Öykü

Avare Günlükleri – Misial’in Döngüsü

Selam size; çok sevgili siperlerinin ardında, pek saygıdeğer Makine’lerinin kolunu çevirerek, ömürlerini geçiren korkak insanlar. Lütfen bunu bir hakaret olarak algılamayın, benim de sizden pek farklı olduğum söylenemez. Ancak sizlere çok farklı bir dostumdan bahsetmek istedim. Son zamanlarda durumum pek iyi görünmüyor. Öksürdüğümde mendilimde belirmeye başlayan çirkin kırmızı lekeler, artık sanki pek vaktimin kalmadığını işaret ediyor gibi. Anlatmak istediğim dostumla ilgili anıların silinmesini ve yaşadığı tecrübelerin kaybolmasını hiç istemediğimden, bunları size aktarmayı son günlerimdeki en önemli görevim olarak benimsedim ve yazmaya karar verdim. Öldüğümde, kullanmayı her zaman reddettiğiniz ve bir süre daha da reddetmeye devam edeceğinizi tahmin ettiğim Cadıişi cihazlar ilgili araştırmalarımı dolabımda çok düzgün bir şekilde istiflenmiş olarak bulacaksınız. Dostumun bana getirdiği Öncekiler’in kullanmış olduğunu düşündüğüm bir oda dolusu eşyayı da ilginç bulacağınıza eminim. Bunlar ilerde çok işinize yarayacaktır, sakın ha yakmaya veya atmaya kalkmayın! Fakat bahsettiğim tüm bu çalışmalarıma rağmen, kaleme almaya başladığım bu eserin en önemli eserim olduğunu söyleyebilirim, umarım aranızda yaygınlaşır ve bir şeyleri fark etmenize ve anlamanıza ön ayak olur. Bazen abartabilir ve bazen de bir şeyleri eksik bırakabilirim, anlatım üslubum da onunki gibi asla olamayacaktır, ama umarım sevgili dostum C’Teann Ker’in maceralarını size uygun bir şekilde anlatmayı başarabilirim.

Tabii onu çağırdığım bu ismiyle tanımanızı sizden beklemem büyük bir hata olacaktır. Zaten ailelerimiz tarafından bizlere verilen isimlerimizin genelde sadece çok yakın tanıdıklarımızca bilindiğini hepiniz biliyorsunuz. Kendisinin doğum numarasını söylesem belki hatırlayabilirsiniz onu fakat bu aramızda yaşadığı gençlik zamanlarına ait bir hatıra olacaktır sadece. Artık o zamanlara göre çok farklı bir karakteri olduğunu düşünüyorum. Hem zaten bu dokuz haneli sayıyı duyduğunda size iyi davranmak isteyeceğini de hiç sanmıyorum. Doğduğunuzda vücudunuza işlenen ve hayatınız boyunca çağrıldığınız bu numaraların size hep oldukça normal gözüktüğünün farkındayım ama o bundan doğduğundan beri nefret etti ve kaçtığı şeylerden birisi de bu olmuştu zaten. Ben iyisi mi size onun, biz siper insanları arasında anıldığı birkaç lakabını hatırlatayım. Kuzeye doğru: Büyük Avare, Koleksiyoncu, Avare Başı ve güneye doğru: Büyük Hain ve bazen de Kara Palto denir ona. Eminim şimdi kim olduğunu çok iyi anladınız. Evet, kendisi birçoğunuzun ölesiye korktuğu ve pek azınızın da kahraman olarak kabul ettiği, ilk büyük Avare: C’Teann.

Elbette ondan önce de siper köylerinden ayrılanlar olmuştu fakat hiçbirisi inanmamıştı onun kadar; kum torbalarıyla örülü evlerinde Makine’nin kolunu çevirerek geçirdikleri yaşamlarından kurtulma davasına. Ayrılanların büyük bir kısmı o kadar nefret etmişti ki bu yaşantıdan, kalplerindeki iyiliği ve mantıklarını kaybederek haydut olma yolunu seçtiler. Kaçışlarının ardından doğdukları siper köylerine; yakıp, yıkıp yağmalamak için defalarca geri döndüler. Haydutluğu seçmeyen küçük bir kısım ise asla iyi yoldan sapmadı fakat uçsuz bucaksız yaban topraklarda açlık, susuzluk, zehirli gazlar ve bildiğiniz birçok diğer sebepten ötürü yitip gittiler. Yitip gitmemeyi başarabilenler olduysa bile hiçbirisi hikâyesini anlatmak için geri dönmedi köyüne. Ta ki O’na, Büyük Avare’ye kadar. Bir siperin dışında ölmemeyi başarmış, yaban toprakların üstesinden gelebilmiş ve buraya Uç Kuzey Siper Köyleri’nin 18.sine dönüp bu işin bu kadar da zor olmadığını anlatmaya çalışmış olan ilk o oldu. Bizse ondan çok korktuk çünkü çocuklarımıza ve hatta bizlere kötü örnek olup, bize siperlerimizin ardındaki güvenli yaşantımızdan uzaklaşacak cesareti verebileceğini yüreğimizin ta derinlerinde çok iyi biliyorduk.

Nitekim, ilk gelişinin ardından köyümüzden ayrılan birkaç kişi oldu ve ne yazık ki çok uzağa gidemeden başarısız oldular. Uçsuz bucaksız yaban topraklarda öylece yatan ve çok uzağa gitmeyi başaramamış bedenleri izci devriyelerimiz tarafından bulundu. Köyün bu şekilde kuruyacağı, içeride sürekli düşen bombalara karşı siperleri güçlendirecek yeterli sayıda insan kalmayacağı ve hatta pek saygıdeğer Makine’nin bize kızıp gerekli erzakı göndermeyeceği yönündeki korku dolu görüşler köyü şimdiye kadar hiç yaşamadığı bir huzursuzluğa sürükledi. Sonuçta Büyük Avare’yi hain ilan ettik ve köyümüze girmesini yasakladık. Tabii ki O asla yılmadı. Daha sonraları, sadece O’nu yakalamak için bazı nöbetçiler görevlendirilmiş olmasına rağmen, gelmek istediği zamanlar seçtiği siperlerin içine girebildi gözükmeden. İnandığı dava uğruna; kendilerini köle olarak yaşamaya mahkûm eden insanların en azından birkaçını siperlerindeki hayatlarından kurtarmaya uğraştı durdu. Çoğunlukla da başardı bunu. Evet, ayrılanların çoğu pek uzun yaşayamıyordu dışarıda fakat O, yaban topraklarda açlık ve sefaletten ölecek olmanın, kum torbalarının ardında tepenize düşecek bir bombayı beklemekten çok daha iyi olduğunu düşünüyordu.

