Şehrin merkezinde, hiçbir haritada görünmeyen bir bina vardı. Dışarıdan sıradan bir ofis katı, içeriden ise tanımsız bir laboratuvar gibi. Kapılarda yazı yoktu, duvarlar pürüzsüzdü. Işık sensörleri gecikmeli yanıyor, aynalar yansımayı milim kaydırarak geri veriyordu. Oraya ilk kez giren herkes aynı şeyi söylerdi: “Bir şey eksik.” Campel de öyle dedi.
Danışmadaki masa ortasından oyulmuş gibiydi. Çekmecelerde etiket yok, masa ayağında sürükleme izleri. Hava, klimanın üflemesi değil, klimanın biçimine girmiş havaydı. “Randevum var,” dedi Campel. Kadın başını kaldırmadan, “Var,” dedi. “Zaten herkesin var.” Bir form uzattı: Duyduklarınızdan bir süreliğine ayrılmayı kabul ediyor musunuz? Campel imzaladı; tarih çizgisi eğri kaçtı. “Olur,” dedi. “Ayırırım.”
Onu karşılayan, lacivert gömlekli, kolunda tik tak etmeyen bir saat taşıyan biriydi. “Adım Şiva,” dedi. “İlk başta ben de inanmazdım; sonra ışığı eğdim, adımın anlamı bana yetişti.”
Koridorun sonunda buzlu camlı bir kapı açıldı. İçerisi penceresizdi ama karanlık değildi. Işık, duvar diplerinden yükseliyor, zemine akıyordu. Taşın altında birinin nefes aldığı hissi. İki kadın, bir adam, bir çocuk, bir yaşlı da oradaydı. “Sen kayıtlı mısın?” dedi yaşlı. “Neye?” “Kendine.”
Şiva, ortadaki daireyi gösterdi. “Burada dokunmayız,” dedi. “Eşlik dokunmadan olur. Ritimle.” “Kalp ritmi mi?” “Kalp yalnızca aracıdır,” dedi. “Eğilen, ışıktır. Işık eğildiğinde zaman dinler.”
Campel tramvay işletmesinde zaman analistiydi; dakiklikle yaşayan, ray sesini ölçü birimi olarak gören bir adam. Çocukken yağmurun teneke çatıda vuruşlarını sayar, komşu dairenin öksürüğüyle kalbini senkronize ederdi. O zamandan beri ritme karşı anormal bir hassasiyeti vardı. Babasından kalma, yıllardır kurulmamış bir cep saati saklardı; sanki zamanı elinde değil, cebinde tutmaya alışmıştı.
Seans başladığında kimse konuşmadı. Bir kadının nefesi havayı değiştirdi, salon görünmez bir parmakla hafifçe yana itildi. Campel “Duydun mu?” demek istedi ama kendi sesini duyamadı. Şiva yaklaştı: “Elini değil, ritmini tut,” dedi. “Ritim görünmeyen geometridir.”
Campel zihnindeki eski sesleri çağırdı: yağmur, musluk, tren… “Bu,” dedi Şiva, “ışığın ilk adı.” O anda anladı: ışık, dokunulduğu için değil, uyumlandığı için eğiliyordu. Telek denilen şey, aslında buydu. Bir şeyi oynatmak değil, onun hareket etme ihtimaline tanıklık etmekti.
Bir sonraki seans “eşik” üzerineydi. Bakışı içinden geçirip kendi bakışını bırakma. Zemin açı değiştirdi, kimse düşmedi ama herkes düşmüş gibi oldu. “Şimdi,” dedi Şiva, “ağırlığını değil, ritmini bırak.” Campel nefesini boşluğa verdi. Yanındaki kadının nefesiyle aynı aralığa oturduğu anda ışık kırıldı. Zaman nefesle bükülüyordu.
Üçüncü hafta Şiva gümüş renkli bir cihaz getirdi. “Eşlik ölçer,” dedi. “Kalbin mekânla uyum yüzdesini gösterir.” Kablolar göğsüne, bileklerine, ayak bileğine takıldı. Campel gözlerini kapadı. Zihninde kavanoz kapağını açan sokak çocuğu belirdi; parmaklarındaki güvenin ritmi. Ekran yüzde 3.7 yazdı. “Az,” dedi Şiva, “ama hakiki. Gerçek gecikmeli gelir; biz o gecikmeyi dinleriz.”
Günler ilerledikçe şehir değişmeye başladı. Belirli sokaklarda rüzgâr daha uzun sürüyor, güvercinler gökyüzünde aynı şekli çizer oluyordu. Bir eczanede raf sessizce yerinden milim kaydı; eczacı dışarı fırladı, kimse bir şey hissetmedi. Bir radyoda iki şarkı arasına sessizlik girdi. Campel bu anları kayda geçti: 07:14 — ışık 1.5 cm; nefes 7-5; kalp 72-78. Sayıların da ritmi vardı. Ritimsiz veri kör ışıktı.
