinden kalma kumar parası olmalıydı. Parayı da cebine attı.
Sıra yatak odasındaydı. Odanın dağınıklığı, yalnız ve pasaklı bir adama aitti. Brian şifonyerin üzerindeki ıvır zıvırı umursamadı, doğrudan çekmecelere yöneldi. Birkaç gümüş kol düğmesi ve markalı bir kravat iğnesi buldu. Bunlar çerezdi ama profesyonellik, her şeyi almayı gerektirirdi. Yastığın altına, yatağın yanındaki komodine baktı. Başka bir şey yoktu.
Salona geri döndü. İçinde bir ses, bu evin sırrının bu kadar ucuz olamayacağını söylüyordu. O çanta… Jack’in o korkunç son cümlesi… Gözleri odayı yeniden taradı. Ve onu gördü. Koltuğun hemen yanındaki masanın altında, gölgelerin arasında duruyordu.
Brian yavaşça yaklaştı, kalbinin ritminin hafifçe hızlandığını hissetti. Elini uzattı ve çantayı gölgelerden çıkardı.
Bu, gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu. Küçük, şık bir Bond çantası boyutlarındaydı ama yapısı tamamen yabancıydı. Mat, koyu gri bir metalden yapılmıştı ve üzerinde tek bir çizik, vida ya da birleşim yeri yoktu. Kenarları o kadar kusursuzdu ki sanki tek bir metal bloktan oyulmuş gibiydi. Ne bir kapağı, ne bir kilidi, ne de bir menteşesi vardı. Sadece üst kısmında, yine aynı metalden yekpare bir kulp…
Brian çantayı evirip çevirdi. Parmaklarını yüzeyinde gezdirdi, bir düğme, bir girinti, gizli bir bölme aradı. Hiçbir şey yoktu. Kulbundan tutup sarsmayı denedi. İçinden en ufak bir ses bile gelmiyordu. Bir hırsız olarak gururu incinmişti. Hayatı boyunca açamayacağı kilit olmadığını düşünürdü ama bu şeyin bir kilidi bile yoktu. Bir bulmaca kutusu gibiydi ama çözümü yoktu.
Tam çantayı masanın üzerine koyup daha sert bir yöntem denemeyi düşünürken, o sesi duydu.
Kapı kilidinden gelen cılız bir tıkırtı.
Brian olduğu yerde donakaldı. Vücudundaki tüm kaslar gerildi. Nefesini tuttu. Ses, bir anahtarın kilit yuvasında beceriksizce gezdirilmesinin sesiydi.
Sessiz adımlarla antreye süzüldü ve kulağını kapının soğuk ahşabına dayadı. Dışarıdan, biri fısıldıyordu.
Genç, endişeli bir kadın sesiydi. “Emin misiniz Profesör? Ya izlendiysek? Buraya gelmek çok riskli.”
Ardından daha yaşlı, sakin ama kararlı bir erkek sesi cevap verdi. “Sakin ol, Julia. FBI yolda, Casey onu güvende tutmuştur. Şimdi sessiz ol ve şu kilidi açmaya çalış.”
Brian’ın kanı damarlarında buz kesti.
Profesör mü?… FBI mı?
Brian, arka çıkışı düşündü.
Çelik gibi bir sessizlik çökmüştü odaya.
Şimdi bir karar vermek zorundaydı.
Kapı kilidinden gelen tıkırtı kesildi ve kilit yavaşça döndü. Brian, elinde pürüzsüz ve soğuk metal çantayla girişte, gölgelerin içinde nefesini tutmuş bekliyordu.
Kapı aralandı ve içeri ilk adımını atan genç, endişeli yüzle bakan Julia’ydı. Brian, onun fısıltısını duyduğu kadın olduğunu anladı. Julia içeri girer girmez, arkasından gelen Profesör, aniden içeri savruldu. Sessizliği yırtan üç boğuk patlama sesiyle birlikte adamın göğsünde üç koyu kırmızı nokta belirdi. Gözleri şaşkınlıkla açıldı ve tek bir kelime edemeden, cansız bir yığın gibi kapının eşiğinden içeri yığıldı.
