Kapı çaldığında kahvemi yeni koymuştum. Güne başlamakla başlamamak arasında bocaladığım o boşluk anlarından biriydi. Kapıyı açtım, kimse yoktu. Sadece ayakucumda, üzerinde ismim yazılı kalın bir zarf duruyordu.
Gönderen: Joseph Campbell
Alıcı: Prof. Dr. Nuri Ziya
Hemen zarfı dikkatle yırtıp içini karıştırdım. Sararmış bir not kâğıdı karşıladı beni.
“Fulcanelli’nin sırrını taşıyor. Ne yapman gerektiğini biliyorsun. Sadece henüz bildiğini bilmiyorsun. Bildiğini bildiğin ve tüm parçaları birleştirdiğin an, bilmediğin her şeyi bileceksin ve fakat, bilmekten nefret edeceksin! Hazır ol. Benim yaptığım hatayı yapma!”
Not kâğıdı eskiden bakkalların eski kaşar ya da pastırma sarmak için kullandığı o yağlı kâğıtlara benziyordu ve Fulcanelli ile başlayıp Şenol Güneş felsefesine geçiş yapan son derece acayip cümleler içeriyordu. Dolayısıyla zarfı gönderen, şimdiden beklentimi yükseltmiş, ağzımı sulandırmıştı bile.
Fulcanelli… Simya âleminin Elvis Presley’si. Ortadan kaybolmasıyla ünlenmiş bir efsane.
Saçmalıklarla ilgili hiçbir sorunum yoktur, aksine son zamanlarda sıkı bir komplo teorisyeni kesildim.
Üzerime sepet sepet çılgın teoriler dökülmesinden müthiş bir keyif alırım.
Chemtrail hariç birçoğunu kabul edebilirim. Eski bir uçak mühendisi olarak, hava araçlarının gökyüzünde ilerlerken geride bıraktığı beyaz çizgilerin doğal hava akımından kaynaklı, yoğunlaşma izleri olduğunu bildiğimden ötürü; hükümetler ya da gizli örgütler tarafından atmosfere bilinçli olarak püskürtülen zehirli gazlar olduğu iddiasını maalesef üzülerek reddetmek durumundayım.
Fakat 51. Bölge favorim, Agartha ve Shambala, Oyuk Dünya teorisi, Reptilianlar, İlluminati, Atlantis, Kayıp Kıta Mu! Ve tabii ki yerli ve milli olması hasebiyle kalbimdeki köşe kapmaca savaşının galibi Tarsus Kazısı… Gerçi o konuyu çözdüm. Tüm o esrarengiz işlerin arkasından Cumhurbaşkanı, ne hikmetse vakit kaybetmeden Papa ile görüşmüştü. Kazıda ne bulunduğunu tahmin etmemek güç, ama olsun… Hâlâ o kazıdan uzaylı cesedi ya da Vimana falan çıktığını düşünmek, midemde kelebekler uçuşmasını sağlıyor.
Velhasıl zarfı gönderen gönlümü kolayca fethetmişti etmesine, fakat kim olduğunu bilmiyordum. İsmi şu “Kahraman’ın Sonsuz Yolculuğu” kitabını yazan profesöre benziyordu; fakat zaten onu da şahsen tanımıyordum. Ayrıca gönderici de beni pek tanımıyordu anlaşılan. Alıcı kısmına profesör yazmış, halbuki ben doçent bile değilim!
Not kâğıdının altındaki küçük kutuyu açtım. Bir müzayede davetiyesi, adıma kesilmiş açık tarihli Paris uçak bileti ve bir polaroid fotoğraf çıktısı. Fotoğraftaki şey… tanımlamak zor. Maske denmiş ama insan yüzünün neye benzediğini çok uzaklardan duymuş biri tarafından yapılmış gibi görünüyor. Göz çukurları derin, ürkütücü bir tonda.
Polaroidi elimde çevirdim. Maske, cam bir vitrinin içinde duruyordu. Fotoğrafın köşesinde “Clamart” yazıyordu. Google’a sordum: Paris yakınlarında bir yer.
