“Yavaşla,” dedi adam. “Galiba şuradaki sokak.” Elindeki buruşuk kağıda ve sonra pastan güçlükle okunan tabelalara bakarak emin olmaya çalıştı. Rüva arabayı sağa yanaştırıp durdurdu. Araçta gelişmiş bir navigasyon sistemi vardı fakat şu anda hiçbir işe yaramıyordu.
Niye yarasın ki, diye düşündü. Şehrin son evleri geride kalalı yarım saatten fazla oluyordu ve buraya kimse gelmezdi. Tabii eğer Rüva kadar çaresiz kalmamışlarsa. Bir zamanlar herhalde hareketli bir cadde olan yer şimdi çatlaklarından gür bitkilerin fışkırdığı delik deşik bir yol ve iki yanda uzanan hayalet binalardan ibaretti. Rüva camsız vitrinlerde tek tük kalmış mankenleri izlerken ürperdi. Sanki yüzyıllardır insan ayağı değmemiş gibiydi buraya.
“İstersen hala vazgeçebiliriz…”
Dönüp kocasına baktı Rüva. Vazgeçebiliriz. Yani Rüva vazgeçebilirdi. Çünkü aslında o bir şey yapmayacaktı. Rüva vazgeçecekti. Sonra herhalde kocası da ondan vazgeçecekti. Kafasındaki bu düşünceden nefret ederek başını salladı. “Hayır,” dedi ve arabadan indi. Adam ses çıkarmadan onu izledi.
Son günlerde giderek daha mı az konuşuyordu yoksa Rüva’ya mı öyle geliyordu. İki ay önce, mutfakta ikisi yan yana yemek hazırlar ve Rüva fakülteye yeni gelen asistanların bilgisizliğinden yakınırken kocası birdenbire,
“Senin UTM ile randevun önümüzdeki hafta mıydı?” diye soruvermişti. Son haftalarda aklında hep bu olmasına karşın soru Rüva’yı hazırlıksız yakaladı. Dönüp kocasına baktı. Adam sanki hiç konuşmamış gibi tüm dikkatini tepsiye yerleştirdiği tabaklara, bardaklara vermişti.
“Evet,” dedi Rüva. “On altısında.” Daha önce doğum günümü hiç unutmadın, demedi. Kocası tamam der gibi başını salladı, elinde tepsiyle mutfaktan çıktı.
***
Rüva’nın Ulusal Transfer Merkezi’ne son gidişi 3 yıl önce, 35 yaşındayken olmuştu. O sırada kocasıyla 15 yıldır evliydiler. Evlenirken arkadaşları ve ailesi çok karşı çıkmış, en azından bir transfer daha yapmadan evlenmenin aptallık olduğunu söyleyip durmuşlardı ama Rüva kararından hiç pişman olmamıştı. Ateşli aşkları zamanla kuvvetli bir arkadaşlığa, ardından da güvenilir bir yoldaşlığa dönüşmüş, ikisini de hayatın zorlukları karşısında desteklemişti.
Doğum günleri aynı olmadığı için birçok çiftin yaptığını yapmış ve ortak transfer tarihi için dilekçe vermişlerdi. Rüva’nın doğum günlerinde transfer olacaklardı. Rüva evlendikten sonraki tüm yaş transferlerine kocasıyla gitmişti. Her seferinde, ikisinin de hoşuna giden bir ritüeli uygularlardı. Transfer sabahı geç bir saatte kalkar, yatakta uyuşuk kediler gibi yatar, tembellik ederlerdi. Sonra yavaş yavaş sevişmeye başlarlardı. Bunun bu bedenleriyle yaptıkları son sevişme olduğunu bilerek, her anın ve her santimetrekarenin tadını çıkararak, acelesiz, özenli bir sevişme. Bedenlerinin anısını ezberlemek, onu zihinlerine kazımak ister gibi yavaş ve dikkatli. Tenle, bacaklarla, göğüsün ve karnın kıvrımlarıyla, yüzün ince çizgileri, dudakların tadıyla, hatta kokuyla bir vedalaşma olduğunun da bilgisiyle biraz hüzünlü bir sevişme olurdu. Ama Rüva aynı zamanda beklentiyle dolar, yeni gelecek bedenin ayrıntılarını, sürprizlerini özlerdi.
Sonra ayrı ayrı banyolarına gider ve bir süre kendi bedenleriyle baş başa kalırlardı. Rüva boy aynasının karşısında çırılçıplak dikilip kendini seyredişini hatırlıyordu. Acaba transfer günü bunu yapmayan var mıydı? Yoktu galiba. Fakat herkes Rüva gibi hoşnut, zevkle mi izliyordu kendini? Her yeni transferde, bedeni her yenilendiğinde, değiştiğinde başka bir heyecan duyardı. Bazı insanların – özellikle de kadınların- transferden duydukları endişeleri hiç anlayamazdı.
* * *
Şimdi Rüva’ya nasıl da can acıtıcı geliyordu bu naif, çocuksu hali. Aynanın karşısında bedenini seyrederken sahip olduğu güven, her şeyin aynı kalacağına hatta güzelleşeceğine dair inancı… Neredeyse gülecekti bu aptallığına fakat arabadan inerken sergilediği kararlı tavır yürüdüğü sokağın ürkütücü havasında birden yok olmuştu.
Kocasının işaret ettiği küçük sokak, iki yüz metre kadar ilerde yanlamasına devrilmiş bir kamyon sayesinde çıkmaz sokağa dönüşmüştü. Kamyon burada yan yatarak geçirdiği uzun yılların ardından asfalttan geriye kalanlarla kaynaşmış gibiydi. Durduğu yerden, şoför mahallini sarmış bitkileri ve kasaya yuvalanmış irili ufaklı hayvanları görebiliyordu. Sadece kamyon değil, dar sokağın iki yanında yükselen, kalıntısı kalmış binalar da tabiatın bir parçası olma yolundaydılar. Duvar yıkıntılarına dolanmış sarmaşıklar, inatla betonu delen ağaç dalları, pencerelerin boş yuvalarından dökülen rengarenk çiçekler… Sessiz ve insansız.
