Öykü

Zamansız Meraklı

Bugün 20 Nisan 1939, Almanya’nın Berlin şehrine uzun bir seyahat sonrası ayak bastım. Gün henüz başlıyor. Güneş amansız bir hastalığa tutulmuşçasına solgun, varlığını hissettirmekte çekingen davranıyor. Etrafı kaplayan yoğun gri hava, bakımlı ve görkemli evleri gölgede bırakıyor. Bir an tüm bedenimde ürperti hissediyorum. Açıkçası, garp dünyasının kaderinin çizildiği bu şehri hep merak etmiştim. Lakin bu memlekete kişisel müşahedemden ziyade mühim bir vazife uğruna geldim. Talihsiz bir durum yaşanmazsa dünyayı sallayan lider Adolf Hitler’le 50. yaş günü şerefine bugün, özel bir röportaj gerçekleştireceğim.

Yalnız zihnim hiç rahat değil. Bu kayda değer görev için seçildiğime hâlâ inanamıyorum. Çaylak bir gazetecinin başvuru listesine gözü kapalı adını yazıp bu işe gönüllü olmasına bakılırsa ya yürek yemiş olmalı ya da akli melekelerini yitirmiş olmalıdır. Şahsımın bizzat karıştığı bu vakada ise iki seçenek de bana uymuyor. Çünkü başvuruyu sırf arkadaşlara inat olsun diye yaptım. Onların uykularımı kaçıran alay ve meydan okumalarına bir tepkiydi sadece. Masumca bir cesaret oyunu da diyebiliriz. İşin erbabı isimleri arzuhâl listesinde görünce bir oh çekip ferahlamıştım, kesinkes elenirim diye. Meğerse acemi şansımın tutacağı varmış. İnanın bu açıklamaya mukabil daha müspet bir cevap veremiyorum. Telgrafta yazan nota göre doğum tarihimden dolayı bu mevkiye kabul edilmişim. Bir de söylentilere göre tabii ister inanın ister inanmayın doğum tarihimin rakamları toplamı on sekiz ediyor. Bu sayı da Hitler’in uğurlu sayısıymış. Umuyorum ki bu vazifeye seçilmem hayırlara vesile olur. Misyonuma gayet ciddi hazırlıklar yaptım.

Verdikleri adres ara sokakta bir yer. Sessizlik hâkim. Şimdiye kadar zaten tek tük insan görebildim. Aracı kullanan Alman görevli sadece ilk karşılaşmamızda zoraki bir gülümsemeyle ‘’Hello Willkommen dedi. Buluşma vaktinden on altı dakika önce geldim. Bekliyorum. Bakalım beni kim karşılayacak. Eğer dakik olmaları hakkında söylenenler hakikiyse iki dakika sonra kapıdan biri girmiş olmalı. Şu halime bakın ya olacak iş değil yağmur altında kalmış kedi gibi titriyorum. İnsanlık hâli diyorum kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum. Böyle sürüp giderse durumum yanlış anlaşılacak. Asla tasvip etmem. Cesaret benim kanımda var. Başım dik. Hem ne derler bizim orada, ‘Olacakla ölecek olana çare yoktur.’ He şöyle ya. Zamanlama harika. Adolf Hitler’in yanından hiç ayırmadığı manevi ikiz kardeşi Propaganda Bakanı, beni karşılamak için gelmiş. Açıkçası sıradan bir askerle karşılaşmayı düşünüyordum. Demek, bu röportaja ve Türklerin dünyasına karşı oldukça ilgililer.

