Fuarın son günleri yaklaşmıştı. Yazın cıvıl cıvıl olan buralar havaların serinlemeye başlamasıyla tenhalaşıyordu. Fuar kapanalı on beş gün olmuştu ama eğlenceleri tek tük de olsa sürüyordu. Örneğin fuarın tam ortasında kurulan lunapark tüm neşesiyle devam ediyordu. Dönme dolap renkli ışıklarıyla dönüyor, atlı karıncanın müziği uzaklara kadar yayılıyordu. İnsanların neşeli feryatları korku dolu kahkahaları olduğu yerden hızla yükseliyor ardından tüm fuara yağıyordu. Gazinoların büyük bir kısmı kapanmış olsa da bazıları programlarını sürdürüyorlardı. Rüzgârın çevreden topladığı müzik gecenin serinliğinde dalgalanıyor ve usulca dağılıyordu. Lunaparkın hemen bitişiğinde bir çadır vardı. Kapısında “Suzan Kadın burada” yazıyordu. Daha büyük yazılarla da “Gelin, girin… sizin her türlü sorunuza cevap veriyor” diyordu. Yazılar biraz çarpık dursa da amacına hizmet ediyordu. Tabii kapıdaki çığırtkanın çatlak sesinin çağrılarını da unutmamak gerekiyor.
Çadırın içi bir sahne gibi düzenlenmişti ve içeriye küçük bir ücret ödeyerek giriyordunuz. Kapının tam karşısında bir kadın vardı. Sade herhangi bir kahvede görebileceğiniz bir sandalyede oturuyordu. Oturuyor olması kendisini daha da kısa gösteriyordu. Kısa ve şişman. Şişmanlığını asıl belli edense yuvarlak yüzü, tombul yanakları ve sarkan gerdanıydı. Uzun kıvırcık saçları aceleyle toparlanmış gibiydi. Bir tülbent onları bir arada gevşekçe toparlıyordu. Önünde çiçekli desenli naylon muşambadan örtüsü olan küçük bir masa vardı. Masanın üzerindeyse kocaman bir karpuz lamba vardı. Muhtemelen bir avizeci dükkanından alınmıştı. Kadının karşısındaki sıralar dolduktan sonra sorular başlıyordu. Herkesin bir soru hakkı vardı.
Matematik soru da soran vardı, fen sorusu da. Böyle sorulara çok net cevaplar veriliyordu. Üç basamaklı sayıların çarpımından tut uzayda hayat var mı? Sorusuna kadar geniş bir yelpazede soruluyordu sorular. Bazı aklı evveller cevabını önceden hazırladıkları sorulara doğru cevap aldıklarında afallayıp kalıyordu. Gelen her soruya yakışan bir cevap veriyordu. Sorular sıradan olduğundan cevaplarda inandırıcı geliyordu soru sahibine ve onları dinleyen diğer izleyicilere. Öyle ki bazı cevaplar soruyu soranı kızdırsa da diğerleri tarafından kahkahalarla karşılanabiliyordu. Bütün duyulan kahkahalara rağmen kadın hiç gülmüyordu. O anların birinde, ön sıralarda oturan, üzerinde kahverengi bir gömlek ve yeşil bir parka olan gençliğin kendisini terk etmeye başladığı saçlarının beyazlığından belli olan bir adamdı soru soran.
“Karım beni aldatıyor mu? Koca çadır bir anda sessizliğe büründü. Herkes bir anda soruya ve sorunun sahibine kilitlenmişti. Adam olduğu yerde biraz daha küçüldü. Bir saniye sonra kalabalıktan biri
“Bu deli karı seni ve karını nereden bilecek” dedi. Ama kalabalıktan gelen “şiişşş” uyarısı cümlenin devamına izin vermedi. Ama adamın yanında oturan genç kadın bozulmuştu. Hiçbir şey diyemedi.
“Evet” dedi kadın ses tonunu hiç değiştirmeden. Orada olanlar bilmiyorlardı ama soruyu soran Santer firmasının ustalarından biriydi. Bir yıl önce fabrikada kapıcı olarak işe başlamış kısa sürede önce kalfalığa ardından ustalığa terfi etmişti. Bu terfilerde patronuyla gizlice yakınlaşan genç karısının bir katkısı olduğu bilinen bir şey değildi. Adam yerinden kalktı hemen yanında oturan genç karısının durdurma çabalarına aldırmadan biraz gerilerde oturan iyi giyimli bir adamın yanına gitti. Ağzında toparladığı kocaman balgamı yüzüne yapıştırdıktan sonra hızlı adımlarla çadırdan çıktı. Adam ne yapacağını bilemedi. Koşarak oda dışarı çıktı. Sonra başka sorular gelmiş ve soruda cevap da unutulmuştu. Ama unutmayan biri vardı, biraz geride oturan giyimiyle oraya ait olmadığını haykıran Santer firmasının patronu Âdem Bey.