“Rüva…”
Rüva döndü ve kocasının masmavi boyanmış ahşap bir kapının önünde dikildiğini gördü. Kapının maviliği öylesine yeni ve göz alıcıydı ki, ilk geçişte nasıl gözden kaçırdığına şaştı. Pencere boşlukları olmayan dümdüz bir duvara açılmış olan kapı zamanında bir depo girişi olmalıydı. Daha Rüva oraya varmadan kocası kapıyı sertçe vurdu. Rüva onun kendisine daha fazla tereddüt imkanı yaratmak istemediğini düşündü.
Kapıyı canlı, pembe renkte bir büstiyer ve kısa bir kot şort giymiş bir kadın açtı. Terk edilmiş şehir kalıntıları arasında, yasadışı bir iş yürüten bir binadan çok plajlara yaraşır kıyafetine karşın ne seksi ne de davetkar bir havası vardı. Sert bir ifadeyle ikisini de süzdü.
Kocası, “Randuvumuz vardı,” dedi. “Nihal hanım aracı olmuştu.”
Kadın bir şey demeden dar kapıyı açtı ve girmelerine izin verdi. Arkasından ilerlerken Rüva tahmininde yanılmadığını gördü. Burası eski -ve anlaşılan devasa büyüklükte- bir depodan bir tür yaşam alanına çevrilmişti. Dışarıdaki enkaz halindeki dünyadan sonra şaşırtıcı bir ferahlık, aydınlık ve canlılık taşıyordu. Son derece yüksek tavanın hemen bitimindeki sıra sıra pencereler içeriyi gün ışığıyla doldurmuştu. Görebildiği her yer sarmaşık tipi bitkilerle ve duvar resimleriyle kaplıydı.
Depo alanı paravanlar, sonradan örüldüğü belli duvarlar, büyük mobilyalarla bölünmüştü. Bunların arasında oluşan labirent gibi karmakarışık koridorlarda kadını izlediler. Geri plandaki sesler ve uğultular burada başka insanların da olduğuna işaret ediyordu ama kimseye rastlamadılar.
Çift kanatlı kapılarla ayrılmış geniş bir salona vardıklarında rehberleri durdu. Duvarları kitap raflarıyla kaplanmış salonun önemli bir kısmı sıra sıra uzanan masalar, üzerlerinde çeşitli elektronik cihazlar, tüpler, göstergeler, ölçüm cihazları, mikroskoplar ve Rüva’nın ne olduğunu kestiremediği sayısız alet tarafından işgal edilmişti.
“Profesör,” diye seslendi kadın eşya yığınına doğru.
Makinelerden birinin ardından çıkan kişinin bir başka kadın olması Rüva’yı bir anlığına şaşırttı. Oysa şaşıracak ne vardı? Transfere alternatif bir teknolojiyi geliştiren kişi elbette bir kadın olmalıydı.
Öte yandan kadının kendisi sunduğu hizmetten hiç yararlanmamıştı anlaşılan. Gri-beyaz bir topuz halinde toplanmış saçları, gözlerinin ve ağzının kenarlarında derin çizgiler vardı. Şort pantolonu ve atlet biçimindeki bluzu dimdik vücudunu ve kaslarını sergiliyordu ama aynı zamanda boynunda, kol altlarında cildinin pörsümekte olduğunu, bacaklarındaki selüloitleri de saklamıyordu. Kendisini incelemelerini ister gibi birkaç saniye kımıldamadan durdu. Rüva kadının yüzünde aynı anda hem acıma ve merhamet hem de küçümseme gördüğünü sandı. Son günlerde çok alıngan olduğu için gözleminden emin de olamadı.
“Nihal’in yolladıkları.”
“Tamam Zeynep. Sen gidebilirsin.”
Görünüşe göre Rüva’nın kocası da karşısında bir kadın bulmayı beklemiyordu. Tereddütlü bir sesle konuştu. “Eee… Biz şey için gelmiştik…”
“Ne için geldiğinizi biliyorum,” dedi Profesör kaba bir sesle. “Parayı getirdiniz mi?”
Kocası omzuna çaprazlamasına astığı bez çantadan para tomarlarını çıkardı. Metal masanın üzerine bıraktı. Profesör parayı saymaya kalkmadı, hatta ilgilenmiş bile görünmedi. Rüva’nın nereden çıktığını anlamadığı gençten bir adam hızlı hareketlerle para tomarlarını bir kutuya koydu ve uzaklaştı.
Profesör Rüva’ya, “Gel, otur şuraya,” dedi. Salonun ortasında, dişçi koltuğunu andıran ama daha enli ve yatay pozisyonda bir koltuğu gösteriyordu. Rüva bedeninde bir ürpermeyle koltuğa uzandı. Profesör tepesinde bir ışığı yakınca gözleri kamaştı, kapatmak zorunda kaldı. Kadının kuru ve sert parmak uçlarını yüzünde hissetti.
“Ne kadar oldu transfer yapılalı?”
“Galiba… yedi hafta kadar…”
Parmaklar alnında, yanaklarında, göz kapaklarında hızla gezindi. Boynuna bastırdı. Sonra ellerine, kollarına, dizlerine… Rüva’ya rastgele gelen bir yöntemle sağını solunu yokladı. Muayene, transferden sonra UTM’nin beyaz ve gri renklerle döşeli, küçük dinlenme odasında uyanışını hatırlattı Rüva’ya. Alışkın olduğu baş dönmesi geçtikten sonra odadaki boy aynasının önünde durmuş ve yeni bedenine bakmıştı. Şaşkınlıkla. Ve sonra da içinde karanlık bir girdap gibi büyüyen bir endişeyle. Tıpkı şimdi Profesörün yaptığı gibi, yüzünde beliren kırışıklara, aniden yumuşayan kol derisine, yuvarlaklaşan karnına dokunmuştu.