Allah Allah! Koskoca adam ne kadar da tuhaf davranışlar sergiliyor. Bunlar da misafiri hoşbeş etme yok herhalde. Gözlerini yanımdaki çantalara dikti, pürdikkat inceliyor. Bu da neydi şimdi? Tamam. Hatırladım. Benden birkaç gün evvel hediye olarak istediği Rize çayı ve Zile pekmezi, Kayseri mantısı, Antep baklavası, zeytin yağlı yaprak sarması… boğaz derdi yani. Gördün mü şimdi? Koskoca adam dört gözle sandıkların yolunu gözlüyormuş. Ya bir de bu nevaleyi yolda kaybetseydim. Maazallah! Yanımda epey bir şeyler getirmiştim. İyi ki resmi armağanların yanında anamın tembihlerini dinlemişim. Bol bol mantıyı yanıma almıştım. Türk mutfağının lezzetine hayran olarak bu garip karşılamayı ayıplamadım. Paketleri seve seve sundum. Bakanın ağzı kulaklarına değdi. Yüksek sesle “schön schön” deyip paketleri çocuğa sarılır gibi bağrına bastırdı.

O sırada genç bir asker, Bakan’a kırmızı kodlu mesaj geldiğini söyledi. Benden müsaade isteyip arabaya geçti. Tasavvurumuza göre birkaç saati Hotel Berlin’de yalnız geçirecektim. Lakin Bakan geri döndüğünde son düzenlemeye göre Führer’in doğum günü kutlamalarında yanlarında bulunabileceğimi söyledi. Yine o bilindik şaşkınlıklarımdan yaşadım. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim? Sonuçta uzun gözlem fırsatı yakalayacaktım ben de sevinmeyi seçtim. Hatta bir an iyimserliği o kadar abarttım ki az kalsın havaya zıplayacaktım. Lakin Bakan katiyen davranışlarımdan işimde duygusal olduğumu düşünemezdi. Memleketimin cömertliğinden ötürü kahve ya da başka bir şey içmek ister misiniz? diye sordu. Güzel bir teklifti. Lakin anamın ikazları, çılgın hayal gücümün etkisiyle biranda korku ve macera üzerine kırk farklı kurgu yazdı. Aklıma gelen bütün duaları edip ivedilikle içlerinde en masumuna rol vererek Bakanın teklifini kabul ettim. Meğerse, Bakan Führer’le röportaj sırasında uyacağım kuralları bir daha hatırlatmak istemiş. Bütün bu tekrarları sayarsam hiç şüphesiz memleketimin sınır kapısına varırdım.

Sanırım biz Türklerin kafamıza koyduğumuz şeyi mutlaka yapacağını iyi biliyorlar. Onlardan gizli hesapsız bir planım varsa da hemen iptal etmem için Bakan gizliden ihtar veriyordu. Beni, kendi casuslarıyla karıştırdılar galiba.

Bakan eline aldığı görülmez çekiçle hafızama kuralları kazıdı. Ağzımı her açtığımda dünya lideri demek olan hitapla sesleneceğim. Bizzat röportaj ile alakadar mahiyette olanları kapsıyor tabii. Orası ayrıntılı olarak düşünülmüş. Açıklanmasaydı maazallah anlayamaz, bir hata yapabilirdim. Yolcu hali sonuçta, insanın sağı solu ayar tutmaz. Peki neymiş o unvan, dünya lideri anlamına gelen ‘’Führer’’. Führer aşağı führer yukarı. Hasılı bakın zor değilmiş alışmaya başladım bile. Diğer çivilerden bahsetmek istemiyorum, süreç içinde anlarsınız.

Berlin sokakları insan seline dönüşmüş. Bu kadar yoğun insan seliyle karşılaşabileceğimi sanmamıştım. Bayram şenliği var. İnsanlar coşkulu. Hipnotize edilmişe benziyorlar. Gözleri tek bir noktaya Führer’e bakıyor. Çoğu ilk kez Hitler’i görüyor. Hep bir ağızdan ona sesleniyor. Noel kutlamalarını hatırlattı bu meydan. Dualarında kavuşmak istedikleri İsa Mesihleriyle buluşmuşlar sanki. Führer’le Alman Halkı kadınlı erkekli, çocuklu bir aşk yaşıyor.

GÜÇ BENDE ARTIK 

“Artık elli yaşındayım. Hâlâ gücümün zirvesindeyim. Problemleri mutlaka benim çözmem lazım, ama daha fazla bekleyemem. Birkaç yıl içerisinde bedenen belki de zihnen bunları halledecek durumda olmayabilirim.”