Julia donakaldı. Bir saniye boyunca ne olduğunu anlayamadı, sonra ciğerlerinden kopan bir çığlık, binanın sessizliğini paramparça etti.
Bu, Brian’ın işaretiydi. Arkasını döndü ve dairenin diğer ucundaki, mutfağa açılan arka kapıya doğru bir gölge gibi süzüldü.
O anda Julia onu fark etti. Gözleri önce yerde yatan Profesör’ün cansız bedenine, sonra da Brian’ın elindeki mat siyah çantaya kaydı. Dehşeti ve kederi, anında öfkeye dönüştü. “Bırak onu!” diye bağırdı. “O çantaya dokunma!”
Brian onu duymazdan geldi. Arka kapıya sadece birkaç adım kalmıştı. Salondaki koşuşturmaları ve silah seslerini duyan Julia, peşinden atıldı. Tam Brian kapının koluna uzanmışken, dışarıda, binanın etrafında aniden beliren gölgeler gördü. Siren yoktu, ışık yoktu. Sadece karanlık giysili, ellerinde uzun namlulu silahları olan, sessizce pozisyon alan adamlar.
Lanet olsun! Ne biçim bir yere düştüm ben? diye geçirdi içinden. Kalbi göğüs kafesini dövüyordu. Sadece kaçıp kurtulmam lazım, hemen şimdi!
Bu, saf, hayvani bir istekti. Bir an önce bu kabustan sıyrılma arzusu. Elindeki çantanın metali, düşüncesiyle birlikte sanki bir anlığına ısındı.
Arka kapıyı ittiğinde, gece Brian’ın yüzüne soğuk bir darbe gibi çarptı. Havanın keskin kokusu —ıslak toprak, yanık barut ve yaprak çürümesi— ciğerlerine doldu. Bahçedeki meşe dalları rüzgârla uğulduyor, gölgeler toprağın üzerinde devasa yaratıklar gibi kıpırdanıyordu.
O an karanlığın içinden siyah siluetler belirdi, namlular parladı.
“FBI! Yere yatın! Silahlarınızı bırakın!” diye bağırdılar. Ama o anda, binanın pencereleri içeriden dışarıya doğru patladı…
Cam kırıkları her yere saçılırken, Profesör’ü vuran tetikçiler, hem dışarıdaki ajanlara hem de bahçedeki Brian ve Julia’ya doğru ateş açmaya başladılar.
Ortalık cehenneme dönmüştü. Mermiler vızıldayarak her yönden geçiyordu.
İşte o an, Brian’ın “kaçıp kurtulma” planı kafasında belirdi.
Bahçenin karşısındaki yaşlı, devasa meşe ağacının kalın bir dalı, korkunç bir gıcırtıyla koptu. Sanki yıllardır çürüyormuş gibi aniden koptu. Koca dal hışırdayarak, doğrudan FBI ajanlarının pozisyon aldığı duvarın üzerine ve park halindeki araçların üstüne düştü. Metalin metale çarpma sesi, ezilen kaportalar ve patlayan lastiklerin sesi, silah seslerini bir anlığına bastırdı. Ajanlar ezilmemek için kendilerini geriye atarken, Tetikçilerin ateş hattı ile FBI ajanları arasında bir enkaz ve kaos perdesi oluşmuştu.
Kimse olanlara anlam veremiyordu. Bu, akıl almaz bir tesadüftü.
Ama Brian’ın düşünecek vakti yoktu. Bu, onun şansıydı. Çok şanslıyım diye geçirdi içinden şaşkınlıkla. Jack’i hatırladı ve içinden yineledi: “Çok şanslıyım.”Julia’yı kolundan yakaladığı gibi onu yere, binanın yan tarafındaki duvara çekti. “Kımıldama!” diye bağırdı.
FBI, şaşkınlık içinde enkazın arkasından toparlanmaya çalışırken, tetikçiler bu fırsatı kaçış için kullanmaya çalışıyordu. Çatışma, bir anlığına evin diğer tarafına yoğunlaştı.
“Şimdi!” diye bağırdı Brian. Julia’yı çekiştirerek çömeldi ve evin duvarından ayrılıp koşarak bahçe duvarı dibinden hızla ön tarafa doğru ilerlediler. Arkalarında kırılan camların, bağırışların ve silahların sesi uğulduyordu.