“Hangi transfer bu? Otuz beş? Otuz sekiz?”
“Otuz sekiz.”
“Temiz bir iş olmuş. Doğrulabilirsin.”
Işık söndü. Rüva doğruldu ve koltuktan hemen kalktı.
“Halledebilecek misiniz?” diye sordu kocası.
Profesör cevap verirken ona değil, dudaklarını birbirine bastıran Rüva’ya baktı. “İstiyorsan halledebilirim. İstiyorsun, değil mi?”
“İstiyoruz ki geldik herhalde,” dedi kocası sabırsız bir sesle.
Profesörün ısrarlı bakışından bunalarak başını salladı Rüva. “Nasıl…? Nasıl olacak? Yani ne yapacaksınız?”
Kadın gene mesafeli, dağınık ruh haline dönmüştü. Rahat bir sesle, “Bio-nano teknolojiye aşina mısınız?” dedi. Olmadıklarını biliyordu. “Transfer merkezinde kullandıkları teknolojinin bir benzeri aslında. Adına transfer diyorlar ama bir şey alıp verdikleri yok. Hücrelerin doğal yaşlanma sürecine müdahale ediyorlar sadece. UTM’ye her gittiğinizde, bir önceki sefer durdurdukları sistemi harekete geçirip hızlandırıyor, istedikleri noktaya getirince de yeniden kapatıyorlar. Ben de… Eh işte, tersine bir işlem yapıyorum.”
Kocası şaşkın bir sesle, “Bir saniye,” dedi. “Eğer öyleyse… UTM istese bizi tamamen genç tutabilir mi?”
“Tutar tabii ki.” Karı kocayı neşesiz bir ifadeyle süzdü. “Görünüşünüze bakarak üçüncü seviye hizmet aldığınızı sanıyorum,” dedi isabetli bir tahminle. “Bana ödediğinizin on katını ödemeye gücünüz yetseydi, ikinci seviyeye atlayabilir, pop starların, mültimilyarderlerin görünüşüne kavuşurdunuz.”
UTM’de bir seviyelendirme olduğunu tabii ki biliyorlardı ama aradaki farkın, kalınan odalar, ayrılan süre, transfer sonrası bakım gibi detayları etkilediğini, işlemin kendisinde fark yaratmadığını düşünmüştü Rüva. Bir çeşit prestij konusu gibiydi seviyeler. Oysa çevrelerinde dördüncü ve beşinci seviyede birçok insan vardı ve onların yaşlanma hızı ve görünümleri çok farklıydı. Belki de bilmek istememişti. “Ya birinci seviye?” dedi
“Ah… Birinci seviye. Onu kullananlar sizinle aynı ortamlarda bulunmuyor.” Eliyle sabırsız bir hareket yaparak konuyu geçiştirdi. “O zaman fazla oyalanmadan başlayalım. Sen gidebilirsin.” Bunu Rüva’nın kocasına söylemişti.
Adam saatine baktı. “Kaçta geleyim geri?”
“Dört gün sonra.”
İkisi aynı ağızdan, “Ne?” dedi. Kocası, “Neden o kadar uzun sürüyor?” diye itaraz etti. “Transfer merkezindeki teknolojiyi kullanıyorum dedin. Orada birkaç saatte bitiyor her şey.”
“İşleyiş aynı demek istedim. Ben onların yaptığı işi bozacağım ve yeniden düzenleyeceğim. Ayrıca takdir edersin ki elimdeki aletler UTM ile yarışacak düzeyde değil. Kendine gelmesi, sorun çıkmaması için burada bir süre kalmalı.”
Rüva yapmaya hazırlandığı şeyin risklerini ilk kez tam olarak algılıyordu. Kimsenin denetlemediği, kimsenin sorumlu olmadığı bir yere gelmiş, sağlığını, görünüşünü ve belki de hayatını bu dağınık görünümlü kadına emanet ediyordu. Sanki onun hislerini sezmişcesine kocası ani bir hareketle yanına geldi, dudağına acele bir öpücük kondurdu. “Dört gün sonra arayacağım,” dedi. “Seni seviyorum,” diye ekledi çift kanatlı kapıda gözden kaybolmadan.
* * *
Profesörün uyarısına karşın işlem Rüva’nın tahmin ettiğinden daha kısa sürdü ve neredeyse hiçbir şey hissetmedi.
Kocasının koşarak uzaklaşmasından hemen sonra Profesörün iki yardımcısı salona gelmiş, Rüva’yı soyarak işlem için hazırlamıştı. Kan almış, bazı değerlerini ölçmüşlerdi. Rüva’nın UTM’deki transferlerden bildiği şeylerdi hepsi. Muayene için de kullanılan aynı koltuğa uzanmış, güçlü ışıkların ve kendisine verilen hafif bir yatıştırıcının etkisiyle uykulu bir hale gelmişti.
Buna da memnundu. Başlangıcını tam tespit edemediği, aylar içerisinde giderek artan endişeleri, korkuları, Nihal Hoca’dan bu yeri ve bu yasadışı işlemi öğrendiğinden beri zirveye çıkmıştı. Yapay bir şekilde de olsa, bir süreliğine kafasını boşaltmaya çok ihtiyacı vardı.
* * *
İşlem vücuduna batan belirsiz iğneler, yapıştırılan elektrotlar, tıkırdayan makinelerle bildiği şekilde ilerledi. Ta ki en sona kadar. İşlemin tamamlanmak üzere olduğunu azalan seslerden, kolundan çekilen damar yolu iğnesinden farkedebiliyordu. Yüzünde soğuk bir temas hissetti. Bedenindeki sakinleştiricilere karşın irkildi. Sanki ıslak ve yumuşak bir şey suratını kaplamıştı.
“Ne oluyor?” dedi uykulu bir sesle. “Nedir bu?”
