Öykü

Ferhat’ın Bitmeyen Çilesi

Papatyaların sarısına damlayan kan, koyu bir turuncu renge dönüştürmüştü bu narin çiçeklerin göbeklerini. Dikkat çekmemek için paltosunun ceplerine tıkıştırıp saklamaya çalışmıştı ellerini. Papatya demetini sol koltuğunun altına kıstırmıştı. Takip edilip edilmediğini anlamak için arkasına baktı telaşla. Gözleri kararıyordu ara sıra. Ya da olmadık şeyler görüyordu. Yirmi yaşlarında çirkin bir kız, doksanından gün almışa benzeyen yakışıklı bir adamın koluna girmiş onu karşı kaldırıma geçirmeye çalışıyordu. Eflatun çizgili siyah bir tavşan dondurma külahı şeklindeki bir trafik ışığının içine girip çıkıyordu. Koluyla gözlerini ovuşturdu. Takip eden yoktu. Şarküterinin köşesinden ustaca kıvrıldı.

Sidik kokan ara sokağa ulaşmıştı. Anestezinin etkisi geçmek üzereydi. Galiba az sonra dayanılmaz acılar duyacaktı. Paltosunun cepleri kandan garip bir renk almıştı. Bazı yerleri kurumuştu ama bazı yerlerinden her adımını atışında Hansel’in bıraktığı ekmek kırıntıları gibi kan damlaları dökülüyordu bozuk asfaltlı yola. Hızlı adımlarla yürürken papatyalara baktı bir an için. Artık bir işe yaramazlardı. Bu şekilde götürürse olmazdı. Yeni papatya da alamazdı. İşin en önemli kısmını halletmişti nasıl olsa. Kolunu hafifçe gevşeterek papatya demetinin yere düşmesine izin verdi. Son anda pişman oldu ve havadayken yakalamak istedi demeti ama çok geçti artık. Çiçek böcekle uğraşacak durumda olmamasına rağmen içi de rahat değildi. Sonra her şeye yeniden başlamak… Off! Ne olacaksa olsun diye düşündü.

Gözleri kararıyor, yalpalayarak yürüyordu. Duvarlara çarpa çarpa bir kere sağa ve iki kere sola döndükten sonra çıkmaz bir sokağa girdi. Sokağın ucundaki yangın merdivenlerine baktı. Kilitli değildi merdivenler. Hâlâ öyle olmasını umarak merdivenlere yaklaştı. Açıktı kapı. Derin bir nefes vererek tırmanmaya başladı. Korkuluklara tutunmadan tırmanmak zordu. Yanlış bir adım atmamak için aşırı dikkat ediyordu. Çünkü artık iyiden iyiye acı duymaya başlamıştı ve basamakları olduklarından farklı yerlerde görüyordu buğulu gözleri. Beşinci kata ulaştığında ellerini dizlerine koyup eğilerek soluklanmayı daha şimdiden özlediğini düşündü. Elleri ceplerindeydi hâlâ. Nefesi düzene girince camının bir kenarı kırılmış pencereyi tıklattı dirseğiyle. Normalde elini oradan sokup vasistas kolunu çevirerek açabilirdi. Duyan olmamıştı galiba. Bir kere daha tıklattı. Bu sefer daha şiddetli bir şekilde. Tıkırtılar geldi içeriden. Tuvaletin kapısı açıldı ve bir kadın girdi içeriye. Dışarıdaki adamı gördüğüne şaşırmışa benzemiyordu hiç çünkü onu bekliyordu. Hatta azarladı bile. Pencereyi açtı.

“Nerde kaldın?”

“Teşekkür ederim. Gayet iyiyim!” diye yanıtladı adam. Sesine sitem dolu bir öfke vermeye çalışmıştı.

Bir şey demedi kadın.

“En azından kapıdan girmeme izin verseydiniz…” dedi adam.

Yine bir şey demedi kadın. Üstelik kaşlarını çatmıştı bu sefer.

Açılan geniş vasistastan dikkatlice girerken ellerinden biri pencerenin çerçevesine takılarak yere düştü.

“Dikkat etsene azcık!” diye bağırdı kadın.

Ama bunu duymadı adam. Çünkü eli düştükten iki saniye sonra, artık etrafını göremeyecek kadar onu engelleyen kararan gözleri ve acı nedeniyle adam da yere düşmüştü.

Uyandığında kanepede yatıyordu. Açık olan televizyonda bilmediği bir dilde dublajlanmış, bilmediği bir çizgi film oynuyordu. Odada kimse yoktu. Kanlı paltosu yemek masasının etrafındaki sandalyelerden birinin arkasına asılmıştı. Önünde yatmakta olduğu pencereden içeriye taze bir bahar güneşiyle birlikte taze bir bahar havası giriyordu. Bir de kuşlar cıvıldasa “her şey bir rüyaymış” diyebilirdi.

“Üşüdüysen kapatayım,” dedi kadın içeri girerken. Elinde dumanı tüten bir fincan vardı. Eski yerlerindeki ellerine baktı adam. Ne düşündüğünü anlamış gibi gülümsedi kadın. “Fincan tutacak kadar iyileşmedin henüz,” diyerek pencereyi kapatmak için kanepenin üstünden uzandı.

“Bırak kalsın, üşümüyorum,” dedi adam.

Kolunu kaldırıp kadını tutmak istedi ama başaramadı.

“Onun için de henüz erken,” dedi kadın, adamın alnına bir öpücük kondurarak.

Ön kolları ve ellerini birleştiren dikişlere baktı dalgın dalgın adam. Kadın odadan çıktı.

“Sana papatya da almıştım. Gerçekten…” dedi yüksek sesle.

Kadın odaya girdi. Elinde, suyu hafifçe pembeleşmiş papatyalarla dolu bir vazo vardı.

“Çok güzeller. Çok teşekkür ederim. Ama anlaşmamızı biliyorsun.”

“Gözüm kararıyordu. Ne yaptığımı bilmiyordum!” diyerek telaşla doğrulmak istedi adam. Aniden yüklendiği sağ kolunun dikişlerinden ince bir kan sızmaya başladı.

“İstenen şeyle beraber gelmek zorundaydın.”

“Ama bu son demiştiniz!”

“Görevini tamamlasaydın sondu.”

“Ama…”

“On güne kadar iyileşirsin. On gün sonra aynı yerden evimize kadar… İki kesik ayakla, bir bisiklete binerek gelmeni istiyor… O zaman beni sana verecek. Sepetli bir bisiklet olursa iyi olur dedi babam. Ayaklar için…”

Kollarındaki taze yaralardan ziyade, şah damarını çevreleyen o bir yıllık eski yara sızlıyordu şimdi kalbinin her atışında.