Bahçenin kapısından fırladıklarında sokak arka tarafa göre sakindi. Brian, spor arabasını gördü. Julia’yı neredeyse peşinden sürükleyerek arabaya ulaştılar. Kapıları çarptıkları gibi Brian kontağı çevirdi.
Tam o anda, şakağına sanki kızgın bir şiş saplanmış gibi keskin bir acı girdi.
Gözleri karardı, bir anlığına nerede olduğunu unuttu. Direksiyonu tutan ellerinin neden kaskatı kesildiğini, yanındaki bu titreyen kızın kim olduğunu, gecenin içinde neden yanında olduğunu anlayamadı. Zihni, bir anlığına bomboş bir odaya dönmüştü.
Sadece bir saniye sürdü. Sonra anılar, kafesten salınan kuşlar gibi uğultuyla geri doldu: Jack, çanta, Profesör’ün cansız bedeni, silah sesleri…
Brian acıyla inlediğinde, Julia’nın dehşet içinde ona baktığını gördü.
Motorun kükremesi, arkadaki kaosun içinde yeni bir umut notasıydı. Brian gazı kökledi ve araba, lastiklerini yolda bırakarak gecenin karanlığına karıştı. Yan koltukta, Julia hâlâ şok içinde nefes nefese olanları anlamlandırmaya çalışıyordu.
O sırada tetikçiler de kaosu fırsat bilip ön tarafa koştular. Üç araba birden gecenin içinde Brian’ın peşinden gürültüyle hareket ettiler, amansız kovalamaca başlamıştı.
Brian, Julia’ya kısa, sert bir bakış fırlattı zihni toparlanmıştı. Spor arabanın motoru kükrerken, lastikler asfaltta acı bir vınlama ve ağır bir yanık lastik kokusu bıraktı. Caddenin köşesini neredeyse iki teker üzerinde döndükten sonra farları yaktı. Işık huzmesi, iki yanında alçak, bakımsız binaların sıralandığı dar bir sokağı aydınlattı. İlerideki terk edilmiş bir arsadan, motorların gürültüsüne ve yankılanan silah seslerine öfkeyle cevap veren bir köpek sürüsü fırladı.
Dikiz aynasında aniden beliren farlar, avın başladığını haber veriyordu. Brian vites yükseltti, araba öne atıldı. Hemen ardından, arkadaki karanlığı anlık flaşlarla yırtan mermiler ateşlendi. Mermilerden biri arabanın arka camını bir örümcek ağı gibi çatlatırken, diğerleri sağda solda havayı keskin bir vızıltıyla yarıyordu.
Brian’ın çenesi kasılmış, gözleri sokağın sonundaki ana caddenin parıltısına kilitlenmişti. Orası. Tek çıkış orası.
Arkadakiler de gaza yüklendi, aradaki mesafeyi kapatmak için tamponuna yapıştılar. Brian, “İşte şimdi!” diye mırıldandı ve direksiyonu aniden sağa kırdı. Lastikler acı acı inlerken araba, gövdesini yola savurarak ana caddeye daldı.
Tam arkasından gelen takipçilerden ilki de aynı cüretkar manevrayı denedi. Ancak ana caddenin akışını hesap edememişti. Yolda seyreden bir minibüs, korna çalmaya bile fırsat bulamadan, takipçinin arabasının yan tarafına tonlarca metaliyle bir balyoz gibi indi. Korkunç bir gürültü ve metalin metale sürtünme sesi geceyi yırttı.
Brian, dikiz aynasından birbirine girmiş enkazı gördüğünde, mavi gözleri karanlıkta parladı. Yüzünün yarısını alaycı bir gülümseme kapladı. Jack’i hatırladı. Şans. O an, gerçekten de dünyanın en şanslı adamı gibi hissetti.
“İşte biri saf dışı.”