“Şşşş… Elini sürme. Bu maske. Bir süre takman gerekiyor.”
“Ne… Anlamadım…. Ne maskesi?”
“Zeynep,” dedi Profesör uyarır bir sesle. Rüva dirsek içine batan iğneyi hissetti. Sonra sıcak bir karanlığa yuvarlandı.
* * *
Gözlerini dar ve sert bir yatakta açtı. Tedirgin bir halde doğruldu ama hafif bir baş dönmesi ve güçlü bir açlık dışında iyiydi. Rüva’nın giysi odasından bile küçük, neredeyse mobilyasız bir yerdeydi. Yatak dışında, kare şeklinde bir masa, bir sandalye ve altta iki çekmece, üstte rafları olan bir dolap vardı sadece. Duvarlar neşeli renklere boyanmış, yere de kalın bir kilim serilmişti.
Masadaki suyu görünce içinin kuruduğunu farketti. Üst üste üç bardak su içti. Biraz daha iyi hissediyordu kendini. İşlemin sonuçlarını, nasıl göründüğünü merak etti. Odada ayna yoktu. İşlem sırasında üzerine geçirdikleri geceliği çekiştirdi, kollarına, bacaklarına, karnına baktı. Kasları ve teni transferden önceki gerginliğine kavuşmuş hatta belki daha da gençleşmişti.
Günler sonra nihayet içinde bir sevinç yükseldi, elini yüzüne götürdü. Orayı da parmak uçlarında hissetmek, diriliğini algılamak istiyordu. Serin ve esnek bir malzemeye dokununca korktu. Parmaklarını telaşla yüzünde dolaştırdı. Saçlarının başladığı yerden çene altına dek bütün yüzü aynı esnek ve soğuk şeyle kaplıydı. Parmağının altında malzemenin bittiği ve kendi teninin başladığı yeri bulabiliyordu. Hafifçe çekiştirmeye ve yüzünden ayırmaya çalıştı ama bir şey olmadı. İşlemin sonunda, yarı uykulu halde bir maskeden söz edildiğini anımsıyordu. Daha fazla zorlamayı göze alamadı.
Ne yapacağını bilemeden odaya yeniden göz gezdirdiğinde rafta katlanmış duran kıyafetleri farketti. Beyaz, bol ve geniş yakalı bir bluz, yumuşak kumaştan, koyu renk, dökümlü bir pantalon ve temiz iç çamaşırları.
* * *
Odadan çıktığında, ilk geldiğinde gördüğüne benzer dar ve karmaşık bir koridor bulacağını sanmıştı, şaşkın bir şekilde bakakaldı. Uzun masaların kurulduğu geniş bir alana çıkmıştı. Farklı yaşlardan onlarca kadın, birkaç erkek ve koşuşturan çocuklar, neşeli bir hareketlilikle geliyor gidiyor, masaya bir şeyler taşıyordu. Bu bir parti hazırlığı değil, rutin bir akşam yemeği hazırlığıydı. Kimse bir şey sormuyor, herkes bildiği bir işi yapıyordu.
Kararsızca birkaç adım ilerledi.
“Uyandın mı? Sana bakmaya geliyordum.” Üzerinde hala aynı kot şort ve aynı pembe büstiyerle Zeynep yaklaştı. “Acıktın değil mi? Herkes öyle uyanıyor.” Onları karşıladığından daha farklı, daha dostça bir hali vardı. Rüva’nın kolunu nazikçe tuttu. “Gel. Biz de yemeğe oturmak üzereyiz.”
Rüva’yı uzun masalardan birine oturttu. Masadaki kadınlar ona gülümsediler, tabağını çeşitli yemeklerle doldurmasına yardım ettiler. Bunun dışında kimse bir şey sormadı. Rüva onların en azından maske konusunda bir yorum yapmalarını, işlem hakkında bir şeyler söylemelerini beklemişti ama öyle bir şey olmadı. Kendi aralarında da çok fazla konuşmadıkları için sakin, sessiz bir ortamda yemek yenildi. Zaten Rüva’nın da sohbet edecek hali yoktu. Tahmininden çok daha fazla acıkmıştı. Hep yaptığı gibi porsiyonları kontrol etmeden, sosuna falan bakmadan önündekilere daldı. Bazı yemeklerden birer tabak daha aldı.
“Bu salata nefis olmuş,” dedi dayanamayıp.
Kadınlardan biri saklayamadığı bir gururla, “Ben yetiştiriyorum,” diye cevapladı. Gri saçlarını topuz yapmış, yuvarlak yüzü minik çizgilerle bezeli, ışıl ışıl gözlü bir kadındı.
“Sen mi yetiştiriyorsun? Nasıl? Nerede?”
“Arka tarafta bir yerimiz var. Yarın sabah gösteririm istersen.”
Yemek sona eriyordu ve diğer masalarda da sohbet artmıştı. Rüva etrafına bakındı.
“Ne çok insan var,” dedi.
“Aslında daha kalabalığız. Herkes ortak alanda yemek yemekten hoşlanmıyor. Kendi odalarında kalıyorlar.” Parmağıyla, ortak alanın sağ tarafına sıralanmış kapıları gösteriyordu. Rüva’nın az önce çıktığı kapı da onlardan biriydi. “O küçücük yerlerde mi kalıyorlar?”
“Ne? Ah, yok, sen misafir odasındasın. Orası geçici. Sürekli yaşayanlar ihtiyaçlarına uygun büyüklükte yerler yapıyorlar. İsteyenler yapıyor yani. Genelde yeni katılanlar ister. Ben de yapmıştım başlangıçta.” Hoş bir anıyı aklından geçirircesine kendi kendine gülümsedi.
“Ne oldu sonra?”
“Benim odamı soruyorsan, hiç bilmiyorum. Özene bezene döşedim, bir süre kullandım da ama sonra giderek daha az uğrar oldum. Ortak alanlar daha eğlenceli. Her şeyle tek başına uğraşman gerekmiyor. Şimdi arasam yerini bile bulamam. Başka birine vermişlerdir.”