Fuarın yeşil ama loş yollarından birinde yaşlı bir adam Emekli Tabip Ragıp Bey elinde kibar bastonuyla yürümekteydi. Adımları yaşının gerektiği gibi görünse de aslında yirmi otuz adım önlerinde olan bir garip çifti izliyordu. Ağır adımlarla yürüyor izlediğini belli etmemeye çalışıyordu. Bazen duruyor fötr şapkasını çıkarıyor bazen bastonuna dayanıyor sanki yorulmuş gibi nefes alıp veriyordu. Aslında zaman kazanmaya çalışıyordu. O dinlenme anlarının birinde hareket etmedi uzun bir süre. Parkın kuytu bir köşesinde nereden çıktıkları belli olmayan üç kişi takip ettiği çiftin önüne çıkmıştı. Önce biraz endişelendi ama sonra işi akışına bırakmanın daha iyi olacağını düşündü. Sağa sola bakındı ve görüş açısına uygun bir bank buldu oturdu. Ne konuştuklarını duyamıyordu ama karanlıkta olsa ilerde toplaşanların hareketleri seçebiliyordu.
Üç kişi bir tür üçgen oluşturmuş biri tekerlekli sandalyede oturan iki kişiyi sarmışlardı. İçlerinden biri iri yarı olanı “Durun bakalım” dedi. “Nereye böyle?”
“Bizler yoksul insanlarız bizden alabileceğiniz bir şey yok” dedi eski bir tekerlekli sandalyede olan adam. Sesinde belirgin bir acındırma vardı. Haftalardır tıraş olmadığını belli eden uzun sakallarını hafifçe kaşıdı. İyice kısa saçlarında beyazlar çoğalmaya başlamıştı.
“Hikmet, sen karışma” dedi şişman kadın.
“Hikmet sen karışma” dedi adam kadının sesini alaycı bir şekilde taklit ederek. Sonra sert bir tonda
“Sakat moruk işimiz seninle değil” dedi sözcüleri olan kişi. İri bedeninin ve güvendiği güçlü pazularının her sorunu çözeceğine inananlardandı.
“Ne istiyorsunuz bizden” dedi kadın. Gençti ama kısa boyu ve kilolu bedeni kendisini olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Şurada çadırda gösteri yaparak para kazanmaya çalışan birileriyiz, işimiz bitti ve Basmane’ye evimize doğru gidiyoruz.“ İri yarı adam dikkatli bakınca adamın gişede para toplayan kişi olduğunu anladı. Küçük kulübede olduğu için sakatlığı belli olmuyordu.
“Bakın halimize paralı insanlar gibi mi görünüyoruz” dedi kadın tekrar
“Sen Şu her şeyi bilen kadınsın değil mi?” yollarına çıkanlardan diğeri araya girmişti.
“Öyle göründüğüne bakmayın aldığımız para ancak kursağımıza yetiyor” Sakat adam tekrar araya girmişti. “Ama çok istiyorsanız size birer bira parası verebiliriz” dedi.
“Bunların çok konuştuğunu söylemişlerdi” dedi diğer ikisinden biri.
“Evet dilinin uzun ve keskin olduğunu da.” Üçü birden kahkaha attı. Genç kadının gözlerinde korku vardı. Ellerini istem dışı karnına götürdü. Bir yandan da neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Başını çevirdi tekerlekli sandalyede oturan kocasına sakin olmasını işaret etti.
“Bizden ne istiyorsunuz” dedi kadın önlerine geçen adamlara.
“Bu kadar doğrucu olmak zorunda mıydın?” dedi geride fuarın sembolü sayılan manolya ağacının dibinde duran hafif şişman biri.
“Âdem Bey’in ne yaptığı ne seni ne de başkalarını ilgilendirmez” dedi iri yarı olan. Belli ki patronunun gözüne girmeye çalışıyordu. Bakışları biraz gerideki kocaman yaygın dalları olan bir ağacın altındaki gölgeye kaydı. Geride gölgelerde duran Âdem Bey başıyla adamlara başlamalarını işaret etti.
“O keskin dili kökünden koparmasını biliriz” dedi ilk konuşan izbandut. Kadına doğru birkaç adım attı. Kadın istem dışı geriledi.
“Böylece hiç kimse hakkında kötü şeyler söylemezsiniz” dedi ve elindeki kısa sopayla kadının omuzuna vurdu. Kadından hafifçe inledi. Bir darbe daha geldi sırtına. Kadın bir kere daha feryat etti.