“Sayın Führer sizi şu an oldukça keyifli görüyorum. Bu mutluluğunuzu tüm Almanya’da bayram olarak kutlanan 50. yaş günü kutlamalarına borçlu olduğunuzu söyleyebilir miyiz.”

“Frau Çakçak, Alman halkı ve tüm dünya şunu gördü ki, savaş çıksa bile Alman halkı bununla başa çıkacak kadar güçlü. İşte bu benim damarlarımdaki kutsal görevi yerine getirdiğime dair Tanrı tarafından bir işaret.” 

“Sayın Führer, dünyaya meydan okuyan güce sahip olmak çocukluk hayalleriniz arasında var mıydı?”

“Frau Çakçak, benim tarihi bir misyonum var ve ben bu misyonumu gerçekleştireceğim. Çünkü Tanrı bu misyonu yerine getirme görevini bana verdi.”

Buraya kadar olan bölüm sizin için nasıldı bilmiyorum. Belki de göz açıp kapayınca kadar geçmiş olabileceğini düşündünüz. Ama şu an için gece yarısı oldu bile. Duyduğuma göre Führer baş edemediği uykusuzluk problemi yaşamaya başlamış. Adolf Hitler’in ailesindeki büyükler elli yaşına gelince ya ansızın ölüyorlarmış ya da hastalık yüzünden yatağa düşüyorlarmış. Elli yaşına girmesine sayılı günler kala, başına geleceklerin heyecan ve korkusuyla evham yapmış. Bu süreç uykularını alıp götürmüş. Eee küçükken tanık olduğu ölümler aklına kazınmış. Güç ve sağlığa bu kadar önem veren biri için bu süreç hiç kolay değil. Akıl sağlığı bile tehlikeye girmiş gözüküyor. Doktorları, bir an önce tedavi etmeye çalışıyor. Zannımca Hitler bu kafayı taşıdığı sürece kolay kolay çare bulamazlar. Ama bu vaziyetine üzüldüm. Hatta kendisine Türk hekimlerinden çaresini aratacağımı söyledim. İlk olarak “naynnnn” mayyyn, dedi ama nihayetinde iyi tanıyor bizi. “İlaç olum etki gösterirse Alman malı damgasıyla piyasaya çıkaracağım,” diye söyledi. Napayım. Dahiyane bir fikirmiş gibi kafamı sallayıp, onayladım.

Bu gecenin son sorusunu sormak için hazırlanıyordum. Ayaklarım tuhaf bir kasılmayla titremeye başladı. Çünkü kafama üşüşen sorular hiç de düşüncelerime sadık değildi. Bana, sor ne olursa olsun, sor. Hodri meydan buraya kadar geldiysen soracaksın, deyip durdular. Birkaç saniye boğazımı temizlermiş gibi yaptım. Adolf Hitler camın önündeki işlemeli ahşap masanın üzerinde tel tel katlanarak dizilmiş beyaz renkli pamuk bezlerden aldı. Olduğu yerde ileri geri ayaklarının üzerinde sallanarak sümkürdü. Abartmıyorum, yaklaşık olarak burnunu temizlemesi bir saat sürdü. İçim dışıma çıktı. Sabahtan yediğim ekşi elmalı turta hâlâ erimemişti, midemi rahatsız edip duruyordu. Öksürük tıksırık hepsi iyice karıştı odanın içinde. Daha kötü şeyler olacağını sezinleyerek yanımızda bulunan, elindeki makineyle ne yaptığını tam çözemediğim Bakandan camı açmasını istedim. Temiz hava biraz daha iyi geldi ama yetersizdi. ”su alabilir miyim,” dedim. Birden odanın sağında “şangır” diye kapı açıldı. Yaşlı bir kadın zorlama bir gülüşle yeşil cam bir şişeyi önüme koydu. “Ay Allah’ım bu ne şimdi,” dedim. Uzun bir süre şişeye elimi süremedim. Alkol zannettiğimi anlayan Bakan, “Frau Çakçak, mineralwasser, kein haram, helal, helal” dedi. Beklemeden, önümdeki masada ters çevrilerek konulmuş kristal bardağa doldurdum. Lıkır lıkır içtim.