“Nedir bu… ortak alanlar dediğin?”
Oya hevesle ayağa kalktı. “Gel göstereyim sana her tarafı.”
Ancak bir yere gidemediler. Profesör Zeynep’in peşinden onların masasına gelmişti. “Nasılsın?”
“İyiyim…” Elini yüzüne götürdü. “Buna neden gerek var? Bir ağrı sızı hissetmiyorum.”
“Güvenlik amacıyla kullanıyoruz. Ortam çok steril değil görüyorsun. Yüz de hassas bir bölge.”
Yeterince makul bir açıklamaydı ama Rüva, Zeynep’in kayıtsız bir ifadeyle ötelere baktığını ve Oya’nın da başını öne eğdiğini görmüştü.
* * *
Oya’nın rehberliğindeki mekan turunu ancak ertesi sabah yapabildiler. Profesör yemekten sonra onu etraflıca muayene etmek istemiş, laboratuara götürmüştü. Doktorların sıklıkla yaptığı gibi, bir takım testler yapar, sağını solunu dinler, monitörlere bakarken bir yandan da düz bir sesle alakasız sorular sormuştu. Rüva onun yarım yamalak dinler göründüğü soruları yanıtlarken, kendisini buraya getiren süreci de parça parça anlatmış oldu.
“Daha önceki transferlerde de bir şeyler değişiyordu tabii ama hep ya güzel şeylerdi, göğüslerimin irileşmesi gibi, ya da küçük ve kolayca düzeltilebilir şeylerdi, saçlarda bir iki gri tel, botoksla açılabilecek bir iki kırışık gibi… Ama bu sefer…”
“Bu sefer?”
“Sanki bir anda yaşlandım. Oraya kendim olarak girdim, başka bir kadın olarak çıktım.” İçini çekti. “Ben alışabilirdim yine de belki ama…”
“Kocan alışamadı,” dedi Profesör. Rüva kırgınlıkla baktı ama kadın bilgisayara bir şeyler yazıyordu. Doğal bir sesle, gerçeği dile getiren bir sesle konuşmuştu.
“Evet,” diye kabullendi Rüva. “Alışamadı. Sanki kimse alışamadı. Bilmiyorum. Daha UTM’ye gitmeden başladı. Tüm o konuşmalar, eşin dostun uyarıları. Bizden altı ay kadar önce aynı dönem transferine giren bir çift arkadaşımız vardı. Transfer sonrası o kadar yabancılaştılar ki terapiye gidiyorlar şu anda. Bir işe yarar görünmüyor. Eşim buna çok taktı kafayı.”
“Otuzlu yaşlardan sonraki transferlerde hep olur.” Rüva’ya şakacı bir ifadeyle gülümsedi. “Paramı bu şekilde kazanıyorum.”
Rüva’nın koluna ince bir şerit geçirdi, kan basıncını kontrol etti. “Nihal’den yardım istemek nereden geldi aklına? Söylemiş miydi buraya geldiğini?”
“Nihal hoca ve ben aynı üniversitede çalışıyoruz ama arkadaş değildik. Bilmiyordum yani. Benim transferimden sonra… off, Allahım ya… etrafımdaki herkes değişimim üzerine bir fikir bildirdi mutlaka. O kadar çok konuşuldu ki bu, artık biriyle karşılaşmaya korkar olmuştum. Özellikle de fakültede. Gün içinde aynı kişiyi beş kere görsem, beşinde de söyleyecek bir şey buluyordu. Ay, Rüvacığım sen misin, alışamadım daha vallahi. Rüva hocam, başka biri oldun. Göbek iyi durdu ya sende… Artık ne gelirse. Kıskanç şeyler…”
Profesör sorar gibi baktı. Rüva maskenin altında kızardığını hissetti. Sinirden boş bulunmuştu. “Yani… Ben güzel bir kadınım. Her zaman öyleydim. İnsanlar beni beğenir ama kıskanır da. Kadınlar rekabet hisseder, erkekler elde etmek ister. Bilirsiniz bunları…”
Birden sustu. Profesör öyle çok yaşlı bir kadın değildi. Belki ellisinde anca vardı. Ancak güzel değildi. Bakımsız, solgun, sert bir havası vardı. Rüva’nın anlattıklarını büyük ihtimalle bilmiyordu. Kimse onun peşinden koşmamış, kimse güzelliğini kıskanmamıştı. İnsanlara kaba davranmaktan, onları kırmaktan hiç hoşlanmayan Rüva çok rahatsız olmuştu.
“Nihal hocayı diyordun?” dedi Profesör. Rüva’nın düşüncelerini ya hiç sezmemişti ya da aldırmamıştı.
“Evet… İşte bu bitmez konuşmalar arasında onun adının sık sık geçtiğini farkettim sonunda. Nihal hoca, biliyorsunuz işte, benden büyük. En azından üç transfer fazlası var ama herkes onun diriliğini, tazeliğini konuşur. Bölüm başkanı kendisi, çok göz önünde bir insan. Geniş bir ailesi var. Onca işin, sorumluluğun ortasında kendisini öylesine iyi durumda tutuyor olması insanların ilgisini çekiyor. Şüphesini de çekiyor tabii. Kulağıma belli belirsiz şeyler gelmeye başladı. Başta çok ilgilenmek istemedim ama…”
Devam etmedi. Evde artan mutsuzluğunu, kocasının dışarıda daha fazla vakit geçirmeye başlamasını, fakültede değişen tavırları anlatmak istemedi. Küçücük, tarife gelmez değişiklikler. Etkinliklerde kendini yalnız başına dikilirken bulması. Asistanların onunla flörtöz şakalaşmaları kesmesi. Bir yandan herkesin ona baktığını, bir yandan da artık silikleşmeye başladığını hissetmesi.