“Allahsızlar bula bula bizi mi buldunuz? Ne istiyorsunuz bizden.” Gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı kadının. Kocası elleriyle sandalyesinin tekerleklerini iterek yaklaşmaya çalıştı.
“Hayvan herifler bu yaptığınız mertliğe sığar mı” dedi. Sandalyenin yanından bir kalın dal çıkardı. Daha önceden tecrübeli olduğu için hazırlıklıydı. Adamlardan birine vurdu ama adam daha şiddetli karşılık verdi. Sopayı kafasına insafsızca indirdi ve sandalyeyi biraz ötedeki küçük taş yığınına doğru itti. Belli ki onarım için yolun o kenarı kazılmıştı. Çıkan taşlarda öylece yığılmıştı. Sandalye küçük çukura daldı ve yan yattı. Tabii Suzan kadının kocası Hikmet’te olduğu yere yığılmıştı.
“Yapmayın karım hamile vurmayın” diyordu düştüğü yerden. Ama üç serserinin bunu duyacağı yoktu. Serseriler duymamıştı ama bir kenarda bekleyen Ragıp Beyin dikkatini çekmeye yetmişti ‘hamile’ sözü.
“Beyler ayıp oluyor, üç kişi bir kadına ve bir sakata bunları yapmamalı” Başlar sesin geldiği yöne döndü. Az önce ikilinin peşlerinde olan Ragıp Bey yanlarına gelmişti.
“Babalık sen karışma bu işe” dedi ilk konuşan. Sonra kadına dönerek
“Gösteri yapacam diye bizim patronun hakkında atıp tutmak da neyin nesi bunun bir bedeli olduğunu öğrensinler.” Göz ucuyla tekrar Âdem Bey’e baktı. ‘Nasıl işimi iyi yapıyor muyum’ bakışıydı bu.
Yaşlı adam durdu. Olayı başından hatta en başından beridir izliyordu. O zaman karanlıkta duran adamın kim olduğunu anlamıştı.
“Tamam yeter artık hatalarını anlamışlardır” dedi. Üç adam bir an durdu. Koca ağacın altındaki adama baktılar. Adam devam işaretini verdi. Kendini bilmez adamın biri herkesin içinde yüzüne tükürmüştü. Sıra ona da gelecek diye aklından geçirdi. Kendisine yapılan davranış kolay hazmedilecek bir davranış değildi.
Hikmet, yuvarladığı yerden kalkmaya çalıştı. Kıpırdayamadı bile. Adamlar hâlâ karısına biricik meleğine vurmaya devam ediyorlardı. Öfke doluydu ve en çok bir şey yapamamanın hıncıydı içindeki. Eliyle uzanabileceği yerde duran iri taşlara uzanmaya çalıştı ama kıpırdayamadı bile. İçinden gelen öfke patlaması çaresiz gözyaşlarına dönüşmek üzereydi ama elini uzattığı ama ulaşamadığı taşlardan bir kıpırdamıştı. Şaşırdı. Biraz daha zorladı, taş yeren hafifçe yükseldi. Anlayamadığı bir şeyler oluyordu ve iyi oluyordu. Bütün zihnini ve öfkesini taşa yöneltti. Taş fırladı ve karısına biricik aşkına vuran adamlardan birinin sırtına çarptı. Adam ve diğerleri bir an durdu. Hareketin nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Biraz ötede bastonuna dayanıp kendilerine durmasını söyleyen yaşlı adamdan başkası yoktu. Birden aklına yere yuvarladıkları sakat geldi. O yana dönüp baktığında bir başka taşın uçarak kendisine görmesiyle alnına yapışması bir oldu. Ne olduğunu anlamadan yere yığıldı.
Diğer ikisi kadını bırakmış yerde yatan adama bakıyorlardı. Adam bir metre ötesinde duran molaz ve taş yığınına ulaşacak durumda değildi. O zaman koca paket taş nasıl arkadaşına gelmişti. Sıranın kendisine geldiğini düşünmüş olacak ki o yöne birkaç adım attı. Yığındaki taşlardan biri daha havalandı adamın karnına çarptı. Adam sendeledi. Diğeri de şaşkınlığı geçer geçmez o yöne yürüyordu ki o da taşlardan nasibini aldı. İşler tersine dönmüştü. Bir sürü çocuk ellerinde sapanlarla kendilerini hedef almış gibiydi. İki adamda yere yığılasıya kadar iri taşlar yağmaya devam etti.