Ama kelimeler ağzından çıkarken, beyninde başka bir cümle yankılandı. “Sen de saf dışısın…”
Kendi sesiydi bu. Gülümsemesi daha yüzüne tam yayılamadan, donup kaldı. Yüzü bembeyaz kesildi. Bu seferki acı, zihninde değildi. Burnundan, önce tek bir damla kan, sonra sıcak bir boşalma hissetti. Başını bir anlığına direksiyona düşürdü, görüşü kızıla boyandı. Midesi kasıldı. Elleri direksiyonu zor tutuyordu artık.
Elinin tersiyle burnunu sildiğinde, Julia onun kanlı yüzünü ve acı dolu ifadesini gördü. Brian’in zafer gülümsemesi, yerini çektiği azabın acı bir sırıtışına bırakmıştı.
Brian dikiz aynasından baktığında, ana cadde tamamen durmuştu. Kaza, yolu hurda metale dönmüş bir barikatla tıkamıştı. Öfkeli kornalar ve bağırışlar, az önce geride bıraktıkları silah seslerinin yerini almıştı. Diğer iki takip aracının, bu kaostan kurtulmak için geri geri manevra yaptığını ve ara sokaklarda kaybolduğunu gördü. Bu onlara zaman kazandıracaktı. Belki birkaç dakika, belki daha az.
Motor hâlâ hırlarken, Brian ilk defa yan koltuktaki Julia’ya döndü. Kız, bir taş gibi kaskatı kesilmişti; gözleri dehşet içinde karşıya bakıyor, kesik kesik nefes alıyordu. Brian, pratik bir hareketle uzandı ve kollarını, omuzlarını yaralanma belirtisi var mı diye kontrol etti.
Julia, dokunuşla birlikte irkildi ve sanki elektrik çarpmış gibi kendini geri çekti. “Çek o lanet ellerini üzerimden!” diye bağırdı sesi titreyerek.
Brian aldırmadı, gözlerinin içine baktı. “İyi misin? Bir yerinde yara var mı?”
Julia onun sorusunu duymamış gibiydi. Bakışları, Brian’ın kucağında duran mat siyah çantaya kilitlenmişti. “Her şey senin yüzünden,” diye fısıldadı. “Ona dokunmamalıydın.”
Brian direksiyonu sıktı. Sabrı tükeniyordu. “O anı geçtik artık. Söyle bana, peşimizdekiler kim?”
Julia, bakışlarını çantadan ayırmadan cevap verdi. Sesi buz gibiydi. “Profesör’ü vuranlar… Onlar Mafyanın adamları.”
Mafya.
Kelime, arabanın içinde bir anlığına asılı kaldı. Brian, bahçedeki karanlık giysili, profesyonelce pozisyon alan adamları düşündü. Onlar mafya değildi. Onlar FBI’dı.
İçinden bir ses konuştu, alaycı ve bitkindi. Harika. Hem FBI, hem de mafya…
“Lanet olsun sana, Jack,” diye geçirdi içinden, dişlerini sıkarak. “Senin o geveze çenen… Senin o lanet çantan…” Her şey ne kadar basitti oysa. Yirmi bin dolarlık bir saat, temiz iş, gecenin sonunda sıcak bir yatak. Ama şimdi, iki ateş arasında, ne olduğunu bilmediği bir metal kutu yüzünden hayatı için kaçıyordu. “Ne işler açtın başıma…”
Arkadan gelen bir korna sesi onu kendine getirdi. Trafik yavaş yavaş, enkazın etrafından tek şeride düşerek akmaya başlıyordu. Nefes alma anları bitmişti.
Brian vitesi taktı. Artık pişmanlığa zaman yoktu. Bu kabustan çıkmasının tek bir yolu vardı: ileri gitmek.
Araba, ana caddenin loş ışıklarında son sürat akıyordu. Uzaklarda, şehrin damarlarında yankılanan polis sirenleri çınlıyordu; mavi kırmızı parıltılar bulutlara vuruyor, ama henüz onlara ulaşmamıştı.
Brian direksiyona abanmış, gözlerini yola kilitlemişti. Karanlığın içinde kalmış Julia, hâlâ kucağındaki çantaya bakıyordu.
Brian dişlerini sıkarak konuştu:
“Bu lanet çanta da ne? Neden herkes peşinde?”