Profesör masasına dönmüştü ve çok da merak ediyor gibi değildi bu detayları. Kimbilir kaç kadından dinlemişti.
“Sonunda bir bahaneyle yanaştım Nihal hocaya. Ne diyeceğimi de bilmiyordum ama akıllı bir kadın, hemen anladı derdimi. Başta biraz tereddüt etti ama sonunda sizle bağlantı kurdu.”
* * *
Oya’nın peşinde, yemek yedikleri geniş alandan geçerken, “Acaba bana giyecek başka bir şeyler bulabilir miyiz?” diye sordu.
“Zeynep sana kıyafet ayarlayacaktı? Getirmedi mi?”
Getirmişti. Rüva gece odasına döndüğünde, yatağın üzerine düzgünce katlanmış kıyafetler bulmuştu. Ancak incelediğinde bunların rahat bir gecelikten ve üzerindekilere benzer bol tünik tipi gömlekler ve bol kesimli pantalonlardan ibaret olduğunu görmüştü. Yüzündeki maskeyi de hesaba katarsak iç sıkıcı, kişiliksiz bir görüntü ortaya çıkıyordu.
Oya konuyla ilgili yakınmalarını belirsiz bazı cümlelerle geçiştirdi. Oysa Rüva yanından geçen, büyük çoğunluğu kadın insanlara baktığında burada giyim kuşam konusunda ne bir sınır ne de bir yetersizlik olmadığını rahatça görebiliyordu. Çeşit çeşit, rengarenk, hatta bazen tuhaflık düzeyinde farklı kılıklara bürünmüşlerdi. Kendi üstündekileri andıran çok sade ve renksiz kıyafetler de vardı ama özenilmiş, gösterişli tasarımlar da vardı.
Gezinti ona -en azından bir süreliğine- kılık kıyafet meselesini unutturdu.
Burası başta algıladığından daha büyük bir yerdi. İlk önce, kullanılan deponun çok geniş olduğunu düşünmüştü ancak dolaşmaya devam ederken işin aslını anladı. Burada yaşayanlar, depoyu çevreleyen binalara geçitler açmış, oradan da yanlara geçmiş, böylece yayılmışlardı. Şehir yıkıma uğramadan önce bu bölgede büyük alışveriş merkezleri, dükkanlar ve depolar olduğu için binalar kocamandı ve değişiklik yapmaya açıktı.
Rüva şaşkına dönmüştü. Yemekhaneler, yatakhaneler, eğitim salonları, atölyeler yapmışlardı. Oya’nın bahsettiği ortak yaşam alanları belli bir yer değildi, her yerdi. Kocaman mutfaklarda ortaklaşa yemek yapıyor, çamaşırhanelerde ortaklaşa çamaşır yıkıyor, farklı yaşlar için düzenlenen alanlarda çocuklara ortaklaşa bakıyorlardı.
“Yorucu değil mi?” diye sordu Rüva.
Oya güldü. “Buraya yerleşmeden önce günün beş, altı saatini angaryalarla geçiriyordum. Sanki hep yorgundum, işim hiç bitmiyordu. Şimdi bazen 30 dakika bile sürmüyor bana ayrılan görev süresi. Birçok gün de boş kalıyor.”
İnanmaz bir bakışla etraftaki hareketliliği inceledi. Oya, “Boş ver,” dedi. “Kafanı yorma şimdi. İnsana inanılmaz geliyor. Denemeden bilemezsin. Gel, ben sana bahçemi göstereyim.”
* * *
Oya’nın bahçesi yerleştikleri binaların ortasındaki bir avludaydı. Hemen her binadan buraya açılan bir arka kapı vardı. Dünyanın iklimi artık doğal bir bahçeyi hayatta tutmak için fazlasıyla saldırgan ve tutarsızdı. O yüzden de bahçe taş avlunun ortasına inşa edilmiş büyük bir seraydı aslında.
Ve çok güzeldi.
İçindeki bitkilerin ve meyvelerin ihtiyaçlarına uygun olarak bazı kısımları camla, bazı kısımları opak bir malzemeyle kapatılmıştı. İçi irili ufaklı tarhlarla, saksılarla, ahşap kutular ve plastikle örtülmüş toprak alanlarla doluydu. Elbette sadece Oya’ya ait değildi. Diğer her işte olduğu gibi, serada da bazı bölümleri tek tek kişiler sahiplenmiş, bazılarının bakımını ise gruplar halinde yürütüyorlardı. Rüva bayılmıştı buraya.
Ancak bu tuhaf ve öğretici gezinin önceki aşamalarında duyduğu rahatsızlığı burada da duymaya devam etti. Geçtikleri her yerde, girip çıktıkları her salonda ve odada, çalışan, dolaşan ya da boş boş oturan insanlar görüyorlardı. Bunların bazıları üstünkörü bir bakış atıyor, bazıları gülümseyip selam veriyor, bir çoğu ise onların varlığına ilgisiz kalıyordu.
Transferden sonra Rüva’nın çevresiyle ilişkisinde sarsıcı bir değişim olmuştu ama o değişim bile bu denli bir yok saymayı içermiyordu. Rüva’nın hiç alışık olmadığı bir şey varsa o da görmezden gelinmekti.
Bunun sebebi maskeydi. Rüva bunu, serada gezerlerken kendisi gibi maske takan iki kişi daha görünce bir anda kavradı. Niyeyse bu görüntü onu bir an durdurdu.
“Bir şey mi oldu?” Oya onun bakışını takip etti ve maskeli ikiliyi gördü. “Ah, Sevim’le kocası.” Karşılıklı el salladılar.
“Kocası mı?”
“Arada erkeklerin de geldiği oluyor ama şaşkınlığını anlıyorum. Ben bile görünce hayret ediyorum hâlâ.”