Ragıp Beyin dudaklarından bir kelime döküldü “Telekinezi” dedi. Her ne kadar kendisi tababetle iştigal etse de fennin açıklayamayacağı işlerde vardı. Bu tür fiillere olabilir diye bakmıştı genellikle. Bunun örneklerini aramıştı boşta kalan günlerinde. Bu gece ikisine şahit olmuştu. Hem telepati hem telekinezi. Önce kadını görmüştü ucuz çadırın içinde. Telepatiyle karşısındakinin zihnini okuyordu. Sonrada yağan taşlar. Harekete geçmesi ve bu örnekleri ele geçirmesi ve incelemesi gerektiğini düşündü. Biraz ötesinde iki adam yerde yatan muhtemelen felçli olduğu için yürüyemeyen biri tarafından taşlanıyordu. Hem de ne taşlanma. Öte yandakiyse şaşkınca donup kalmıştı.
Suzan kadın yerinden doğrulmuştu. Daha önce kocasının bu tür davranışlarına şahit olmuştu. Mutfağın diğer yanındaki tuzluğu elini sürmeden getirmesi gibi. Kapıyı Pencereyi uzaktan kapatması gibi. Ama onlar gördükleri karşısında basit birer çocuk oyunu gibi kalıyordu. Yüzü gözü kan içindeydi. Elinin tersiyle kanları sildi. Kocasına doğru yürümeye başladı. Önünde duran ikinci adam da yere yığılmıştı.
“Ben iyiyim Hikmet, dur artık” dedi. Ama adamın kini henüz geçmemişti. Taşları bu defa daha uzağa kocaman manolya ağacının altındaki adama atmaya başladı. İlk taş baldırına çarptı Âdem Beyin. Geri döndü ve hızlı adımlarla uzaklaşmaya çalışırken sırtına gelen bir başkası canını iyice yakmıştı. Âdem Bey yerde yatan üç adamına baktı. Her şey durulmuş gibi görünse de az önce gördüklerini havada uçan taşları birileri kendisine anlatsaydı kaç kadeh içtin derdi. Adamın bakışlarında korku vardı. Yüzü allak bullaktı. Birkaç adım geri çekildi, elini cebine attı. Yerde yatan iki arkadaşını düşünecek hali de vakti de yoktu. Bir karara varmak istediği belliydi. Cebindeki elini ağır hareketlerle dışarı çıkardı.
Hikmet, bakışlarını kendisine ağır ağır yaklaşan karısına çevirdi. Ağır zayiat vermişlerdi ama kazanmışlardı. İşte o an beklenmedik bir şey oldu, aniden bir silah sesi duyuldu. Yerde yatan Hikmet’in göğsüne saplandı kurşun. Sonra bir daha patladı bu defa az önce kaçmaya çalışan adamı yere yığıldı. Bir daha bir daha derken yerde yatan iki kişi de son nefeslerini vermişti. Sıranın kendisine geldiğini anlayan Tabip Ragıp kendini bir ağacın arkasına attı. Âdem Bey geride canlı şahit bırakmak istemiyordu. Bir mermide Suzan Kadın’a, yılanın başına sıktı ama tabancası tutukluk yaptı. Silah seslerini duyanların bu ücra köşeye geleceklerini düşündü. Asıl hedefini vuramamıştı. Tabancayı elinden fırlattı ağır bir küfür savurdu ve ortadan kayboldu.
Ragıp Bey’de oradan gitmeliydi ama ayağına gelen bu fırsatı Tanrı’nın bir armağanı gibi gördü. Arayıp bulamadığı örnek buradaydı ve ağır yaralıydı. Yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle koştu. Cansız yatan Hikmeti arabadan uzaklaştırdı. Tekerlekli sandalyeyi düzeltti. Birkaç adımda kadının yanına vardı. Ağır kadını güçlükle tekerlekli sandalyeye bindirdi. Uzaktan ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Koşar adımlarla ters yönde uzaklaştı.
İşte böyle gerçekleşmişti 197… de yaşanan Fuar Cinayetleri. Dört beden vardı kurşunlanan ve faillerini bulunamamıştı. Faili meçhul olarak rafa kalktı bir süre sonra. Rivayete göre o zamanlar çok yoğun yaşanan siyasi cinayetlerle aynı işlemi görmüştü. Tabii soruşturmanın Âdem Beye kadar uzanmadığını söylemeye gerek yok… Bu arada Ragıp beyin neler yaptığıysa apayrı hikâye konusuydu.
- Suzan Kadın - 1 Kasım 2025
- Palyaço Zozooh - 1 Ağustos 2025
- Tino - 1 Mayıs 2025
- Asman - 15 Ocak 2025
- Mürşit - 1 Eylül 2024
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.