Siper köylerinin dışında, yabanda, yaşadığı bu ilk sürgün zamanlarında tam olarak neler yaptığını, nasıl hayatta kalmayı becerebildiğini bilmiyorum fakat köy içinde her an siperinize girip aklınızı çelecek kara paltolu bir Avare’nin dolaştığı efsanesi gün geçtikçe büyüyüp yayılıyordu. Anneler ve babalar çocuklarını yaramazlık yaptıklarında onun hikâyelerini anlatarak korkutmaya başlamışlardı. Köy Başı artık haydutlardan çok onun için önlemler alır olmuştu. Uzak batıdaki Yitik Deniz’in ardında yaşayan cadılardan bile (ki cadılar çok uzun yıllardan beri siper köylerinde hiç görülmemiştir) daha çok korkuluyordu kendisinden. Zamanla, kilometrelerce alana yayılmış kendi Siper Köyü Kompleksimizin diğer köylerine de gidecek ve ünü oralara da hızlıca yayılacaktı. Hatta hala tam olarak inanmasam bile, başka Siper Köy Kompleksleri olduğunu ve oralara gitmeye çalıştığını bile iddia edecekti. İşte çok ünlü olduğu o yıllarda tanıştım C’Teann ile.

Gerçekten de siyah bir palto giyiyordu. Ama öyle korkunç veya çok değişik bir tanesi değildi giydiği. Hepimizin bildiği oldukça klasik, siper işi, uzun siyah bir paltoydu işte. Bilirsiniz siper köylüler her zaman palto yapımındaki ustalıklarıyla övünmüşlerdir. Hatta yıllar süren araştırmalarım sonucu bu kadar farklı modellerde yapabildikleri tek şeyin palto olduğunu ortaya çıkarmış bulunuyorum. Sebebini sorarsanız inanın hiçbir fikrim yok, kökenini araştırmaya devam ediyorum. Sonuçta hava buralarda hiç o kadar soğuk olmaz… Dediğim gibi, C’Teann’ın giydiği oldukça sade, dik yakalı, iki yanında göğsüne yakın fazladan iki küçük cebi olan klasik bir paltoydu. Sadece yıllar boyu yabanda dolaşmaktan dolayı rengi soluklaşmış, belli bölgelerinde yırtıklar meydana gelmiş ve bazı büyük yırtıklar beceriksizce dikilmeye çalışılmıştı. Sırtında çok ağır olduğunu tahmin ettiğim haki rengi kumaştan büyük bir sırt çantası ve önünde de hemen hemen hepinizin siperinde bir tane bulunan şu dede yadigârı barut doldurulup sıkıştırılan tüfeklerden çok eski bir tanesi asılıydı. Kahverengi örgü eldivenlerinin parmak uçları, bazı işleri daha rahat yapabilmek için olacak, kesilmişti. Onu korkunç gösteren tek şey, siperlerimizin dışında hepimizin takmak zorunda olduğu, kafasını tamamen kaplayan ve filtre kısmı göğsüne kadar sarkan şu koyu kahverengi gaz maskesiydi. Ama maskenin göz kısmındaki hafif kirli camların ardından, koyu mavi gözlerinin son derece arkadaş canlısı baktığını görebilirdiniz. Sanırım bu sıcak bakış kalın ve dağınık kaşlarından ötürüydü ya da belki sadece bana öyle gelmiştir.

O gün Makine’nin kolunu çevirme zorunluluğumu yeni bitirmiş, mavi gemici fenerimin loş ışığında, düz beyaz porselen fincanımdan çayımı yudumlayarak, sakince araştırmalarımla ilgileniyordum. Köyümüz uç köylerden bir tanesi olduğu için siperlerimizden dışarı pek çıkmadığımızı pek tahmin edebilirsiniz ama ben ayrıca araştırmalarım nedeniyle köy ahalisi tarafından bir çatlak olarak kabul edildiğimden ötürü, çoğu köy toplantısına da gitmezdim. Araştırmama bir rüyaymışçasına derin dalmış olduğumdan arkamdaki kısa öksürük sesinin duymanın beni ölesiye korkuttuğunu söyleyebilirim. Sandalyemden sıçramamla beraber ve koyu kahverengi bir ağaçtan yapılmış geniş masamın altına girmem birkaç saniyeyi geçmedi. Biraz korkak biri olduğumu belirtmeliyim. Fakat Kara Palto’nun sesi o kadar rahatlatıcıydı ki korkulacak bir şey olmadığını söylediğinde ona koşulsuz inandım ve saklandığım yerden çıkıp elini sıkmak için elimi biraz çekinerek de olsa ona doğru uzattım. Açık sarı kum torbalarıyla örülü nispeten küçük siperimin, batı duvarında, düzgün toprak zeminden kubbemsi çatıya kadar uzanan yüksek, içi neredeyse tamamen dolu kitaplıklarımın hemen önünde öylece dikiliyordu. Kambur duruşu nedeniyle çok belli olmayan uzun bir boya sahipti. İçeriye, daha dün gece, nereden geldiği bilinmeyen şu bombalardan birinin isabeti sonucu açılmış ve benim de kapatmaya fırsatım olmadığından bir parça bezle basitçe örttüğüm, küçük delikten girdiğini düşünmüştüm. Haklıydım da. Gaz maskesini çıkartıp hemen solundaki mor, kadife döşemeli berjer koltuğa fırlattı. Uzun, dalgalı, koyu kahverengi saçları ve yüzünü kaplayan kaba sakalları vardı. Daha önce de söylediğim gibi, bu sert gösteren kabuğunun altındaki mavi gözlerinden, içindeki iyiliği hemen hissedebilirdiniz. Uzattığım elimi sertçe sıktı ve kalın ıtırlı sesiyle adını söyledi, herhangi bir lakabın ardına saklanmaya lüzum görmemişti. Zaten saklanmak gibi bir derdi de, daha sonraları da konuştuğumuz üzere, hiç olmamıştı.

İsimlerimizden gayrı pek bir şey konuşmamızın gereksiz olduğun düşündüğünden sanırım, hemen yapmak için geldiği işi hatırlayarak elini cebine doğru götürdü. Oldukça dolu gözüken alt ceplerinin birinden tuhaf, küremsi, metal bir nesne çıkartıp bana doğru uzattı. Öncekiler veya Cadılar ile ilgili nesnelere olan düşkünlüğümü öğrenmesi çok zor olmamıştı belli ki. Böyle bir şeyle daha önce hiç karşılaşmadığımdan olacak heyecanla hemen elinden kaptım ve nesne hakkında konuşmaya başladık. Geçen birkaç hafta sonunda bunun, su temizlemeye yarayan bir Cadıişi gereç olduğunu çözecektim ve bu keşfim aramızda hiç bitmeyecek sıkı bir arkadaşlık başlamasını sağlayacaktı. Bu olaydan sonra; birkaç ayda bir sık sık siperime uğrayacak, bana bir müze açmaya yetecek kadar antik veya Cadıişi nesne getirecek ve akıl almaz keşifler yapmama ön ayak olacaktı. Tabii yaban topraklar ve Öncekiler’in bıraktığı harabeler ile ilgili heyecanlı hikâyelerle, bol çay ve tütün eşliğinde geçen keyifli ve dostane geceleri de hiçbir şeye değişmem. Herhalde hiç kimse, kum torbaları ardında siperimi yıkacak bir bomba veya bir grup haydudun siperimi soymasını bekleyerek geçen hayatıma daha fazla anlam yükleyemezdi. Hatta çok isterdim onunla yaban toprakları keşfetmeyi, ama ciğerlerimdeki rahatsızlık ve bedenimin zayıflığı buna ne yazık ki hep engel oldu. Bu önsözü daha fazla uzatmadan hikâyelere geçmek isterim. Zaten kendisini bu şekilde yavaş yavaş daha iyi tanımaya başlayacaksınızdır.