Kendime hayatımda manyakça bir karara daha yer vermeye hazır olup olmadığımı sordum.
Cevabımı beklemedim.
Bir iki saat içinde valizimi hazırlayıp yola koyuldum. Hızlı karar vermek konusunda eğitimli değilim, doğuştan yetenekliyim.
Hava griydi. Paris klasik formundaydı: biraz yağmur, biraz nostalji, bolca turist. Trenle Clamart’a geçtim. Kasvetli, eski evlerle çevrili sokaklar. Her köşe başında sanki “burada bir şey olmuş ama kimse anlatmıyor” havası esiyordu.
Müzayede, gerçekten de terk edilmiş bir manastırdaydı. Gotik mimari, karanlık taş duvarlar, tavan fresklerinde melek suratlı cinler. Sanki bir korku filminde figüran arıyorlardı da ben tesadüfen içeriye sızmıştım.
Maskeyi ilk gördüğümde, içimden bir ses “burayı hemen terk et” dedi. O ses, genelde dördüncü lahmacuna doğru uzanırken de benzer ikazlar verir, fakat onu da dinlemem.
Sunucu, maskeyi tanıttı: “16. yüzyıldan kalma… Metal alaşımı bilinmiyor… Üzerindeki sembollerin anlamı çözülmedi… Kim tarafından, hangi amaçla tasarlandığı bilinmiyor. Tek bildiğimiz, maske kime gitse… aklını kaybediyor! Son sahibi maskeyi taktıktan sonra karısını ve altı yaşındaki çocuğunu baltayla katletmiş. Polisler olay yerine geldiğinde katilimiz hiçbir şey hatırlamadığını ve maskeyi taktıktan sonra ne yaptığı hakkında hiçbir fikri olmadığını söylemiş.”
Üzerindeki yazı ise şuymuş:
“Je ne suis pas celui que tu es.”
Ben, senin olduğun kişi değilim.
Bu iyi. Her kimsen, zaten sen ben olsan, muhtemelen şu anda burada olmazdın. Fulcanelli’nin kendisi bile kalkıp bu maskeyi almak için buraya kadar gelmeye üşenirdi herhalde! Sunucunun anlattığı bayat hikâye diğer katılımcıların pek dikkatini çekmedi. Cebimi zorlamadan maskeyi satın aldım.
Müzayede boyunca beni izleyen bir adam vardı. Onu fark ettiğimi fark ettirmeden birkaç kez göz ucuyla kontrol ettim. Korkmuş bir yüz ifadesi vardı, oraya zorla getirilmiş gibi bakıyordu. Maskeyi aldıktan sonra bir bahane ile yanına giderek tanışmak istedim fakat yerinde yoktu, gitmişti.
Tren istasyonuna kadar yürüyüp Paris’e gitmeye karar verdim. Bir otele yerleşip maskeyi incelemek için sabırsızlanıyordum. Bu saatte Clamart sokaklarında yürümek pek iyi bir fikir değilmiş. Her köşe başında takip edildiğime dair hislerim artıyordu. Ne zaman arkamı dönsem boş, kasvetli ve son derece huzursuz edici bir sokak manzarasıyla karşılaşıyordum. Bir gölge tarafından takip edildiğim hissi, yakamı bırakmıyordu. Belki de her şey zihnimdeydi.
Ama artık güvenemiyordum. Ne sokak lambalarına, ne kaldırımdaki çatlaklara, ne de kendime…
Otel odamda maskeyle baş başa kaldım. Soğuktu. Gerçekten. Metallerin “ben şeytaniyim” diye bağıran bir soğukluğu vardır.
Karanlık. Sessizlik. Maskeyi taktım.
“Geldin demek,” dedi maske. “Zamanı geldi.”
Sözlerin yankısı odada değil, doğrudan kafatasımın içindeydi. Sanki beynimden bir kapı açılmış ve içeri başka birisi girmişti. Beni izleyen biri değil. Beni bilen biri.
Maskeyi çıkardım.