Julia, gözlerini ondan ayırmadan fısıldadı:
“FBI bize getirdi. İncelememizi istediler… Ama nedenini söylemediler.”
Brian öfkeyle direksiyona vurdu. “Bırak bu yarım yamalak cevapları, Julia! Profesör öldü! Sen ve ben de ölmek üzereyiz! Gerçekte ne var bu kutunun içinde?”
Julia’nın sesi titredi. “Bilmiyorum! Tek bildiğim… dokunanı değiştirdiği. Ya da öldürdüğü.” Gözlerini Brian’a dikti. “Casey… o çantaya dokundu. O günden sonra hiçbir şey aynı olmadı.”
Brian, burnundaki kurumuş kanı ve zihnine saplanan o keskin ağrıyı hatırladı. Gözlerinde ilk defa gerçek bir korku belirdi.
Julia nefes nefese devam etti, sanki o anları tekrar yaşıyordu. “Mafya laboratuvara gelince, Profesör Casey’e çantayı alıp kaçmamızı istedi. Peşimizdekileri atlatıp onun evine sığındık… Ama o dinlemedi, çantayı kurcaladı. Sonra… sonra ben Profesör’ü bulmak için evden ayrıldım. Casey’e bir daha ulaşamadım.”
Brian’ın alnında soğuk terler birikmişti. Tam o an zihni bir anlığına tekledi; az önce hangi sokaktan döndüğünü, ne kadar zamandır bu yolda olduğunu hatırlayamadı. Dişlerinin arasından fısıldadı: “Kahretsin… Sen dokundun mu çantaya?”
Julia ona baktı, gözleri korkuyla açılmıştı. “Hayır. Ama sen dokundun…”
Bu cümlenin yarattığı sessizliği, yan sokaktan çıkan bir kamyonun kör edici farları ve sağır edici kornası yırttı.
Çelik, çeliğe bir dağın çöküşü gibi çarptı. Brian’ın spor arabası bir oyuncak gibi savrulup taklalar atarken, dünya bir anlığına metal gıcırtıları ve kırılan cam sesleriyle birlikte sustu. Gözlerini açtığında, arabanın ön tarafının bir akordeon gibi ezildiğini ve motordan siyah dumanlar yükseldiğini gördü. İlk içgüdüsü devreye girdi: hayatta kal. Elini çantanın pürüzsüz kulpuna attı, sıkıca kavradı. Kapısı sıkışmıştı ama omzuyla birkaç kez vurduktan sonra metal inleyerek açıldı.
Kendini dışarı attı, çantayı göğsüne bastırdı ve bir anlığına arkasına bakmadan topallayarak gecenin karanlığına karışmayı düşündü. Kurtulmuştu.
Ama sonra, arabadan yükselen dumanın içinde turuncu bir alevin yükseldiğini gördü. Ve Julia’nın, kırık camın kenarında kanlar içinde kalmış yüzünü… Kız baygındı, emniyet kemerine takılı kalmıştı.
Brian donakaldı. Beyninde iki ses savaşıyordu. Biri “Kaç, aptal! Bu senin savaşın değil!” diye bağırıyordu. Diğeri ise daha eski, daha derin bir sesti. “Hayır,” diye fısıldadı kendi kendine. “Kimseyi geride bırakma.”
Dişlerini sıkarak yanan arabaya geri koştu. Isı yüzünü yalıyor, alevler büyüyordu. Julia’nın kapısını zorlayarak açtı, kemerini keskin bir metal parçasıyla kesti ve kızı dışarı sürükledi. Tam o sırada arabanın benzin deposu kulakları sağır eden bir gürültüyle patladı.
İkisi de patlamanın etkisiyle yere serildi. Brian kendine geldiğinde, Julia’nın ayılmış, dehşet ve şaşkınlık içinde ona baktığını gördü. Bir köşe başında soluklanırken Julia gözlerini ona dikti.
“Beni bırakmadın,” dedi fısıltıyla. Sesinde hem şaşkınlık hem de derin bir minnet vardı. “İkinci kez…”
Brian gözlerini yere indirdi, dudaklarının kenarı acı bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Evet… hırsız olabilirim. Hayatımı yanlış seçimlerle doldurmuş olabilirim.” Sonra bakışlarını Julia’nın gözlerine kilitledi. “Benim için kimse kalmadı… babam annemi ve beni bıraktığından beri. Ama o günden sonra bir karar verdim… kimseyi geride bırakamam.”