Gözlerimden uyku akmaya başladı. Esnemeye başladıkça önümdeki maden suyuna daldım. Tek kişilik koltuğa iyice yayılan Adolf Hitler, gözleri açık horlamaya başladı. Evet uyudu. Fakat gözleri açık. Bense o an iki ara bir derede kaldım. Ne yapacağımı bilemedim. Müsaade isteyip kalkmak ayıp olur mu? diye düşünürken az daha sızıp tek kişilik deri koltukta uyuyup kalıyordum.

Bakan, “Son soru, Frau Çakçak,” dediğinde sanki beni ölümcül vebadan kurtarmış gibi sevindim.

Führer, sanata bakış açınızı nasıl açıklarsınız?” dedim.

Ben Tanrının sanatını tamamlama görevini bana verdiğinin farkındayım. Seçilen bir liderin görevi özeldir. Eksikliği, hatalara tahammül etmek demek Tanrı’nın sanatına saygısızlıktır.

Tövbe haşa. Allah’ım sen affet, diye içimden bu soruma kısa cevap vermesi için dua ettim. Bağırarak konuşmaya başlayınca uyku mahmurluğu odadaki herkesin üzerinden kalktı. Hitler eline ıslak bir bez alıp elini ovalamaya başladı. Yüzündeki tiksinti çok net anlaşılıyordu.

“1933 de Einstein Türkiye’ye sığınmak için mektup yazdı. Bizim halkımız ve tüm dünya için değerli bir bilim adamı. Ülkeyi terk edip Amerika’ya gitmesine niçin müsaade ettiniz?”

Evet soruyu sorduktan sonra Führer deyip onun ne kadar yüce olduğunu vurgulamadığımı fark ettim. Sonrasında zaman kaybetmeden sessizlikten istifade edip “Führer, Führer,” deyip anlamsızca bakışları üzerime çektim.

“Bilim adamları dünya tarihinde en çok, tek özel milletin hâkimiyetinde değer görür. Yalnız burada bir şart var. Ben bilim adamlarının özel hayatına çok dikkat etmesini isterim. Bilim sonuçta şakaya gelmez. O kişi hakkında elime geçen raporda çorap giymeyi sevmediği yazıyor. Katiyen bunu kabul etmem mümkün olamaz. Benim kurallarım net, açık. Çorap giymeyen bilim adamına bu ülkede yer yok. 

* * *

Allaha çok şükür Türkiye semalarına güvenle vardım. O tarihten tam 40 gün sonra. Nedeniyse, aynı ortamda peş peşe aynı sorularla tıpatıp aynı röportajı 40 kez gerçekleştirmiş olmamız.

Bir daha mı? Tövbe!

İMZA

Zamansız Meraklı

Hülya Tekin Çakır

Aralık ayının son günlerinde Samsun Çarşamba da kalabalık bir aile de gözlerimi açtım. Annemle babamın dünyaya gelen on ikinci çocuğuyum. Hayatta olansa yedinci. Aynı zamanda evin en küçüğü. “Ben gelmeden hep bir eksiklik hissedeceğinizi anladığımdan ben de yanınıza geldim,” dedim. İyi ki gelmişim. Pişman değilim. Doğru memleket, doğru şehir, doğru aile…Hayat benden yana. Ne sihir ne keramet küçük şeyleri sevgiyle çoğaltmak marifet. Neyse işte bir şeyler anlatmayı çok seviyorum. Cumhuriyet Üni. İlahiyat mezunuyum. Halihazırda sosyoloji dördüncü sınıf öğrencisiyim. Okumak ve yazmakta benim için paha biçilemez değerler. Kıymetlerini bilmeye ve yaşamaya çalışıyorum. Çocuklar için yazdığım “Acayip Bir Tayfa,” şu an devam eden diğer projelerimle çocuk dünyasında içimdeki çocukla yer almak için çabalıyorum.