Maskeyi indirir indirmez müzayededeki garip herifi karşımda görünce sendeleyip düşecek gibi oldum, bir küfür savurdum ve ayağa fırladım!
“Sen kimsin lan manyak herif! Ne işin var odamda!”
“Özür dilerim efendim,” dedi herif. Sevimli bir Fransız aksanıyla İngilizce konuşuyordu. “Sizi korkutmak istemedim. Maalesef ben de sizin gibi buraya bir mektup ile yönlendirilerek geldim. Açıkçası korkuyorum, yani… şey, aslında bu sefer biraz daha iyiyim. Ama yine de korkuyorum. Neyse, ismim Guidé ve görevim size yardımcı olmak!”
‘’Ne demek istiyorsun? Hiçbir şey anlamadım!’’
‘’Sadece size yardımcı olmak için buradayım, efendim. Maske ile ilgili ve neden burada olduğunuzla ilgili, her şeyi biliyorum!’’
‘’Anlat o halde,’’ dedim. Gerçekten korkmaya başlamıştım. Tamam, evet, heyecan arıyordum fakat bu kadarı fazlaydı. ‘’Hem içeriye nasıl girdin sen?’’
‘’Bir mektup aldığınızı biliyorum, Nuri Ziya Bey. Ben de bir mektup aldım ve görevim buraya gelip size rehberlik etmekti. Maskeyi takıp izlemeniz ve yüzleşmeniz gerekenler var. Hazır olduğunuzda başlayın lütfen, acele etmeyin. Göreceğiniz şeyler ve yüzleşecekleriniz… nasıl desem, hoşunuza gitmeyecek! Ayrıca görevim, bugün burada yüzleşmeyi gerçekleştirdiğinizden ve doğru kararı verdiğinizden emin olmak.’’
Merak, korku, endişe ve muazzam bir huşu içinde altıma işemek üzereydim; fakat belli etmemek için gayret sarf ediyordum.
‘’Doğru karar nedir peki? Ayrıca bu sefer daha iyiyim diyerek ne kastettin? Bunu daha önce de mi yaptın?’’
‘’Doğrudur efendim.’’
‘’Ne zaman ve kiminle?’’
‘’Dün ve sizinle efendim.’’
‘’Siktir lan!’’ diye inlettim odayı. ‘’Git başkasını dolandır çakal. Yer mi anadolu çocuğu bunları!’’
‘’Anlayamadım efendim,’’ dedi. ‘’İngilizce söyleyebilir misiniz?’’
‘’Anlıyorum beyefendi,’’ dedim en sakin ve anlayışlı halimle. ‘’Dilerseniz Paris’te yakın bir dostum var. Kendisi bu konularda uzmandır. Size yardımcı olabilir. İndirim de yapar!’’
‘’Her seferinde aynı şakayı yapıyorsunuz.’’
‘’Bu ne demek şimdi?’’
‘’Efendim, dün burada yine sizinleydik. Hatta ondan önceki gün ve ondan bir önceki gün de. Sizi ikna etmek için yine çabalamak isterdim; fakat zaten işimiz bittiğinde bütün bunların bir önemi kalmayacak. Maskeyi takıp yüzleşmeniz gerekenle yüzleşin. Her şeyi anlayacaksınız.’’
Bakışlarında bir gariplik vardı bu herifin. Ne kadar manyakça konuşursa konuşsun, ikna ediciydi. Ne olabilirdi ki en fazla? Zaten bana zarar vermek isteseydi, odaya ilk geldiğinde yapabilirdi. Gayet savunmasız yakalanmıştım. Maskeyi takıp ne olacağını görmeye karar verdim. Zaten inanılmaz meraklanmıştım.
Maskeyi taktım.
Bir anlığına göz göze geldik. Kendimle. Fakat o ben değilim. Henüz değil. Kalbim hızlandı.
Bir kadın, güzel bir kadın. Bana bakıyor, yani bakıyorum.
Kafam karışıyor. Maskeyi hemen çıkarmam hususunda aklım yalvarıyor, lakin merakım aklıma galip geliyor.