Julia’nın yüzünde gözyaşlarıyla karışık bir tebessüm belirdi, o sert kabuğun altındaki derin yarayı gördü. Elbisesinden bir parça yırtarak Brian’ın bacağını sardı, sonra onun kolunun altına girip ayağa kalkmasına yardım etti. Birbirlerine omuz vererek, topallayarak ilerlemeye başladılar.
Julia’nın hâlâ titrediğini gören Brian, dikkatini o anki dehşetten başka bir yere çekmek için aklına gelen ilk soruyu sordu. Sesi, kirli duvarlarda yankılanan bir fısıltı gibiydi.
“Ne okudun sen?”
Julia bu soruya şaşırdı. “Teorik fizik,” dedi.
Brian’ın yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Gözlerini bir anlığına karanlık gökyüzüne çevirdi. “Benimki daha basit: Uzaya çıkmak isterdim. Ama gerçek hayat dediğin şey… fırlatma rampasına giden bütün yolları kapattı.”
Julia gözlerini kaçırmadı. “Bazen çok okumak da aynı şeyi yapıyor. Yolu açacağına, daha da karmaşık hale getiriyor.”
Brian, “Biliyor musun,” dedi nefes nefese. “Hep bir vurgun yapmayı hayal ettim. Büyük bir iş… sonra da çekip gitmek. Monterey’de bir koy var, kayaların dibinde bir kulübe. Koca dünyadan uzak… Hep orada olmayı isterdim.”
Julia, gözlerini kısa bir süre kapadı. Dudaklarında hüzünlü bir gülümseme belirdi. “Ben de biliyorum orayı,” dedi sessizce. “Babam küçükken götürürdü bizi. Deniz çok serindi ama güneş hep ısıtırdı. O kulübe… hala duruyor mudur acaba?”
Brian, şaşkınlıkla ona baktı. Bir an için acısı hafifledi. İkisinin de zihninde aynı manzara canlanmıştı.
“Belki,” dedi Brian kısık sesle. “Başka bir hayatta orada karşılaşırdık.”
Julia’nın gözleri nemlenmişti. “Belki de hala karşılaşabiliriz…” dedi.
Ama o an, sokağın başından onlara doğru yaklaşan farlarla bölündü. Mafya gelmişti. Ve artık kaçacak bir arabaları yoktu. Son bir gayretle yol kenarındaki deponun önünde yığılı hurdaların arasına saklandılar. Daha ötesi yoktu artık onlar için.
Araba yol kenarında durdu. İçinden siyah pardesülü üç kişi indi. Biri, diğerlerinden daha sakince onlara doğru yaklaştı. Silahını kaldırdı.
Ve silah patladı.
BAM.
O tek bir saniye, sonsuzluk gibi uzadı. Brian, kurşunun Julia’ya doğru süzülüşünü gördüğünde, aklına barın loş ışığı ve Jack’in yanına oturduğu o an geldi. O hırs anı, onu bu yola sokmuştu. Şimdi, bu yolun bedelini — gecikmiş bir kefaret olarak — canıyla ödeyecekti.
Vücudu iflas etmişti ama iradesi değil. Julia yaşamalı diye mırıldadı. Sağ elini, sanki havada görünmez bir şeye tutunur gibi kaldırdı. Sol eliyle tuttuğu çantanın yüzeyi, dokunduğu yeri donduracak kadar soğudu.
Hava, merminin önünde dalgalandı. Kurşun, sanki ağır çekimde suyun içinden geçiyormuş gibi yavaşladı, titredi ve imkansız bir falso alarak Julia’nın yanından geçti. Yönü değiştirilen kurşun, kavisini tamamlayıp, doğrudan Brian’ın göğsüne saplandı.