Keyifli okumalar

Doktor Y’Kaus Ratr

 

* * *

 
C’Teann’ın son gezisinden getirmiş olduğu Öncekiler’den kalma kırmızı antik kupalarımızla, Makine’nin o gün bana bahşetmiş olduğu çaylarımızı yudumlamaya yeni başlamıştık. Zaten dostum geleli daha yarım saat olmamıştı. Oldukça yorgun ve dalgın gözüküyordu. Geldiği gibi şöminenin yanında duran sallanan iskemleme çökmüştü ve birkaç saat boyunca kalkmayı hiç düşünecek gibi durmuyordu. Yine de deri kaplı not defterimi ve kömürden yonttuğum ince kalemimi alıp karşısındaki koltuğa oturduğumda yüzünde bir gülümseme belirmişti. Defterimi elime aldığımda, ondan hikâyeler beklediğimi anlayacağı kadar tanımıştık artık birbirimizi. Ne kadar yorgun olsa da anlatmak hoşuna gidiyordu, hatta bunun onu hep çok rahatlattığını düşünmüşümdür. Bense her seferinde elimden geldiğince her ayrıntıyı not almaya uğraşırdım. Siper köylerinde yetiştirilebilen tek bitki olan tütünden sardığı sigarasını, şömineden maşayla aldığı bir parça kömürle yakıp “Sivri Dağlar Y’Kaus, kuzeydeki Sivri Dağlar!” diyerek heyecanla başlamıştı anlatmaya.

Siperimden ayrıldığından beri son birkaç ayını kuzeyin Sivri Dağlar’ında geçirmişti. Buradan kilometrelerce ötede olduklarını tahmin etmeme rağmen, bilirsiniz, köyün iç sınırlarından bile oldukça net görülebilir bu dağlar. Çayından büyük bir yudum aldıktan ve sigarasından bir nefes çektikten sonra boğazını kısa bir öksürükle temizleyip devam etti anlatmaya.

“Buradan ayrıldıktan sonra günlerce dağlara doğru yürüdüm. Senin neye yaradığını çözdüğün ve daima kuzeyi gösteren şu Cadıişi cihaz olmasa bile yolumu çok rahat bulabilirdim çünkü nereye saparsan sap, dağları gözden kaçırman imkânsız. Lakin buradan oldukça yakın gözükmelerine rağmen haftalarca yürümem gerekti. Erzakımın dönüş için yeterli olmayacağını ve hedefime ulaşmadan geri dönmem gerektiğini bile düşündüm bir ara. Biliyorsun Y’Kaus…” dedi hâlbuki siperlerimizin dışındakiler hakkında bildiğim şeylerin sadece O’nun anlattıklarıyla sınırlı olduğunu çok iyi biliyordu. “…yaban topraklarda yemeyecek otların bile hemen hiç yetişmediğini düşünürsek, bulabileceğin çok az yiyecek şey var ve bunlar hiç de yakın yerlerde değiller. Dağlara yaklaşmaya başladıkça genelde düz olan arazi kayalık bir hale gelmeye başladı ve arazinin değişiminden iki gün sonra nihayet dağın eteklerine vardığımda hedefime ulaşmayı başarabilmenin verdiği büyük bir rahatlama hissine kapıldım. Kanımda dolaşan merakımın sıcaklığı beni hemen tırmanıp keşfetmeye itiyordu fakat tecrübelerim bana bir süre dinlenmem gerektiğini söylüyordu. Dolayısıyla kampımı kurup ateşimi yakabilecek uygun bir yer aramaya başladım ve çok geçmeden dağdan dışarı doğru uzanmış bir kayanın gölgesinin oldukça uygun olduğuna karar verdim. Gölgenin sıcaklığı engellemediğinin çok iyi farkındayım dostum ama bu hareketimin, senin bahsettiğin Öncekiler’in zamanında, kalın sarı bulutlar göğü sarmadan önceleri, havada süzülen büyük ateş topunun sıcaklığından kaçmakla ilgili kuvvetli bir içgüdü olduğunu tahmin ediyorum. Hep onlardan çok da farklı varlıklar olmadığımızı düşünmüşümdür biliyorsun.

Bir süre oturup dinlendikten sonra hemen arkamdaki büyük sivri kayaların diplerinde inanılmaz bir şey fark ettim, işte bu bitkileri!” cebinden bir avuç tuhaf yeşil ot çıkartıp gösterdi. Daha sonra araştırmalarımda bunların, Öncekiler’in yosun olarak tanımladığı besin değeri düşük fakat yenebilecek bitkimsi yaşam formları olduğunu çözecektim. Hatta havadaki zehri filtre ettiklerini ve gaz maskelerimizin filtre kısımlarına doldurulduklarında çok iyi olmasa da işe yaradıklarını söyleyebilirim. “Yaban topraklarda yetişen yeni bir bitki bulmak beni çok şaşırttı. Onları yiyebileceğimi düşündüm, az bir miktar yedim ve bir süre bekledim. Bana herhangi bir zararları dokunmadı sonra zehirli olmadıklarına kanaat getirdim ve toplayabildiğim kadarını toplayıp çantama attım. Karnımı tüm gezim boyunca tok tuttular ama tatları hiç ama hiç güzel değil!

O geceyi o kayanın altında geçirdikten sonra eşyalarımı topladım ve büyük tırmanışa başladım. Avarelik hayatımın en zor anlarıydı diyebilirim! Dağlar buradan gözüktükleri kadar, hatta belki daha bile sivriler! Evet, ilk bakışta tırmanmak o kadar da zor olmayacak gibi gözüküyordu çünkü yukarı uzanan yüksek düz duvarlar yerine her tarafta tutunabileceğin küçük çıkıntılar var. Kayalardan fışkırmışçasına çoklar. Ne kadar keskin ve sivri olduklarını sana anlatamam. İpleri çok rahat kesebiliyorlar ve vücudunda derin yaralar meydana getirebiliyorlar. Ne kadar dikkatli davranmış olsam da, çok sevdiğim paltomda kocaman bir yırtık açılmasına sebep oldular!” paltosunun sol eteğinde gerçekten de uzunca bir yırtık vardı, eğreti bir şekilde dikmeye çalışmış ama dikişler şimdiden açılmaya yüz tutmuştu. Ertesi sabah o uyanmadan yırtığı tekrar kendi ellerimde diktim ve bu konuda bana hep müteşekkir kaldı. Paltosunu gerçekten çok seviyordu.