Maske bir girdap gibi beni içine çekiyor. Zihnimde devasa çarklar dönüyor, zaman çarkları; hepsi beni sıkıştırıp ezmek, yok etmek için dönüyor. Kaçıyorum ve sisle kaplı tuhaf bir kapıdan içeri giriyorum.
Hira, 601
Çöldeki mağaraya doğru yürüdüm. Karşımdaki devasa örümcek ağlarını zarifçe ördü, mağara gözden kaybolana dek örmeye devam etti.
Prag, 1591
Ateşin içindeki simyasal çözeltinin yükseldiği anı izledim. İçimden şu cümle geçti:
“Maddeyi altına çevirmek değil, kendini dönüştürmektir simya. Taş hep bendeydi, ama ben ona dönüşmek için bin yıl bekledim.”
Toledo, 1487
Kilise avlusunda gölgelerin uzadığı o saatlerde, ellerimi göğe kaldırdım.
“Tanrı, kendini bölerek zamanı yarattı. Ben, o bölünmüş aynalarda yankılanan sessiz bir izim artık.”
Paris, 1789
Giyotin gölgesinde beklerken, kanın kokusunu değil, fikrin ağırlığını duydum.
“Bir bedeni öldürmek kolaydır. Ama onun içindeki sonsuz düşünceyi hangi bıçak parçalayabilir ki?”
İstanbul, 1910
Galata Kulesi’nin gölgesinde yürürken bir dilenciye gümüş bıraktım. Bana bakmadan sordu: “Kimsin?”
“Kim olduğumu unuttuğumda özgürdüm,” dedim. “Adım her çağda değişti ama suskunluğum hep aynı kaldı.”
Berlin, 1945
Haritalar üzerinde savaşın izlerini ararken kalemimi düşürdüm.
“İnsan, her defasında kendi haritasına ihanet eder. Oysa tüm yollar, bir gün yine kendi içine döner.”
Kyoto, 1302
Bir zen ustasının yanında, sessizliğin içinden geçen rüzgârı dinledim.
“Düşünce, bir su gibi akmalı. Taş olmak isteyenin önce çözülmeyi kabul etmesi gerekir.”
Lima, 1650
Toprağa gömülü bir kemikten sarkan ipi çektim. İçinden bir çocuk sesi gibi hafif bir ezgi yükseldi.
“Tarih, sessizlerin fısıltısıdır. Duymak için yalnızca kulak değil, vicdan da gerekir.”
Marsilya, 1803
Bir iskelede otururken, denizin sonsuzluğuna bakıp not defterime şunu yazdım:
“Evren konuşmaz, sadece yankılanır. Soruyu doğru soran, cevabı içinde duyar.”
Moskova, 2022
Metro duvarına grafitiyle tek bir cümle yazdım:
“Sen, benim olmadığım her şeysin.”
Sonra dönüp aynadaki halime baktım. İlk kez kendime acımadan baktım.
Floransa, 1504
Michelangelo’nun heykelini izlerken taşın yüzeyine dokundum.
“Sanat, zamanın içine kazınmış bir dua gibidir. Ve her dua, bir varoluşun izini taşır.”
Samarra, 1275
Bir taş oymacısının çırağıydım. Ustam ölmeden önce bana dedi ki: “Taş konuşmaz.”
O gün ilk kez cevap verdim:
“Çünkü insanlar dinlemeyi unuttu.”
Oxford, 1890
Kütüphanede el yazması bir cümle buldum, kendi el yazımla:
“Zihin bir labirenttir. Çıkış kapısı, hiçbir zaman girişin karşısında değildir.”
Halep, 1123
Yıldızlara bakan bir kervan liderine şunu söyledim:
“Toprak geçmişi saklar, sema ise geleceği. İkisinin arasında sıkışan biziz.”
Reykjavik, 1981
Bir volkanik kraterin kenarında yalnızdım. Rüzgâr her şeyin üstünü silerken şöyle düşündüm:
“Doğa hatırlar. İnsan unuttukça yanar.”