Brian’ın nefesi kesildi. Dizlerinin bağı çözüldü ve yavaşça yere yığıldı. Julia’nın çığlığı, uzak bir yankı gibiydi. Kız yanına çöktü, elleriyle yarayı kapatmaya çalıştı. Brian’ın çantayı tutan eli gevşemişti. Julia, o elin üzerine kendi elini koydu.
“Hayır… Hayır, lütfen…” diye fısıldadı.
Brian’ın gözleri kararıyordu. Julia’nın yaşlarla dolu yüzüne baktı. Yüzünde acı ama samimi bir tebessüm belirdi. “Keşke…” diye fısıldadı. “Keşke seninle… başka şartlar altında tanışsaydık, Julia. Bir şansımız olurdu…”
Julia başını salladı. “Evet…” dedi titreyen bir sesle. “Ben de… ben de çok isterdim.”
Brian’ın gülümsemesi solgunlaştı. Son pişmanlığını fısıldadı: “…lanet Jack… keşke senin zırvalıklarını hiç dinlemeseydim…”
Julia, onun gözlerindeki ışığın söndüğünü gördü. Bakışları, ellerinin altındaki çantaya kaydı. “Bütün bunlar…” dedi nefretle. “Bunca ölüm… Keşke bu çanta hiç var olmasaydı.”
İki dilek, tek bir anda birleşti.
Çantanın mat yüzeyi, önce belli belirsiz, sonra giderek artan bir güçle parladı. Ve sonra, her şeyi yutan sessiz, beyaz bir ışık patladı.
…çınlama.
Brian gözlerini açtı.
Barın loş ışığı, tanıdık gürültüsü, havada asılı kalmış sigara dumanı… Elinde, çoktan ısınmış birası duruyordu. İçgüdüsel olarak göğsünü yokladı. Hiçbir acı yoktu, sadece asla var olmamış bir yaranın hayalet sızısı vardı.
O anda kapının gıcırtıyla açıldığını duydu Brian başını çevirdi.
İçeri, pörtlek gözlü, koca ağızlı Jack girdi. Yalnız değildi. Yanında, uzun boylu, kendinden emin kuzeni Casey vardı. İkisi de gülüşüyorlardı.
“Bu akşam biralar benden dostum!” diye bağırdı Jack, Casey’nin sırtına vurarak. Bara doğru yürürken, bir anlığına pörtlek gözleri masada tek başına oturan Brian’a takıldı. Bir an duraksadı, sanki tanıdık bir yüz görmüş gibiydi. “Dostum ne bakıyorsun?”
Brian, gülümseyip başını iki yana salladı.
“…Siktir git, Jack…”
Sandalyesinden kalktı. Masaya birkaç dolar bırakıp kapıya yöneldi.
Kapının önünde çıkınca yüzüne vuran serinlikte derin bir nefes aldı, Artık herşey geride kalmıştı.
Arabasına bindi. Motorun homurtusu, gecenin sessizliğinde bir anlığına yankılandı ve sonra şehir arkasında küçüldükçe uğultuya dönüştü. Sokaklar bomboştu. Direksiyona sıkı sıkı sarılmış, gözlerini yoldan ayırmıyordu. Ne kadar sürdü bilmiyordu; saatler birbirine karıştı, yorgunluk kemiklerine işledi ama durmadı.
Sabahın ilk solgun ışıkları gökyüzünü yırtarken, gözleri yol kenarındaki o eski, yeşil tabelanın parıltısını yakaladı: Monterey.
Artık içgüdüleriyle sürüyordu. Kıvrılan sahil yollarını, tuzlu havanın keskin kokusunu ciğerlerine çekerek aştı. Sonunda yol, denize bakan bir kayalığın ucunda bitti. Arabayı durdurdu. Motorun sesi kesildiğinde, geriye sadece rüzgârın ve uzaktan gelen dalgaların uğultusu kaldı.
Arabadan indi. Bacakları titriyordu. Kayalığın kenarına yürüdü ve aşağıya, altın rengi kumsala baktı.
Orada, dalgaların kenarında, yanında neşeyle koşan köpeğiyle Julia vardı.
Brian’ın dudağında bir gülümseme belirdi. Hayatı boyunca özlemini çektiği şey nihayet karşısındaydı.
- Şanslı Jack - 1 Kasım 2025
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.