Tırmanışının ayrıntılarıyla sizi sıkmayı istemiyorum. Sivri Dağlar buradan da gözüktüğü gibi çok yüksek dağlarmış ve neredeyse tamamen jilet gibi keskin kayalardan oluşuyorlarmış. Tırmanış boyunca dinlenebileceği çok az düzlük bulabilmiş ve hemen hemen hiçbir mağarayla karşılaşmamış. Bu tırmanışı üç gün boyunca devam ettirmiş ta ki onu çok şaşırtan bir şeye rastlayana kadar.

“O düzlüğe kendimi çektiğimde gördüğüm şeye inanamadım Y’Kaus!” diyerek yüksek sesle konuştuğunda, tırmanış ayrıntılarının sıkıcılığının verdiği uykulu halimden bir anda ayıldım. Kupanın dibinde azıcık kalmış çayına arkadaşlık etmesi için bir sigara daha sarıp yakmasının ardından: “Siper Köyleri’nden başka bir yerde, bir yol görebileceğim aklıma hiç gelmezdi!” diye devam etti anlatmaya. “Dağın bilmediğimiz arka taraflarından doğru gelen ve batısından tepesine doğru dolana dolana tırmanan bir yol vardı karşımda. Birçok yerinde oldukça büyük çatlaklar ve kopmalar mevcuttu, fakat ayaklarımın altında yol boyunca uzanan tuhaf, siyah ve hafif pürüzlü taş yapıyı çok net ayırt edebiliyordum. Hayatımız boyunca şu lanet, kuru ve sarımsı toprağı gördüğümüzü düşünürsen, bu antik yolu fark etmenin hiç de zor olmayacağını anlayacaksın. Siyah, belli ki eskiden yapışkan olan bir maddeyle birbirine kenetlenmiş küçük çakıl taşlarından oluşan bir malzemeye benziyordu. Sivri kayalarla kendime daha fazla acı çektirmektense bu yolu takip edip yukarı daha rahat çıkabileceğimi düşündüm. Zaten gittiği yeri de deli gibi merak ediyordum. Yol boyunca yürürken ilgimi çeken başka bir şey de; yer yer karşıma çıkan bir kısımları gömülmüş, aslen boyumun üç katı kadar uzun olduğunu tahmin ettiğim metal çubuklar oldu. Bazılarının uçlarında camdan toplar sarkıyordu fakat açıkçası araştırmaya pek fırsatım olmadı. Söylediğim gibi yolun sonuna gelmeyi her şeyden çok istiyordum. Hızlı yürüdüğümden olacak varmam üç saatten fazla sürmedi. Yol, dağın içine doğru gidiyordu fakat kocaman dümdüz metalden çift kanatlı bir kapı tarafından mühürlemişti. Önümü kesen bu kapıyı bir süre inceledim, açabilmem için, iki kanadı birleştiren incecik yarıktan çekiştirmekten başka bir yol yok gibi gözüküyordu. Ama bunun için çok fazla ağırlardı.

Sonra bana bir önceki gelişinde vermiş olduğun şu Cadılık Ölçer zımbırtısını denemeye karar verdim. Deneyene kadar herhangi bir işe yarayacağını düşünmemiştim gerçi. Ama dikdörtgen kutuyu çıkarıp üstündeki düğmeye bastığımda ve antenlerini kapıya doğru çevirdiğimde aldığım tepki beni bayağı bir korkuttu. Kutunun üzerindeki göstergenin ibresi kırmızı bölgeye kadar dönmüştü ve alet deli gibi çığlık atıyordu. ‘Bu sefer gerçekten büyük bir cadılığa çattın C’Teann!’ dedim kendi kendime. Aleti senin söylediğin gibi yüksek cadılık seviyesine ayarladım, böylece sesi kesildi ve kapının çevresinde gezdirmeye başladım. Sana teşekkür etmem gerekir çünkü alet vasıtasıyla kapının sağındaki kayada güçlü bir tepki aldığımda, ilk bakışta görmediğim orta büyüklükte bir düğmeyi fark ettim.” Yaptığım buluşların onun işine yaradığını duymanın beni nasıl mutlu ettiğini anlatamam sizlere! Bir sabah kalktığımda aniden aklıma düşüvermişti bu alet. Cadıişi nesnelerin bir sinyal yaydığını daha önce fark etmiş ve bu nesneleri bir miktar uzaktan sezebilen kendi cadıişi aletimi üretivermiştim. Tabii bu, dostumun bana getirdiği büyülü aletlerin parçaları sayesinde mümkün olmuştu. Dikdörtgen bir kutu, üzerinde birkaç küçük ayar düğmesi bir gösterge ve bir çift antenden ibarettir buluşum. Nesnenin ne kadar büyülü olduğunu görece olarak belirtebilir ve dokundurulduğunda daha iyi sonuç verdiğini söyleyebilirim. Cihaz ile ilgili daha geniş bilgiye çalışma notlarımdan ulaşabilirsiniz

“Daha sonra düğmeye bastım ve gördüğüm şey gerçekten cadılıktı Y’Kaus!” diye devam etti. “Kapının kanatları yavaş yavaş iki tarafa doğru kayarak açılıverdi! Önümde upuzun karanlık bir koridor uzanmaktaydı. Burası Öncekiler’den kalma bir harabe olmalı diye düşündüm fakat içerisinin Cadılar tarafından ele geçirilmiş olduğuna emindim ve hatta belki içeride bir veya daha fazla Cadı bile bulunuyor olabilirdi. Tüfeğimi doldurmanın çok iyi bir fikir olduğuna karar verdim ve birkaç dakikamı bu işe ayırdım. Çantamı, içinden gerekli olduğunu düşündüğüm birkaç şeyi ceplerime alarak, fazla ses çıkartmamak adına mağaranın girişine bıraktım. Etrafta herhangi bir hayduttan bir ize rastlamamıştım, bıraktığım çantamı kimsenin çalmayacağından neredeyse emindim. Nihayet karanlığa doğru bir adım attığımda bir anda tavandaki ışık topları soluk da olsa parlamaya başladı. Bu nasıl bir cadılıktır Y’Kaus, içlerinde ateş olmayan ışık topları! Keşke bir tanesini alıp sana getirebilseydim. Etrafın bir anda aydınlanmasıyla, içeride her kim varsa benim de içeriye girmiş olduğumu fark ettiği kanısına vardım ve daha dikkatli ilerlemeye başladım. Hayır, hayır, mağara doğal bir mağara değildi, duvarlar düzgün metal plakalardan oluşuyordu. Saatlerce yürüdüm, eğer geçtiğim yerleri tebeşirimle işaretlememiş olsaydım içeride kaybolmam işten bile değildi. Başka bir kapıya geldim, o başka bir koridora açıldı, sonra başka bir koridor ve başka bir kapı daha, bu şekilde daha birçok koridor ve birçok kapı geçtim. Koridorlarda daha küçük odalara açılan küçük kapılar vardı, odalar birbirleriyle o kadar aynıydılar ki bir süre sonra hepsini araştırmaktan vazgeçtim.