Delhi, 1546
Bir sarayın iç avlusunda gölgelerle oynayan çocuklara baktım.
“Zaman da bir oyun. Ama oyuncakları biziz.”
Napoli, 1608
Bir tiyatro oyuncusunun kulis aynasında kendi yüzümü gördüm. Makyajlıydı ama gözler bana aitti.
“Kimlik, rol değildir. Roller geçer. Bakış kalır.”
Buenos Aires, 1932
Tango yapan bir çiftin çevresinde oturuyordum. Hareketleri izledim ve defterime yazdım:
“Beden ritme boyun eğer. Ruh ise ritmin kaynağıdır.”
Pekin, 1420
İmparatorluk kütüphanesinde yasaklı bir metni okudum. Son cümlesi şuydu:
“Bir insan her şeyi bilebilir. Ama kim olduğunu asla.”
Saraybosna, 1994
Bir savaş enkazının ortasında sessizce yürüyordum. Kanımla duvarlara şu cümleyi yazdım:
“Binalar yıkıldığında, vicdan açığa çıkar.”
Rio de Janeiro, 2010
Bir favela duvarında grafitiyi silerken eski bir yazı çıktı altından:
“Fulcanelli buradaydı.”
Her şey sıvılaşıp akıyor, tüm vizyonlar kum saati gibi zihnime boşalıyor.
Deliriyor muyum? Maskeyi çıkarmaya çalışıyorum fakat ellerim gitmiyor.
Çünkü ellerim o sırada başka bir şey yapıyor, izliyorum. Bu defa zamanı ve mekânı kavrayamıyorum. Masada tek bir nesne var: sarı bir zarf. Üzerine isimleri yazan bir el, benim elim. Gönderen: Joseph Campbell Alıcı: Prof. Dr. Nuri Ziya
Zarf kapatıldı. Maske konuştu. Ve sonra her şey kayboldu. Zarfta yazanı şimdi daha iyi anlıyorum:
“Fulcanelli’nin sırrını taşıyor. Ne yapman gerektiğini biliyorsun. Sadece henüz bildiğini bilmiyorsun. Bildiğini bildiğin ve tüm parçaları birleştirdiğin an, bilmediğin her şeyi bileceksin ve fakat, bilmekten nefret edeceksin! Hazır ol. Benim yaptığım hatayı yapma!”
Maskeyi çıkardım. Gözlerimi açmak kolay olmadı. Açtığımda Guide, dehşet dolu bir ifadeyle yüzüme bakıyordu ve elinde bir tabanca vardı. Tabancayı ağır hareketlerle yüzüme doğrulttu.
“Lütfen efendim,” dedi sağ gözünden bir damla yaş akarken. “Bu sefer silahı kullanmak istemiyorum. Zaten hiçbir şey değişmiyor, tekrar tekrar bu anı yaşıyoruz ve her seferinde siz maskeyi son kez takıp her şeyi bitirmeyi reddediyorsunuz, biz de baştan başlamak zorunda kalıyoruz. Siz hiçbir şeyi hatırlamıyorsunuz fakat ben… ben tekrar tekrar cinayet işlemek ve bu azabı vicdanımda taşımak zorunda kalıyorum. Siz aynı günü tekrar tekrar yaşarken bizler dünyada her gün acı ve kaos içinde kıvranıyoruz. Lütfen. Maskeyi takın ve bu döngüyü bitirin. Size yalvarıyorum!”
Maske önümde. Göz çukurları boş, ama ben doluyum. Tıka basa.
Maskeyi takıyorum.
Ve sonra—
Karanlık, değil. Yankı.
“Yeni başlangıç için eski benliği yak.”
Bunu bana söyleyen, benim dışımdaki ben. O sesi tanıyorum. Zarfın üstündeki isim: Prof. Dr. Nuri Ziya. İsmimdeki tuhaflığı seziyorum; sezmek doğru kelime mi bilmiyorum. Her şeyi anlamaya başlıyorum. Okuyarak ya da dinleyerek öğrenmiyorum. Bu, daha önce hiç tecrübe etmediğim bir öğrenme biçimi. Her şey tek bir kaynaktan zihnime aktarılıyor.