Şiva bir gece onun yanına oturdu. “Telek,” dedi, “güç değil, terbiye. Hareket ettirmek değil, duymak.” “Peki sen ilk neyi eğdin?” “Babamın mezar taşındaki yamuk harfi,” dedi. “Taş eğilmedi; ben eğildim. Ama harf birkaç gün sonra kendi kendine düzeldi.” “Mucize mi bu?” “Telafi,” dedi. “Işık, hatayı düzeltmek için eğilir. Biz sadece izin veririz.”
Salonun dışında, şehirde bir arıza oldu. Yağmur yağıyordu; tramvay hattı ıslandı. Bir bebek arabası, telefonuna bakan annenin elinden kurtulup raylara kaydı. O sırada Campel kontrol odasındaydı. Haritalar kırmızıya dönüyor, sesli uyarılar yağıyordu. Ekrana değil, bedenine baktı: nefes 7-5, kalp 78. Gözlerini kapadı. Ofisteki hava soğudu. Tavan kliması değil, havanın kendi eğimiydi bu. Campel’in içinden bir ritim açıldı, mendil köşesindeki nakış kadar narin. Dışarıdaki yağmurun tanelerini mikro gecikmelerle yeniden düzenledi. Tramvayın önünde zaman esnedi. Bebek arabası yön değiştirdi. Tramvay, sürücünün bile anlamadığı bir yumuşaklıkla durdu. Kayıtlara “yağış kaynaklı hız düşümü” yazıldı. Campel masasına döndü; kulaklarında iki nabız çarpıyordu — biri kendisi, biri şehrin.
Şiva dinledi. “Zorlamadın,” dedi. “Kırılmadan eğdin. Hatırla, güç görünmediğinde büyür.”
Campel o geceden sonra aynayı yatağın altına koydu. Bir sabah çıkardı; yüzü aynıydı, ama gözlerinin arkasında bir karaltı belirmişti. İşe giderken manav önünde durdu. Sandıklar, kaldırımla aralarında dar bir yol bırakmıştı. İnsanlar oradan geçerken omuzları aynı anda değiyordu. Omuzların ritmi şehrin nefesine denk düşüyordu. Telek artık ona doğaldı; bir refleks, bir uyum. Gücün bedensel değil, duygusal biçimiydi bu.
Bir gece salon boşken ortadaki dairede ışık izi gördü. Elini değdirmeden, parmaklarını bir parmak yukarıda tuttu. Zaman titreşti. Duvar büküldü. Eşlik ölçer yüzde yirmi bir, sonra yirmi altı dedi. Ekran söndü. “Bozuldu,” dedi Şiva sabah. “Ya da tamamlandı.”
O günden sonra şehir sessizleşti. Tramvaylar daha yumuşak döndü, yağmur durmadan hafifledi. İki çocuk teneffüs zilinde dışarı çıkmadı; biri pencereden bakıyor, diğeri içeride kalıyordu. Şiva, son toplantıda uyardı: “Bazılarınız eşiğin ötesine geçti. Orada dikkatli olun. Eşlik peşinizden gelmeye başladığında, mekân ritminize uyar. Bu, güç gibi görünür ama aslında kayıptır.” “Peki ne kalır?” dedi Campel. “Işığın kaldığı yer.”
Bir sabah kahve içerken fincanın kenarındaki görünmez çizik dilinin ucunda gezindi. “Şimdi,” dedi içinden. “Dön.” Sokağa çıktı. Rüzgâr yüzünü yaladı; klima değil, havanın kendisiydi. Köşede bir çocuk durdu: “Saat kaç?” Campel gökyüzüne baktı. “Tam zamanı.” Çocuk gülümsedi, koştu. Kaldırım taşı hafif yerinden oynadı.
O gece aynayı tekrar çıkardı. Karanlığı dinlendirmişti; kendi dışında belirsiz bir gölge gördü. Göz kırptı, gölge kaydı. Elini göğsüne koydu: bir nabız. Derinden bir nabız daha yaklaştı, sonra geri çekildi. Bu kez peşine düşmedi. Ritmi korudu.
Yatağa uzandığında içinden bir cümle geçti: “Işığı eğmek, zamanı kırmadan olur.” Zaman kırılmadı; ses çıkmadı. Ve sessizlik, dönüşün en ikna edici kanıtıydı.
Ertesi sabah, haritasız binanın aynası onu tam yerinden gösterdi. Danışma boştu. Masanın ayağındaki izler silinmişti. Kapıdan çıkarken camda yansımasına baktı: ne daha güçlü, ne daha zayıf; sadece biraz daha yerindeydi—yer, yerinde durmuyor olsa bile.
O akşam, masadaki eski saat kurulmadığı halde bir kez tık dedi. Duvardaki ışık şeridi yarım santim kaydı. Campel avuçlarını havaya kaldırdı. Kalbini eğmedi; kalbinin eğildiği yeri dinledi. Işık, uslu bir düşünce gibi yerine oturdu. “Döndüm,” dedi. Kendine değil, kendinin dışına. Ve dışarısı, artık içerisi kadar inandırıcıydı.
- Teleklerin Kitabı I: Işığın Eğildiği Yer - 1 Kasım 2025
- Aynanın İçinden - 1 Ağustos 2025
- Dişime Takılı Küçük Yazılı Kâğıt - 1 Ekim 2019
- Munchkinimi Seviyorum - 1 Eylül 2019
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.