Uzunca bir süre, sanki bütün dağın içine oyulmuş gibi hissettiren bu harabenin labirentinde dolandım durdum. Artık tüfeğimi bile o kadar dikkatli tutmaz olmuştum ki yanımda olduğunu bile unuttuğum Cadılık Ölçer’imden yüksek perdeden bir çığlık duyuldu. Hem de yüksek cadılık seviyesindeyken! Saatlerdir gezindiğim bu basık mağaranın verdiği sıkıntı halinden bir anda çıktım. Dikkatimi kaybettiğim için kendime çok kızmıştım. Karşımda, bulunduğum koridorun sonunda, neredeyse dağın girişindeki kadar büyük bir kapı gözükmekteydi. İki kanadının ortası, sadece bir insanın geçebileceği kadar aralık kalmıştı ve arkası zifiri karanlıktı. Sonunda dağın kalbine geldiğimi fark ettim. İçeride her ne vardıysa işte tam da bu kapının ardında olmalıydı. Yanıma almayı akıl etmiş olduğum için kendimi o an tebrik etmemi sağlayan meşalemi çakmak taşımla tutuşturdum ve kapıya doğru yöneldim. Cadılık ölçer’i kapattım çünkü kesintisiz çığlığı sinirimi bozuyordu.

Kapıyı geçtiğimde kendimi fazla geniş olmayan ama çok yüksek tavanlı daire şeklinde bir odada buldum. Heyecanım korkumun önüne geçmiş olacak ki odanın ortasında gördüğüm şey beni kaçmaya sevk etmedi. Tavanın tam ortasından, daha önce hiç görmediğim kadar büyük boyutlarda, karmakarışık iplikler ve uzantılarla örülü bir cadı cihazı sarkıyordu. Odanın duvarlarında, düğmeler ve arkalarında değişen yeşil yazılar olan siyah camlarla dolu bir sürü panel vardı. Ve en tuhafı da dostum, ortadan sarkan o heybetli zımbırtının altında bulunan iki sandalyeden birinde, beyaz sakalları ve saçları beline kadar uzanan, zayıf mı zayıf yaşlı bir adamın oturuyor olmasıydı! Üzerinde eski püskü Cadıişi kıyafetler vardı ve tahminimce, aletin kafasına geçirmiş olduğu parçası yüzünden bilinçsiz bir haldeydi. Hareketlerime hiçbir tepki vermedi. Tüfeğimi boğazına dayadığımda kılını bile kıpırdatmadı. Belki de güçlü bir büyünün ortasındadır diye düşündüm. Ya bir cadıydı yada cadılar tarafından ele geçirilmiş olmalıydı. Ne yaptığını o kadar merak ediyordum ki kendimi denemekten alıkoyamadım. Hemen yanındaki boş metal sandalyeye oturdum, ki fena halde rahatsızdı, ve biraz çekinerek de olsa büyülü aleti başıma geçirmeye karar verdim. Önce gaz maskemi çıkartmam gerekiyordu, nefesimi tutarak yaşlı adamın yaptığı gibi aletin sarkan başka bir parçasını ağzıma taktım, içinden temiz hava geliyordu. Vücudunun çeşitli noktalarına taktığı hortumların, benim oturağımdaki eşlerini bedenime saplamaya hiç gerek duymadım. Sonunda cesaretimi toplayıp kafamı o başlığın altına soktum ve…”

 

***

 
Yer yer çam ağaçlarıyla bezeli, görece yüksek bir uçurumdan masmavi denize bakan ve uçurumun altındaki dar kumsalında uzunca bir iskelesi bulunan güzel bir liman kentidir Adom. En fazla üç katlı beyaz taştan yapıları, yine beyaz taşlarla örülmüş kimi yerde geniş kimi yerdeyse oldukça dar sokakları ve birkaç güzel meydanıyla burayı sevmemek gerçekten pek de olası değildir. Fakat burayı herkesten daha çok sevdiğine inanırdı hep ozan Misial. Başka şehirleri, başka ülkeleri görmeyi hiç ama hiç istemezdi. Hayatı boyunca burada kalsa yeterdi ona, ne gereği vardı ki bilmediği uzak yerlere gitmenin.

Haftanın birkaç günü hep yaptığı gibi, şehrin en işlek caddelerinin birinde yer alan büyük tapınağın önüne kurulmuş ve mandolinini çalmaya hazırlanıyordu. Hep tam da bu noktada yapardı müziğini. Caddeden geçen şehir sakinlerinin, önüne koyduğu şapkasına attığı üç beş kuruşu gün sonunda topladığında, hiç de azımsanmayacak meblağlar elde edebiliyordu. Çok fazla insanın sevdiği şarkılar değildi çaldıkları. Birçoğunun haydut kabul ettiği ve sadece bir kaçının saygı duyduğu kahramanların hikâyelerini seslendirmekten hoşlanırdı. Tabii kendi şarkıları da vardı ama genelde başkalarının yazdığı hikâyeleri seslendirirdi. Yine de önünden geçen insanlar para atarlardı şapkaya, zaten çoğu aceleyle işlerine koşturduğundan pek dinlemezlerdi sözleri. Kulaklarını birkaç saniyeliğine mutlu eden hoş melodilere para öderlerdi aslen. Misial’e sorun yaratabilen tek şey bellerinde kalın kılıçları ve başlarında sağlam miğferleriyle caddeleri arşınlayan şehir korumaları oluyordu. Onlar da çoğunlukla karışmazlardı bu naif ozana.

Mandolininin akordunu son bir kez kontrol etti. Şapkasının içine cebindeki birkaç kuruşu, para kazanıyorum illüzyonu yaratmak amacıyla, atmıştı. Bunu hep yapardı. Sokak da canlanmaya başlıyordu yavaştan. Artık vaktiydi başlamanın. Tabii ki her zaman yaptığı gibi Fındık Kabuğu isimli hüzünlü şarkıyı çalacaktı ilk olarak. Bu şarkıyla başlamayı seviyordu, şarkıyı ise zaten çok seviyordu.