Rüva aslında erkeklerin de bu hizmetten yararlanmak istemesine şaşırmamıştı. Özellikle elli yaşından sonraki transferler onlarda da büyük değişimler yaratıyordu. Gençleşmek istemeleri anlaşılır bir şeydi.
Hayır, Rüva’yı şaşırtan, maskeli ikiliden birinin erkek olduğunu farketmeyişiydi. Şimdi bakınca, evet, besbelli ki erkekti ama o ilk anda ayırt edememişti. Üzerlerinde Rüva’nın giydiği türden bol ve dökümlü kıyafetler ve yüzlerinde maskeler vardı. Kadın saçlarını arkada at kuyruğu yapmıştı. Sanki ortamla kaynaşan, genel bir görünüm edinmişlerdi.
Rüva gün boyu kendisine yönelen ilgisizliğin kaynağını bulmuştu. Burada yaşayanlar kendisi, Sevim, Sevim’in kocası ya da ortalıkta dolaşması muhtemel kimbilir kaç tane daha maskeli insanı birbirinden ayırt edemiyordu. Bu kavrayış, hissettiği rahatsızlığa bir açıklama getiriyor ama onu ortadan kaldırmıyordu.
* * *
Oya’nın serada işleri olduğundan Rüva gezintisini tek başına sürdürdü. Şimdi arayan gözlerle baktığından maskeli başka kadınları da seçmeye başlamıştı. Teknolojisi karmaşık olsa da transfer -ya da ters transfer- uzun süren bir işlem değildi. Profesör günde on kişiye bile bu işlemi yapabilirdi. Eğer hepsi en azından dört gün kalıyorsa, maskeli insanlar burada alışıldık bir grup olmalıydı. Ayrıca ilk düşüncesinde haklıydı. Kadınları birbirinden ayırmaya imkan yoktu.
Kaybolduğunu düşünmeye başlamışken orta alana çıktı ve Zeynep’le karşılaştı. Kadın bugün desenli bir tayt ve sapsarı bir atlet giyiyordu. Maskeye bir şey yapamıyorsa da, pijamayı andıran kılığından kurtulmak isteyen Rüva ondan yardım istedi.
“Bakayım ne yapabilirim,” dedi Zeynep. Bir an duraksadı. “Bence, sana uğraşacak bir şey bulmalıyız. Dört gün boş boş gezersen çok sıkılırsın.”
Daha şimdiden sıkılmıştı. Zeynep ona, işleme gelenlerin genellikle günlük işlere katıldıklarını, mutfakta, kreşlerde ya da temizlik gruplarında çalıştıklarını söyledi.
“Bunlar benim becerebileceğim şeyler değil,” dedi Rüva. “Pek ilgimi de çekmedi.”
“Hoşuna giden bir yer oldu mu?”
“Sera,” dedi Rüva düşünmeden.
* * *
İlk bir saat kendini beceriksiz, sakar ve anlamsız hissetti. Mutfak ya da kreşin daha iyi olduğunu düşünse seçimini hemen değiştirecekti. Dizlerinin üzerine çökmüş, gösterilen şekilde yaprakları ayıklamaya çalışırken kirle dolan tırnaklarına baktı. Terlemişti de. Dün akşam yenilenen bedenini incelerken duyduğu neşeden eser yoktu içinde. Bir ayna bulup nasıl olduğuna bakamamıştı bile doğru dürüst. Şimdiyse berbat haldeydi.
Bir an işi bırakıp gitmeyi kafasından geçirdi. Herhalde onu zorla çalıştıracak değillerdi. Ama ne yapacaktı? Odasının hücreden farkı yoktu. Herkesin bir şeyle meşgul göründüğü bu yerde boş boş dolaşarak nasıl vakit geçirecekti. Yaprak yolmaya devam etti.
İkinci saat biterken aynı şeyleri düşünmekten yorulan beyni vızıldamayı kesti. Rüva biraz daha doğal bir ritimle çalışmayı sürdürdü. Ona meyve ve sebze toplattılar. Yeni topraklanan bir bölgeye minik delikler açıp tohum ekti. Gösterilen bir yeri süpürdü.
Öğlen masa falan kurulmadı. Sandviç, çorba, meyve gibi hafif seçenekler sunan mutfaklardan birine gittiler. Herkes bir şeyler alıp bir kenara çekildi. Bazıları için çalışma günü bitmişti. Odalarına, çocuklarına gidenler oldu.
Rüva tek başına bir sandviç yedi. Hüzünlü ve yalnız bir duygu içindeydi. Yemekten sonra, iyice tenhalaşan seraya döndü, birkaç saat daha çalıştı. Yorulunca gitti, akşam yemeğine kadar uyudu küçük odada. Uykuya dalmadan önce biraz ağladı.
Yemek gene sakin, Rüva’nın dahil olmadığı tek tük konuşmalarla geçti. Odasına döndüğünde akşamüzeri uyumanın kötü bir fikir olduğu ortaya çıktı. Küçük oda sanki onu boğuyordu. Çıkıp biraz gezindi. Kaybolmuşluk hissi üzerine yapışmıştı. Şu üç günü bitirse ve yüzündeki maskeden kurtulsa… Ah… Acaba nasıl olmuştu?
Dolaşa dolaşa gene seraya geldi. Yıldızlarla dolu gökyüzünün altında camdan bina gerçekdışı görünüyordu. Bitkilerin arasında yürüdü. İyice arkaya ilerlediğinde, depo alanının yanında bir divan gördü. Oraya uzandı. Cam tavandan yıldızları ve hilal şeklindeki ayı izlerken uyuyakaldı.
* * *
Sonraki üç gün neredeyse ilk günün aynısıydı. Rüva serada çalıştı. Ona gösterilen işleri yaptı. Tırnakları kırıldığı için hepsini kısacık kesti, biraz daha rahat çalışmaya başladı.
İkinci gün öğle atıştırması sırasında, burada yaşayan az sayıdaki erkekten biri ona serada yetiştirilen farklı sebze türlerini anlattı uzun uzun. Rüva önce onun kendisiyle flört etmeye çalıştığını sandı ama sonra maskeyi hatırladı. Adam onun neye benzediğini bilmiyordu. Aslında şu anda Rüva da kendisinin neye benzediğini bilmiyordu. Bu düşünceler onu eğlendirdi niyeyse.
O gece küçük odasındaki az sayıda eşyayı, yastığını ve örtüsünü seraya taşıdı. Uyumadan önce Zeynep’i yemekte gördüğünü ama ona kıyafet konusunu sormayı unuttuğunu farketti. Neyse, zaten iki gün kaldı, diye düşündü.
Serada çalışmadığı zamanlarda birbirine dolanarak uzayıp giden yapının içinde gezindi, sağa sola girip çıktı. İlk gün onu rahatsız eden görünmezlik bir tür süper güç gibi gelmeye başladı. Bir etki yaratmadan dolaşıyor, maske ve kıyafetin getirdiği bir anonimlikle, kimsenin dikkatini çekmiyordu.
Zeynep’in ona iş önerirken cimri davrandığını anladı. Aslında burada yapacak tonla şey vardı. Rüva aldırmadı. Sera hoşuna gitmişti. Eğer kütüphaneyi ya da sanat odalarını daha önce görseydi, kesin buralara gelirdi. Değişik bir şey yapmıştı hiç değilse.
Gene bu gezinmeler ve ayaküstü konuşmalar sırasında, burada yaşayan insanların epey bir kısmının kendisi gibi buraya işleme gelen, dört gün bitiminde dönmeyenler olduğunu öğrenerek şaşırdı. Çok hoş bir yerdi, sakindi, yaşayanlar da iyi insanlara benziyordu ama Rüva evine dönmek için sabırsızlanıyordu.
* * *
Dördüncü günün sonunda, kocası onu almaya gelmeden yarım saat önce Profesör Rüva’nın yüzündeki maskeyi çıkardı. Bir el aynası uzattı. Rüva yüzünü seyretti. Genç, güzel, esnek, canlı yüzünü. Alnına, yanaklarına, çenesine, göz kapaklarına dokunmak garip geldi. Kocası onu görünce yüzü aydınlandı. Rüva’ya, evlenme teklif ettiği gün baktığı gibi baktı. Kadın bir an ağlayacağını sandı ama ağlamadı.
Sonra eve döndüler.
***
Elinde yemek tepsisiyle salonda ilerledi, oturacak bir yer bakındı.
“Hocam, verin ben taşıyayım. Bizim masaya gelsenize.”
Bu yeni asistanı çok girişkendi. Tepsiyi elinden alırken Rüva’ya tatlı tatlı gülümsedi. Cevap veremeden salonun ortasından kendisine seslenildiğini duydu.
“Rüva hocam, buyurmaz mısınız?”
Asistan tepsiyi Nihal’in masasına kadar taşıdı. “O zaman fakültemizn en güzel iki hocasına afiyet olsun diyorum ve gidiyorum.”
İki kadın bir süre sessizce oturdu. İkisi de yemeklerine el sürmemişti. “Ben de gelip sizinle konuşmayı düşünüyordum…. döndüğümden beri.”
Nihal Rüva’yı süzdü. “Çok iyi görünüyorsunuz.”
“Siz de.”
“Dostumuza yaptığınız ziyaret işe yaramış.”
“Gerçekten öyle oldu. Ne kadar teşekkür etsem az.”
Nihal dudağını ısırdı kararsızca. “Mutlusunuz yani?”
Rüva irkildi. “Ben… evet… tabi….” Kekeleyerek sustu.
Genç bir kadın masalarına yaklaştı. “Nihal hocam… Bavulunuzu arabaya yerleştirdim. Randevularınızı da iptal ettim. Şey… Bazıları sordu, ne zamana tekrar arayalım diye?”
“Ben haber vereceğim. Sağ ol.”
Kadın uzaklaştı. Rüva, “Bir yere mi gidiyorsunuz?” dedi.
Nihal başını salladı. Rüva aslında onun arkadaşı sayılmazdı, hatta iş arkadaşı olarak denk bile değillerdi. Nihal bölüm başkanıydı, onun üstüydü. Sormak için hiçbir mazareti yoktu ama sormak zorundaydı.
“Nereye gidiyorsunuz?”
Nihal gözlerini salonda gezdirdi. Sanki yıllardır hergün yemek yediği bir yere değil de ilk kez gördüğü bir yere bakar gibi. “Önümüzdeki ay transferim var,” dedi. “Elli bir olacağım. Son üç transferimden sonra hep Profesöre gittim. Son seferinde dört değil dokuz gün kaldım. O kadar zor geldi ki ayrılmak.” İçini çekti yavaşça. “Anlamam uzun sürdü. Buradaki sorumluluklarım, hayat tempom yüzünden diye düşündüm. Orası tatil gibi geliyor, o yüzden dedim kendime. Aslında başka bir şeyi özlediğimi itiraf edemedim.”
“Maskeyi,” dedi Rüva fısıltı gibi bir sesle.
Nihal gülümsedi. “Maskeyi.”
Bir süre karşılıklı oturdular. Yemek salonundakilerin çoğu işini bitirip gitti. Sonunda Nihal toparlandı. Masadaki ufak tefek eşyasını çantaya koydu, kalkmaya hazırlandı.
“Ne zaman yola çıkacaksın?”
Kadın tekrar arkasına yaslandı. Dalgın bir sesle, “Bilmem,” dedi. Rüva’ya baktı. “Neden sordun?”
“Ben de eve uğrayıp birkaç parça eşya alabilir miyim diye merak ediyordum.”
Nihal ayağa kalktı. “Hadi çıkalım,” dedi. “Karanlık basmadan orada olalım diyorum.”
- Rüva’nın Güzellik Maskesi - 1 Mayıs 2025
- Ayaz Ata - 15 Ocak 2025
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.