Prof. Dr. Nuri Ziya, ben değilim. Henüz değilim. Yaşamamış olmam gereken bir dönemi yaşadım. Yıl 2058. Profesör unvanı alıyorum. Bir maske icat ediyorum, titreşimini hissediyorum. Maske zamanı bir silah gibi kullanıyor. Kömüre benzer bir parçayı maskenin önüne yerleştiriyorum, kömür elmasa dönüşüyor. Doğada milyonlarca yılda ancak oluşabilen bir elması, sadece bir saniyede elde ediyorum…
Maske ile zamanda yolculuk ediyorum. Adolf Hitler’e bakıyorum, Hitler birkaç saniye içinde karşımda yaşlanıyor, yüzü sarkıyor, vücudu küçülüyor ve ömrünü tamamlıyor. İskelete dönüşüp toprağa karışıyor.
Tüm zamanları geziyorum, tüm dönemleri, tüm zalimleri yok ediyor, tüm mazlumları kurtarıyorum. Yeryüzündeki kötülüğü ve acıyı saniyeler içinde yok ediyorum.
Sonra 16. yüzyıla gidiyorum. Maskeyi Martin Luther King’in mezarına gömüp eve dönüyorum.
Maskeden istediğim son şey, 2025 yılında bir eylül sabahı evimde sonsuza dek aynı günü yaşamak. Sabah kalkıyorum, kahvemi demliyorum. Şömine başında pipo tüttürüyor, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabını okuyarak filtre kahvemi yudumluyorum. Başka hiçbir şey istemiyorum maskeden.
Maske bana her şeyi anlatıyor. Ben her gün, aynı günü yaşarken, dış dünyaya kaos hâkim oluyor.
Savaş, kan, gözyaşı… Maske her şeyi gösteriyor Parçalanmış insanlar bir kartopu gibi büyüyerek alev alıyor, dünya bir top güllesi misali patlayarak atmosferde kayboluyor.
Ben yaptım. Sadece dünyanın değil, tüm yaşamların yok edicisi oldum. Henüz değil, fakat oldu. Gördüm.
Fulcanelli. Hiçbir zaman ortadan kaybolmadı.
Çünkü o benim.
Ya da bendim.
Ya da… olacağım.
“Benim yaptığım hatayı yapma!”
Bir hata. Bir anomali. Bir kusur.
Maske. Döngü orada başlıyor. Ve orada bitmeli.
Zamanı görüyorum; bir nehir değil, bir labirent.
Bu labirenti ben inşa ettim, sadece ben yok edebilirim.
Maske, beni bu döngüden çıkarmak için var.
Maske’yi yaratan benim, beni yaratan da maske.
Ben Fulcanelli’yim.
Yapmamam gereken bir şeyi yaptım; zamanın işine burnumu soktum.
Maskeyi çıkarmadan, Guide’ye sesleniyorum:
“Teşekkür ederim dostum. Gerisini ben hallederim!”
Gözümden bir damla yaş akıyor.
Maske önce yok edilmemek için bana yalvarıyor.
İşe yaramayınca tehdit ediyor.
‘’Beni yok edersen, sen de yok olursun, ben senim sen de bensin. Ahmaklık etme!’’
Geriye dönüp, her şeyi eski hâline getirmek sadece bir saniye sürüyor.
Sonrası karanlık.
Bir cümle yankılanıyor kulaklarımda giderken
‘’Bilmediğin her şeyi bileceksin…’’
Hayır, bu doğru değil.
Zamandan ve mekândan kendini silmek ve yok olmak, hiç var olmamış olmak…
İşte bunu bilmiyorum!
- Fulcanellı’nin Sırrı - 1 Mayıs 2025
- 1010 Vordonisi – 2024 Nibiru - 1 Temmuz 2024
- 610 Nur Dağı – Hira Mağarası - 23 Mayıs 2024
- 1833 Trnovo - 1 Şubat 2024
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.