Hava sadece birazcık bulutluydu. Üzerlerinden geçen büyükçene beyaz bir bulutun ardında kalan güneşin, şehir binalarının beyaz taş duvarlarıyla birleşerek oluşturduğu uçuk mavi tonlu ortam; gönlündeki şarkı söyleme isteğini daha da kuvvetlendiriyordu. Hafif esintinin tapınağın bahçesindeki ağaçları azar azar sallaması da cabasıydı. Zaten çok hoşuna giderdi, güneşin gözüktüğü ama serin havanın da kendisini yeterince belli ettiği bahar günleri. İlginçtir ki, yaz mevsimine girmiş olmalarına rağmen hava aylardır tam da onun sevdiği gibiydi. Hatta her şey, o kadar tam da istediği gibi gidiyordu ki korkmaya başlamıştı birkaç haftadır. Rutinliği çok severdi. Olayların, ( iyi veya kötü olması önemli değil) olduğu şekliyle devam etmesi, bir şeylerin değişmiyor olması çok rahatlatırdı onu. Değişiklik fena halde canını sıkardı. Fakat her şeyin çok uzun zamandır aynı gitmesi, yüreğinde yanlış bir şeyler olduğu hissini uyandırıyordu. Arada bir gördüğünü sandığı küçük siyah boşluklar, manzaradaki tuhaf dalgalanmalar ve bazen tanıdığı insanların bir kelimeyi ardı ardına birkaç kez söylemesi de bu korkusunu kuvvetlendiriyordu son zamanlarda. Bazen aklını kaçırmaya başladığını ciddi ciddi düşünüyordu fakat bu durumu uykusuzluğa yormak basit bir kaçış yolu olup işlerine devam etmesini sağlayabiliyordu.

Çoğu ozanın aksine; bir sürü güzel kızla beraber olmak, çok para kazanıp denize bakan uçurumda pahalı bir eve veya dünyayı dolaşacağı hızlı bir ata sahip olmak gibi hırsları da yoktu Misial’in. Hiç olmamıştı, “insanın başına ne gelirse hırsından gelir” derdi zaten hep. Tek istediği güzel sevgilisi ile hayatı boyunca huzurla yaşayabileceği, Adom’un içinde güzel bir eve sahip olmaktı. Bu dünyada özgürlüğünüzü ancak bir ev sahibi olduğunuzda kazanabilirsiniz ve sevgilisiyle birlikte, belki sonraları bir de çocuğuyla, ki ismini çok sevdiği bir ağaç türünden alsın istiyordu, Adom’da özgürce yaşamak onun en büyük hayaliydi. Parası ancak şehrin arka sokaklarında tek göz odalı bir eve yetecekti belki ama uğraşıyordu işte. Çok büyük bir şey değildi istediği, zaten çok büyük olsa istemezdi, ama savaşması gerekiyordu yine de. İşte bu yüzden bazı günler parmakları delice acıyana kadar çalıyordu mandolinini.

İlk şarkının bitmesinin ardından toplanan para umut vericiydi. Bugün hâsılat iyi olacağa benziyordu. Şimdi her zaman ikinci olarak çaldığı, şu haftanın pek de önemli olmayan bir gününün haftayı terk etmesi ile ilgili olan şarkıya başlayacaktı. Çaldığı her gün önünden geçen yaşlı amcaya olağan selamını verdi. Bir la majör ve devamında fa diyez minör ile girdi şarkısına. Çalma listesi bittiğinde baştan tekrar çalmak bazen can sıkıcı olabiliyordu ama şarkıları sevdiğinden bunu pek de umursamıyordu.

Aslında şu an tek istediği; programını bitirip, şehrin meyhanelerinin bulunduğu ve çok sevdiği o dar sokakta yer alan hep gittiği hanın hep oturduğu masasına oturmak ve sıcak çay eşliğinde sevgilisini beklemekti. Ona ne kadar para kazandığını anlatacak ve bu hayattan nasıl kurtulup, nasıl özgürleşeceklerinden, evlerine hangi eşyaları alacaklarından ve birbirlerini ne kadar çok sevdiklerinden konuşacaklardı.

Şarkının tam ortasında bu hayalleri kurarken, bir şey hiç de olması gerektiği gitmedi. Şimdiye kadar gördüğü en büyük görüntü dalgalanması çalmayı bırakıp gözlerini ovuşturmasına neden oldu. Önünden yürüyen insanlar, zamanda takılmışçasına bir ileri bir geri adım atıyorlardı. İlk defa birden fazla siyah boşluk meydana gelmişti gözlerinin önünde. Cidden bir hekime gözükmesi gerektiğini düşündü, geçirmekte olduğu bu nöbet hiç de hoş hissettirmemişti. Hissettiği büyük korku sırtından soğuk terler akmasına neden oldu. Yaşamı böyle güzel giderken nereden çıkmıştı bu lanet hastalık! Dalgalanmanın birkaç dakika içinde geçeceğini umuyordu fakat bu beklentisi boşa çıktı. İşler, ona doğru yürüyen tuhaf adamın ortaya çıkmasıyla daha da garipleşti. Kıyafetleri tıpkı şehrin insanlarının giydiği gibiydi fakat onda çok yanlış bir şeyler vardı. Sanki bu dünyadan değil gibiydi. Neden böyle hissettiğini bilmiyordu ama hiçbir yere sapmadan ona doğru gelen bu adam kesinlikle çok yabancıydı ve şehrindeki insanlar gibi hareket etmiyordu. Kendini savunma gereği duyduğundan mandolinini bırakıp belinden ince kılıcını çekti ve gardını aldı. Uzun saçlı ve kaba sakallı bu adam iki metre kadar uzağında yürümeyi bırakıp durdu ve söylediği şey çok garipti. “Sen O’sun! Sonunda seni buldum cadı! Bu büyüden çıkart beni çabuk!”

 

* * *

Harabelerde karşılaştığı büyük cadılık öyle derinden etkilemişti ki dostum C’Teann’ı, tuhaf cihazın başlığı kafasına geçirdikten sonrasını anlatırken, tüm o yorgunluğuna rağmen heyecanından ayağa fırlamıştı. Sardığı sigarayı öyle hızlı içiyordu ki, kâğıdın ucunda duramayacak boyuta ulaşmış yanar haldeki tütün, düşüp az kalsın halımı yakıyordu.

“Kendimi, kendi kendime asla hayal bile edemeyeceğim bir rüyanın içinde buldum Y’Kaus!” dedi çok yüksek sesle. “Öncekiler’in zamanından bile önceki, insanların bellerinde kılıç üzerlerinde zırhlarla gezdiği, çok eski öykülerde anlatılan o dönemlere ait bir rüyaydı. Ama kesinlikle bir rüyaydı Y’Kaus. İlk başlarda nerede olduğumu anlayamadım fakat daha sonra bir şeylerin yanlış gittiğinin farkına varmaya başladım. Üzerimde kendi kıyafetlerim değil rüyaya uygun giysiler vardı. Gökte süzülen ateş topunun da çok ilginç bir şey olduğunu ayrıca söylemeliyim, aslında oldukça güzel gözüküyordu ve çok da huzur vericiydi.

Bu öylesine bir cadılıktı ki arkadaşım, koca şehrin sokaklarında dolaşan insanların hiçbirisi gerçek değildi. Sadece gitmeleri gereken yerlere gidiyorlar, birbirleriyle konuşmaları gereken şeyleri konuşuyorlardı. Sorduğum, söylediğim hiçbir şeye bir cevapları yoktu, hatta ben yokmuşum gibi davranıyorlardı. Havada uçan, yollarda koşturan hayvanlar bile varlığımı fark etmiyordu. En garibi ise bu rüya şehrin dışına çıkamamam oldu. Eğer şehrin çıkışına gidersem rüyadan kurtulacağımı düşündüm fakat yolun sonuna geldiğimde görünmez bir duvara çarptım. Sanki dünya oraya kadar yaratılmış ve devamı sadece bir resimmiş gibiydi. İnsanların aralarında konuştukları uzak şehirler aslında yoktu. Rüya sadece o şehirden ibaretti. Çıkmanın herhangi bir yolunu bulamıyordum. Tek çaremin cihaza bağlı şu adamı bulmak olduğuna karar verdim.

Doğruyu söylemem gerekirse, eğer benim varlığımı kabullenmiş olsaydı bu rüyada ölene kadar kalabilirdim çünkü gerçekten çok güzel bir yerdi. Daha sonra gerçekliğimden kaçmanın aslında pek sağlıklı olmadığı kanaatine vardım. Ayrıca arada sırada görüntünün dalgalanması, insanların tekrarlayan hareketleri gibi olaylar da biraz sinir bozucuydu. Bir süre bu güzel rüyada amaçsız ve düşüncelere dalarak dolaştıktan sonra şu cadıyı bulmak için yola koyuldum, her nasılsa onu gördüğümde tanıyacağıma kesinlikle emindim.

Tanıdım da. Gerçek dünyadaki kadar yaşlı gözükmüyordu ve uzun beyaz sakalları yoktu fakat beni gördüğünü belli eden tek varlık o oldu. Belki ikimiz de aşırı tepki gösterdik birbirimize karşılaştığımızda, aslında ne o benim korktuğum kötü cadıydı ne de ben onu öldürmek için gelen yabancı. Kılıcını çekti en başta, ama bilirsin kurulan sistemler kendilerini korumak için her şeyi göze alırlar, o da güzel rüyasını korumaya çalışıyordu belli ki. Belki de rüya kendi devamlılığını sağlamaya çalışıyordu bilmiyorum. Ona yaklaştıkça, etrafımızdaki gerçeklik çirkin bir şekilde bozulmaya başladı.

Onu rüyadan çıkmaya ikna etmem oldukça uzun zaman aldı, aşağı yukarı beş rüya günü kadar. Bu beş gün boyunca rutin olarak yapmaya alıştığı şeyleri yapamamak canını çok sıktı. Sonunda bir şeylerin yanlış gittiğine inandı ve bizi büyüden azat etti. Sonrasında mağaranın dışında kurduğum küçük kampta yaptığımız sohbeti ise sanırım yaşadığım en garip konuşma olarak hatırlayacağım hep” Heyecanı yerini hafif bir hüzne bırakmıştı. Enerjisi bitmişçesine sallanan sandalyeye geri oturdu, ellerini şöminede biraz ısıttıktan sonra cadıyla yaptığı konuşmayı kısaca anlattı. Belli ki artık hemen yatıp uyumak istiyordu ama hikâyenin yarıda kalmasına çok üzüleceğimi bildiğinden kalkıp yatağa gidemiyordu.

 

* * *

Cadıyı rüyadan uyandırdıktan sonra mağaranın ağzına kadar taşıması gerekmiş. Adam ancak bir gün baygın kaldıktan sonra kendine gelebilmiş. Uyandığında ise C’Teann’ın düşündüğünün aksine, dünyanın ne kadar farklı gözüktüğünden çok daha önemli bir soru varmış dilinin ucunda bekleyen:

“Sevgilim nerde!?”

“Adın ne?”

“Misial. Sevgilim nerde!”

“Hangi sevgilin? Ben geldiğimde mağarada bir tek sen vardın cadı!”

“Hayır, buraya bu makineyi bulmak için, dağların batısından, kilometrelerce uzaktan beraber gelmiştik.”

“O halde, belli ki seni çoktan terk edip gitmiş.”

“Ama bu nasıl olur? Beraber mükemmel bir rüya hazırlamıştık. Her şey çok güzeldi, harika bir hayatımız vardı. Yakında bir evimiz bile olacaktı. Nasıl beni bırakıp gitmiş olabilir?!”

“Belki de artık bu yalanı yaşamaktan vazgeçmiştir?”

“Kim, neden bu yok olmuş çirkin dünyayı tercih etsin ki güzel bir rüyaya. Hem birbirimizi çok seviyorduk biz. Ben asla bırakıp gitmezdim onu…”

“Bazı insanlar gerçeği, rüyaya tercih ederler. Bunun için onu suçlayamazsın.”

“Aslında esas suçlamam gereken sensin adi herif! Neden uyandırdın beni, neden bu gaz maskesini takmaya mecbur ettin, o kadar mutluydum ki orada, her şey tam istediğim gibiydi!”

“Nankör bunak! En başta sadece bu cadılığın ne olduğunu merak ettim, daha sonra senin bir cadı tarafından günlerin birbirinin aynısı olduğu bu rüyaya mahkûm edildiğini düşündüm. Sana acıdım o yüzden kurtarmaya karar verdim.”

“ Kurtarmakmış! Ortada cadılık falan yok. Anlayamadığınız şeyleri büyü olarak nitelendirmekten vazgeçin artık! Bu alternatif dünyayı sevgilim ve ben beraber hazırladık, her ağacı her insanıyla bu rüyayı biz oluşturduk! İçinde yaşadığımız bu dünyanın çirkinliğinden uzaklaşmak, beraber mutlu olabilmek için. Sense geldin ve beni uyandırdın terk edildiğim bu gerçekliğe. Bir daha asla göremeyeceğim onu, senin cadılık olarak gördüğün makineyle bile!”

“Onu görmek için cadılığa ihtiyacın yok, gerçek bir uykuya dalıp gerçek rüyalarında da karşılaşabilirsin onunla. Sen kendini bir yalanın içinde rehin tutmuşsun, hem de sakalının bu boya geleceği kadar uzun bir süre. Başka bir insanı da sürüklemişsin üstelik yanında. O kendini kurtarmış, ben de seni özgür kıldım işte.”

“Bu mu senin özgürlük dediğin? Mutsuzken nasıl özgür olabilirim? Özgürdüm zaten ben rehinken. Sense taciz ettin benim özgürlüğüme. Eğer olsaydı kollarımda gücüm boğardım seni şuracıkta! Şimdiyse elimden gelen tek şey, beni mağarama kadar götürmeni istemek… Kaslarım o kadar güçsüz ki başaramam bunu tek başıma.”

“Ne yapacaksın ki orada? Git arkadaşlarına geri dön. Belki hala seni hatırlayan vardır, seni gördüğünde mutlu olabilecek birileri kalmıştır belki?”

“Arkadaşlarıma ihtiyacım yok, gidip kendime yeni bir rüya yazacağım. Muhtemelen aynı yer olur başka bir şehirde olmak istemiyorum ve belki bir de âşık olduğum güzel bir kız… Senin gibi vurdumduymaz kurtarıcılarıma da rahatsız etmemeleri için bir not bırakırım. Şimdi götür beni makineye. Merkez oda hariç her yerden istediğin her şeyi de alabilirsin. Sadece rahat bırak beni.”

İşte böyle son bulmuş, mağaranın dışında, ateşin başında, kalın sarı bulutlara bakarak yaptıkları küçük sohbet. Daha sonra cadıyı büyüsüne devam etmesi için o korkunç odaya geri taşımış ve geri dönerken de benim ilgimi çekebilecek birkaç nesneyi çantasına doldurmuş. O gün çay içtiğimiz kırmızı kupalar da bu harabeden gelmeymiş.

Hikâyesini bitirdikten sonra sallanan sandalyede uyuyakalmıştı o gece, ben de üzerini kırmızı kareli bir battaniyeyle örtüp yerinden hiç kıpırdatmamaya karar vermiştim. Uyandığında bu battaniye çok hoşuna gidecek ve sonraki seyahatlerinde hep sırtında taşıyacaktı. Bense o uyuduktan sonra, bu öyküyü yazarken kullandığım o gece almış olduğum karışık notları düzene sokmuş ve bir süre sonra gidip yan odadaki yatağıma yatmıştım. Fakat kum torbalarıyla örülü tavanıma saatlerce boş boş bakıp uyumakta zorlandığımı hatırlıyorum.

Umarım bu macera size bir şeyler katmıştır. Belki bir gün sizin de yolunuz, uzak batıdan buralara kadar uzanan Sivri Dağlar’daki, o harabeye düşer. Cadı’yı uyandırmanızı hiç istemem rüyasındaki mutluluğunu bozmayın derim. Zaten belki ölmüştür çoktan, uzun yıllar oldu bu hikâyeyi dinleyeli.

Dostum Büyük Avare’nin öykülerini hayatta olduğum sürece anlatmaya devam etmeye çalışacağım. Eğer bedenim beni kısa zamanda terk etmeye karar vermezse bu kalın bir kitap olacaktır. Aksi halde sadece bu macerayla yetinmek zorunda kalabilirsiniz. Bir sonraki hikâyeye geçmeden önce bir fincan çay ve içiyorsanız bir sarım tütün alıp biraz düşünün derim.

Sevgiler

Doktor Y’Kaus Ratr

 

( İsimlerin okunuşları için not: C’Teann (Kıtean), Y’Kaus (İkaus), Misial (Mijyâl) )

Avare Günlükleri – Misial’in Döngüsü” için 5 Yorum Var

  1. Gerçekten çok farklı bir bakış açısına sahipsin. Karakterlerin asla sönük değil, bir hikaye başlangıcı için hele hiç değil. Bu bir kitap olsaydı herhalde ilk günden bitirirdim. Bence bunun mutlaka devamını yazmalısın. Hatta bu uzun bir fantastik-kurgu serisi bile olabilir. Çok güzel bir evren yaratmışsın. Daha doğrusu bir paralel evren yaratmayı başarmışsın. Haftanın pek de önemli olmayan bir gününün haftayı terk edişi şarkısının Tuesday’s Gone olduğu pek aşikar ama bir o kadar da güzel bir detay. Günümüzden bir dokunuş ama güzel yedirilmiş. İnanılmaz beğendim. Bence aklına ve emeğine yazık etme mutlaka bütün bir kitap yap bunu!

    1. Çok teşekkür ederim, çok güzel bunları duymak! Elimden geldiğince devam etmeye çalışacağım zaten aklımda bu dünyada geçen bir sürü hikaye var mümkün olduğunca yazmak istiyorum. Hatta istediğim her ay bir öykü çıkartabilmek eğer başarabilirsem. Tekrar çok teşekkür ederim, beğenildiğini görmek çok güzel şey.

  2. Selamlar ve hoş geldiniz,

    Öncelikle bu güzel hikaye için sizi tebrik etmek isterim. Zekice kurgulanmış, merak uyandıran harika bir dünya tasarlamışsınız. Okurken insan giderek içine çekiliyor ve daha fazlasını öğrenmeyi arzuluyor. Bildiğimiz dünyaya ne olduğu, insanların neden siperlerde yaşadığı gibi pek çok soru yankılanmaya başlıyor okurun zihninde. Karakterler de en az tasarlardığınız dünya kadar ilgi çekici ve sağlam olmuş. Tüm bunların üzerine bir de düzgün anlarım tarzınız eklenince ortaya gayet başarılı bir öykü çıkıyor. Kısacası çok beğendim. Daha fazlasını görmeye de hiç itiraz etmem doğrusu.

    Kaleminize sağlık…

    1. Merhabalar ve hoşbulduk;

      Bu güzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim, bu motivasyon ve cesaret verici sözcüklerinizi okumak beni gerçekten çok mutlu etti. Oluşturduğum bu dünyanın içerisinde sürekli gezinip duruyorum uzun zamandır, başkalarının da buraları görmesini istedim artık. Vakit buldukça ve elimden geldiğince aktarmaya çalışacağım bu yitik fakat hala bir umut barındıran diyarı. Tekrar çok teşekkür ederim.

      Size de mutlu yazmalar dilerim, iyi akşamlar

  3. Selam !
    Öncelikle şunu belirtmek isterim öykünüzü çok beğendim ellerinize sağlık .
    Öyküyü beğenmemin ve bende yarattığı etkinin bir sebebi var, uzun anlatacak olsamda paylaşmak istiyorum.
    Pixar kısa animeler yayınlayıp, animenin içerisinde hangi karakter daha çok beğenilirse animasyon filminde o karakteri kullanıyor bildiğiniz gibi.(örn:BURN-E kısa animasyonunu yayınladılar ama orda WALL-E karakteri daha çok sevildiği için onun üzerine bir animasyon film yapmışlardı.)
    Okuyup okumadığınızı bilmiyorum ama Margaret Weis-Tracy Hickman’ın “Ölüm Kapısı Serisi” adlı serinin içinde Haplo diye bir karakter vardır ve Haplo “Yıksı-diksi” adlı bir makinenin olduğu bölgeyede uğrar.
    Uzun lafın kısası siz bu öyküyü bu seriden daha önce yayınlamış olsaydınız şuna inanabilirdim.
    Margaret Weis-Tracy Hickman (burda pixar oluyor) den önce sizin öykünüz yayınlanıyor ama sonrasında değiştirilip yukarıda yazdığım karakterlerin olduğu seriler yayınlanıyor. Yani ana fikir sizden alınmış gibi bir izlenime kapıldım.
    Sakın yazdıklarımı yanlış anlamayın öykünüzü çok beğendim ve gerçekten çok hoşuma gitti ve sürekliliği halinde okumak isteyebileceğim bir öykü yada kitaba dönüşürse ,
    bu kadar uzun anlatmamın sebebi buydu. Saçmaladıysam kusuruma bakmayın okumaya başladığım andan itibaren bende bu etkileri yarattı ve mutlu oldum çünkü yanımızda , yaşadığımız şehirde böyle öykülerin yazılabilir olduğunu gördüğüm için .
    Kalemize ve yüreğinize sağlık!

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *