Öykü

Bir Çocuğun Günlüğünden Kesitler

7 kasım 2104*

Bugün güneşi özlüyorum. Belki tekrar doğabilir. Belki bir gün…

14 Eylül 2097

… Aslında düşünüyorum da, gözlerim karanlığa alışmışken düşünmek daha güzel. Aklına gelen tüm düşünceler, tüm hayallerin o kadar gerçek ki, soyutluğun arasında boğuluyorum.

Bay Edd, annemle kavga etti bu sabah. Sebebini bilmiyorum; ama yetişkinler arasındaki sorunlara karışmamak gerekiyormuş. Gerçi barışmış olmalılar, çünkü bu gece yine aynı odada uyuyorlar:

Az önce, Bay Edd yine annemin odasına gitmişti. Bazen annemi kıskanıyorum. Bay Edd gelmeden önce annemle birlikte uyuyan bendim. Şimdi karanlık eskisinden çok daha zor geliyor. Önce kapı sesi duydum. Sesin hemen ardından yatağımdan kalkarak ne olduğuna bakmaya gittim. Meğer Bay Edd, annemin yatak odasının kapısını çalıyormuş. Annem kapının kilidini açarak ters ters Bay Edd’e baktı.

“Ne oldu Edd?” diye sordu sarı saçlarını omzuna atarak. Bay Edd, sabahki olay için annemden özür diledi ve içeriye girdi. Sonra kapı kilitlendi…

***

“Bay Edd,” dedi avukat, günlüğü kanıt masasına koyarak. “Çocuğun günlüğü her şeye kanıt oldu. Cinayeti işleyen kişi sizden başkası olamaz!”

Bay Edd’in avukatı ise, gözlüklerini çıkararak itiraz etti. “Bayım, çocuğun günlüğünde Bay Edd’in çocuğun annesi ile uyuduğu yazıyor. Onu öldürdüğüne dair hiç bir kanıt teşkil etmez. İki çiftin birlikte uyuması kadar doğal bir şey yoktur.”

“O evde üç kişi vardı Bayan Hopkins.” Diye cevap verdi diğer avukat. “Çocuğun ne olduğunu anladığını bile sanmıyorum, ama müvekkilinizin, kurbanın odasındayken onu öldürmesi çok muhtemel. Başka bir kişinin, ikisi uyuyorken odaya girip sadece kadını öldürmesi saçma olurdu.”

Gerçek ne olursa olsun, Bay Edd, o gün suçlu görülüp yargılandı: 13 sene hapishane hücrelerinde çürüyecekti.

***

1 Ekim 2097

…“Merhaba, küçüğüm” dedi adam. En az 50, en çok 60 yaşında idi. Simsiyah saçlarının arasında beyazlıklar seçiliyor, yaşlanmaya başladığının ilk belirtilerini gösteriyordu. Kahverengi bir kaban ve siyah ayakkabılar giymişti. Siyah kot pantolonunun paçaları zor görülüyordu: oldukça uzun bir kaban giymekteydi.

Saçları ne çok kısa, ne de çok uzun değildi. Gençliğinde bir sporcu olduğu belliydi. Zayıf ve formunda olan bir adamdı. Ama kim olduğunu bilmiyordum. Annemin ölümünden sonra, yurda yerleştirildiğimden beri, hiç ziyaretçim olmamıştı. Bu garip ziyaretçimin kim olduğunu, neden burada olduğunu ve ne istediğini bir türlü çözemedim.

“Merhaba” diye cevap verdim sonunda.

“İsmim Eduard’dır küçüğüm. Buraya seni almaya geldim.”

“Siz kimsiniz?” diye sordum şaşkınlıkla.

“Amcan. Eduard amcan”…

3 Ekim 2097

1 günlük bir yolculuğun ardından buraya ulaştım. Nasıl ulaştığımı hatırlamıyorum, çünkü amcam, götürüldüğüm yere nasıl gittiğimi bilmemem için gözlerimi siyah bir bantla kapatmıştı. Gözlerim tekrar açılıp bir ormanın derinliklerinde olduğumu fark edince şoka uğradım. Arabadan indim. Etrafıma bakındım ve birçok ağaç ev gördüm. Her tarafta ağaç ev vardı, ağaç vardı, yeşillik vardı… Doğaya aykırı tek şey, az önce inmiş bulunduğum araba idi. Dikkatli bakınca oradaki tek kişilerin biz olmadığını gördüm. Uzun saçlı ve uzun kulaklı bir gurup oğlan, bir gurup kadın ve bir gurup çocuk gördüm. Mükemmel yaratıklardı: öyle güzel ve büyüleyiciydiler ki, bir an insan olarak kendimi çirkin hissettim. Onlar insan olamazdı. Onlar farklıydı.

Eduard amcama günü sordum. “Salı” dedi. Elini arabaya döndürerek; “tarih çok da önemli olmayacak artık,” dedi. “Sen özel bir çocuksun. Henüz 11 yaşında olmana rağmen içindeki güzelliği gördüm.”

Arabaya dönmüş olan elini hafif kımıldatarak; “Ruija” dedi. Ve araba gitmeye başladı. Bilinmeyen bir yere doğru gitti işte… Hayır, hayır, delirmedim. Anlattıklarım gerçek. Öyle görünüyor ki artık evim burası.

“Bunu ben de yapmak istiyorum;” dedim Eduard amcama. Amcam parmağını şakağıma dayadı ve “Önce sen bunu kullanmayı öğren” dedi. “Beynini kullanmayı öğrenince, ben de sana nasıl bir arabayı hareket ettirebileceğini ve fazlasını öğretirim.”…

22 Mart 2104

Bugün doğum günüm. Burada tarihleri bilen tek kişi benim, çünkü bunca senedir günlük tuttum. Artık 17 yaşındayım ve onların dilini tamamen konuşabiliyorum. Onlar dediğim benim dostlarım işte. Elfler. Ama kendi dilimi unutmamak için günlüğümü kendi dilimde yazacağım. Bazen unutuyorum. Şeyi…Lisanımı…

Elfler doğum günümü kutladığımızda benden de mutluydular. Mutluluğa bu kadar önem veren bir cins görmemiştim hiç. Onları seviyorum ve onlar da bana alıştılar. Bunun sebebi çocukluğumdan beri onlarla beraber olmam.

Çocukluktan beri arkadaş olduğum Enji-loa, bana ömrümün sonuna kadar unutmayacağım bir hediye verdi: Gümüş bir kalp muskası. Kalbinizin tam önüne asıyorsunuz. Elflerde kutsal bir muska bu.

Zamanı bilmeseler bile, elfler içgüdüsel olarak doğum günlerini biliyorlar. İçlerinden en yaşlısı Su-nezei, 268 yaşında olduğunu hatırlayabiliyor. Ne kadar garip, değil mi? Hiçbir varlık bu kadar sihir dolu olamaz.

İçlerinde çok az insan var. Biri benim. Ama doğrusu, elfler bizi kendilerinden hiç ayrı görmüyorlar. Onların sırlarını öğrendim. Nasıl büyü yapılabileceğini. Ama bunu burada anlatamam. Tek söylemem gereken, öğrenmek kolay değil. Senelerinizi alıyor ve yinede tamamıyla öğrenemiyorsunuz.

29 Mart 2104

…Bugün Enji-loa ile bir karar aldık. Ormanın yasak yerlerine gideceğiz. Su-nezei’nin önceden anlattığı bir hikayede, o yasak bölgelerde hiç karşılaşılmaması gereken bazı varlıkların olduğu anlatılıyordu. Biz de merak ettik tabi ki. Sonunda kararımızı verdik. Yarın gizlice gidiyoruz. Seni yanımda taşımayacağım günlük, çünkü seni yazmak için yalnız kalamayacağım…

Bilinmeyen bir zaman

Utandım. Bugün ilk kez kendimden utandım! Neden mi? Küçük düştüm. Bir macera yaşamak istedik ama habersiz gittiğimiz için, herkesi endişelendirdik. Eve geri döndüğümde beni gören elflerin yüz ifadesini görünce utandım. Büyüklerin sözünü dinlemediğimiz için utandım. Ama en çok da, Enji-loa’yı gözleriyle arayıp bulamayan sevgilisini görünce utandım. Bir annenin gözyaşlarıyla, bir babanın yaktığı ağıtlarla utandım.

“Böyle olmasını istemezdin. Üzülme.” diyen Su-nezei’nin sözlerine utandım… Olay nasıl mı oldu? Anlatacağım, günlük. Sadece sana anlatacağım:

Yola çıktık: kuzeye, ormanın derinliklerine. Yeterince suyumuz ve yiyecek vardı. Zaten etrafta da yiyecek vardı. Orman sizi asla aç bırakmıyor.

Her geçen günü saydım. Bir hafta, yani 7 gün yürüdükten sonra, Güneş’i kaybettik. Ağaçlar o kadar büyüktü ki; artık güneş ışığı toprağa ulaşamıyordu. Her yer karanlıktı. Sanki güneş bize küsmüş, bir daha dönmemek üzere kendini yok etmişti karanlığında. Ve hava soğuktu evet. Çok soğuktu. Ta ki korkunç bir çığlık duyana kadar yürüdük. Bu çığlık masum bir kurbanın çıkardığı ‘imdat’ çığlığı değil, katilin kurbanını öldürmeden önce attığı sevinç çığlığı gibiydi. Tizdi, güçlüydü, korkunçtu ve kabul edilemez bir dehşete sahipti.

“Kara Kanat, saldır!” diye bir ses duyunca, her şey değişti. Karanlık bir kuşun üzerimize doğru uçtuğunu gördük. Bu kuş, doğrusu beyninize yoğun bir karanlık enjekte ediyordu sanki. O yaklaştıkça büyüleniyordum. Ama kötü olduğunu da biliyordum. Büyük bir yaratıktı. Yanıma gelmeye birkaç metre kala gagasını dikleştirdi ve üzerimize doğru ani bir saldırıda bulundu.

Ben sağıma doğru fırladım, Enji-loa ise soluna fırladı ve yaratığın saldırısından kurtulduk. Ama yaratığın amacı öldürmek değil, sadece korkutmaktı. Ayaklarının üzerinde durarak havaya doğru vahşi bir çığlık attı. Tam da bu sırada, bir adamın ayak sesleri duyuluyordu. İşte o geldi. Kafamı kaldırarak ona baktım ve onu gördüm. O ne bir elfti, ne bir insandı. İnsan gibi görünen bir yaratıktı.

“Karanlık büyücü Rumar’ın bölgesine girmeye çalışan bu iki aptal varlık da kimdir?” dedi.

“Ben Enji-loa” dedi elf dostum, ayağa kalkarak. Yeşil saçları toprağın kahverengi kalıntıları ile büyük tezat oluşturuyor, karanlıkta adeta parlıyordu. Uzun boylu bir Elfti. Elfler arasında bile uzundu, ama zayıftı da. “Bir elfim.” Diye bitirdi sözlerini.

“Siz aptal elflerin kibarlığı canımı sıkıyor!” diye yanıt verdi Rumar. “Kim olduğunuzu gerçekten öğrenmek istediğimi mi sandınız? Kim olduğunuzu sorarken, bu topraklara ne cüretle bastığınızı sormaya çalıştım.” Dedi.

“Belki de kim olduğumu söylemem, bu soruya bir cevaptır.” Dedi elf. “Bir elf ve bir karanlık büyücüyü bir mi tutuyorsun? Yapabildiğim büyülerin yarısını bile yapamazsın.”

Rumar’ın yüzünde bir kibir ifadesi belirdi. Söylenen cümleye canı sıkılmıştı. Ama bunu belli etmemek için kahkaha attı.

“Unutma ki deplasmandasın.” dedi Rumar kibirle. Yüzünü bana döndü. Böylece yüzündeki hastalıklı bakışları ve kırışıklıkları daha iyi görebildim. Çok yaşlı bir büyücüydü. Bu da korkmama sebep oldu. Yaşlılık demek, güç demekti. Üstelik o da uzun boylu biriydi ve bir an için kendimi çok kısa hissettim.

Bir adım atarak; “Çok merak ettim, türdeşim. Senin gibi bir insan, burada ne arıyor?” dedi.

“Türdeş değiliz.” Dedim sakince. “Sana insan demeye bin şahit ister.”

Hiç konuşmadan arkasını döndü ve birkaç adım attı. Siyah pelerini, onu bir gölge gibi sakince takip ediyordu.

“Bu söylediğinin bedelini elbette ödeyeceksin.” Diyerek yüzünü yeniden bize döndü. “Ama önce sizin için başka planlarım var.”

***

“Serin-che” diye bağırdı Enji-loa. Bunun üzerine Rumar sendeleyerek geri çekildi. Enji-loa’nın yüzündeki asalete hayran kalmıştım. “Burada bedel ödeyecek biri varsa, o da sensin!” dedi Enji-loa.

Rumar kendine gelerek ayağa kalktı ve “Bu ne cüret?” dedi. Elini Enji-loa’ya yöneltti ve “Lucipiras!” diye bağırdı.

Enji-loa, afallayarak yere düştü. Yerde bir iki kere çırpındı. Sonra çırpınma durdu. Lucipiras gibi dehşet bir büyüyü yapan birini ilk kez görüyordum. Rumar, Karanlık bir büyücü olduğunu resmen ıspatladı bu büyüyle. Yazılması ve söylenmesi yasak bir kelimeydi: Ölüm anlamına geliyordu.

Rumar, gözlerini bana çevirdi. “Benimle geliyorsun, genç adam.”

Ertesi gün…

Aniden odama giren Su-nezei yüzünden, yazdıklarım yarım kaldı. Odama gelerek, neler olup bittiğini anlatmamı rica etti, ama anlatamadım. Bu konu ile ilgili konuşmak istemiyordum.

Hikayeye dönersek, günlük, o gün, Rumar ile gitmemeliydim. Ona karşı çıkıp Enji-loa’nın kaderini paylaşsam daha iyiydi. Ama gittim. Ve bu yüzden kendimi asla affetmeyeceğim.

Beni ellerimden ve kollarımdan bağladı. Karanlık bir odaydı. Neredeydi, o oda neresiydi, hiç bilmiyorum. Ama tek bildiğim, hayatımda ilk kez bu kadar güçlü lanetlerle karşılaştığımdır.

Hastalıklı bir büyücü olan Rumar, bana elflerin yerini sordu. Söylememem gerekiyordu, başta söylemedim de. Ama, bana elflerin yerini söyletmek için elinden geleni yapacak gibiydi. Birkaç lanet ve büyü okudu. Karşılık verdim, onu etkisiz hale getirmek için bende birkaç büyü sözcüğü kullandım, ama nafile. Ellerim bağlıyken büyülerim onu tutmuyordu.

Sonunda bana gerçeği söyletecek bir laneti fısıldadı. Elflerin nerede olduğunu söylemek zorundaydım. Bu kez seçeneğim yoktu, okuduğu lanet yüzünden mecburdum…

Rumar, Elflerin yerini öğrenince, bir kahkaha ile birlikte karanlıkta uzaklaştı. Ben de anlam veremediğim bir burukluk ile öylece kalakaldım. Bayılmışım.

Kendime geldiğim zaman açtım, susuzdum ve her yer hala karanlıktı. Günleri işte o zaman kaybettim. Zaman, an itibariyle anlaşılmaz geldi. Kurtulamıyordum; karanlıktan yılmıştım artık…

Neyse ki aklıma amcam Eduard geldi. “Zor bir durumda yapman gereken, bildiklerini düşünmek” derdi hep. Onu özlüyorum. Onu her saniye özlüyorum. Ölmeyi hak etmemişti. O kadar iyi biriydi ki, yetim kalınca elfler onu yanına almışlardı. Yetim kalan öteki kardeşlerini arkada bırakarak hem de.

Bildiklerimi yeniden düşündüm ve oradan nasıl kurtulabileceğimi buldum. Özel bir büyü. Ellerimi kullanmadan yapabileceğim bir kurtuluş büyüsü:

“relesen!” diye haykırdım. Öyle ki, sonsuz karanlıkta sesim yankılandı. İplerin çözülmesiyle, dizlerimin üstüne düştüm. Ve ışık aradım. Işığı aradım…

Bilinmeyen ertesi günlerden sonra…

…Zamanı artık bilmiyorum. O halde, boşuna yaşıyorum sanki. Sanırım, birkaç haftalık bir tatile çıkacağım. Doğduğum yere, yıllar önce annemin öldürüldüğü eve gideceğim. Zamanı yeniden öğreneceğim. Gidiyorum, günlük. Seni de alıp gidiyorum. Bugün, eve nasıl gidebileceğimi sordum Su-nezei’ye. Bilge elf, beni anladığını söyledi ve yolu tarif etti. Ama birkaç hafta içinde dönmemi istedi. Yarın gidiyoruz.

***

Ertesi sabah uyanan genç, yanına sadece yiyecek ve günlüğünü alarak evinden dışarı çıktı. Yıllar önce buraya gelmek için bindiği araba, 1 kilometre kadar batıdaymış. Ama dışarı çıktığında gencin gördüğü manzara, hiç hoş değildi. Siyahlara gömülmüş bir gurup karanlık büyücü, başta Rumar olmak üzere, Elflere saldırmaktaydı. Ağlayan elf çocuklarının seslerini duydu genç. Bir elf çocuğunun ağlamasını ilk kez duymuştu. Etkileyici, hüzünlü bir ağlamaydı.

Su-nezei, elinde günlük ve bir çantayla evinden çıkan genci gördü. Genç de onu fark etmişti. 1 saniyelik bir bakışmadan sonra, Karanlık büyücülerden biri, Su-nezei’nin dalgınlığından yararlanarak, elindeki bıçağı onun sırtına sapladı. Bunu gören genç ise, birkaç saniye duraksadı, sonra gözünde bir damla yaş, elinde günlüğü, batıya doğru koşmaya başladı.

***

Polis memuru, garip bir genç gördü. Elbiseleri mahvolmuş bir gençti. Öyle ki, her tarafı yırtık pırtık, kan revan içindeydi. Elinde sadece bir defter, sokak başına oturup ağlayan gencin yanına giden polis memuru, ne söyleyeceğini bilemedi. Ama bir şey söylemeliydi, değil mi?

“Neler oluyor evlat?” dedi memur

“Vicdan azabı,” dedi genç. “Vicdan azabından kahroluyorum.”

“Neden, ne yaptın küçüğüm? Bana anlatabilirsin?” diye cevap verdi polis memuru. Şişman bir adamdı. Devriye kıyafetlerini giyinmiş, kendince görevini yapmaya çalışıyordu.

“Benim yüzümden hepsi öldü…” dedi. “Hepsi benim yüzümden. Elfler… Hepsi öldü…”

Polis memuru, önce gence baktı, sonra boynunu bükerek, “Yine mi?” dedi. Onu elinden tutup kaldırarak polis arabasına doğru yürüttü. Arabaya bindiler.

“Beni evime mi götürüyorsunuz memur bey?” dedi genç. “Ben, evimi bulamadım da. Olması gereken yerde değildi.”

“Evet genç dostum,” diye yanıtladı memur. “Seni evine götürüyorum.”

Oysa, gencin günlüğüne el koyuldu. Tımarhaneye gönderildi ve ona düzelene kadar orada kalacağı söylendi.

7 kasım 2104

Genç, her tarafta tuhaf hareketler yapan insanlarla dolu bir odadaydı. Ne kadar zamandır oradaydı ve tarih neydi, kendi de bilmiyordu. Ama neden evine dönmek istediğini hatırladı: Tarihi öğrenmek için.

Bakıcıları Bayan Jenny, tam da o sırada içeri girip onlara seslendi. Genç bir kızdı. Yirmili yaşlarında, hoş bir bayandı.

Genç oğlan, oturduğu yerden kalkarak Bayan Jenny’nin yanına gitti.

“Afedersiniz, Bayan Jenny” dedi. “Acaba bugün nedir?”

“7 kasım.” dedi Bayan Jenny.

“Anlıyorum.” Dedi genç ve yerine oturdu.

Aynı günlük, bundan 7 sene önce masum bir adamın 13 sene hücre cezası almasına sebep olmuşken, şimdi de kendi yazarını suçsuz yere tımarhaneye kapatıyordu. 7 sene önce oğlanın annesini öldüren asıl katilin kim olduğunu, ben bile hala bilmiyorum. Genç oğlan, 7 kasım tarihinden sonraki her günü saydı ve ölene kadar asla tarihi unutmadı. Ayrıca aynı gün, bulduğu bir defterden bir yaprak kopararak, son kez bir yazı yazdı:

7 Kasım 2104

Bugün güneşi özlüyorum. Belki tekrar doğabilir. Belki bir gün…

Bir Çocuğun Günlüğünden Kesitler” için 5 Yorum Var

  1. Evet güzel ve mistik bir öykü. Özellikle günlük tadında olması çok daha hoş olmuş. Aynı zamanda son ana kadar anlatıcı gözünü değiştirmemen de hikayeye başka bir tat katmış. Tebrik ederim. Bir yer de gördüğüm anlatım bozukluğundan başka hiç bir hata da yoktu.

  2. Teşekkürler beğendiğin için. Sonradan tekrar okudum ve bir-iki küçük imla hatası, anlatım bozukluğu ben de yakaladım. Ama her şeyden önce ilk ‘günlük’ denemem olan bu hikaye benim için önemli. Seçkiye gururla gönderdiğim ilk hikayem. Mistik öyküler yazmak güzel oluyor 🙂

  3. Selamlar;

    Seçkideki ilk öykün sanırım? Öncelikle hoş geldin. Açıkça söylemek gerekirse iyi bir hikaye bulacağımı bekliyordum ama bu kadar iyisini değil. Oluşturduğun mistik hava, büyülü sözleri seçişin ve günlük tadında anlatışın bu hikayeniin güzel yanlarıydı. Üçüncü şahıs açısından anlattığın yerler gerçekten de başarılı. Fakat aynı şeyi diyaloglar açısından söylemek zor. İki kafadarın karanlık büyücü ile karşılaştığı ve karşılıklı konuşmaların geçtiği noktada hikayenin büyüsü bozuluveriyor maalesef. Diyaloglar… Nasıl desem? Çok yapay kalıyor. Yine de keyifli ve güzel bir hikayeydi, severek okudum.

    Kalemine sağlık…

  4. Benim de çok hoşuma giden, biraz duygusal, biraz masalsı bir öykü olmuş. Mit’in bahsettiği o kara büyücü ile diyaloglar (mesela büyücünün “deplasmandasın” gibi oraya hiç uymayan bir kelime kullanması) dışında herhangi bir eleştirilecek yan görmedim. Ellerine sağlık…

  5. @mit: Sanırım diyalogları fazla uzun tutmak istemediğimden dolayı iki kafadarın karanlık büyücü ile karşılaştıkları yerde bir kopukluk yaratmış olabilirim. Ben de fark ettim şimdi. Görüşleriniz için çok teşekkürler. Beklediğinizden de iyi yazmış olmak benim açımdan güzel. Elimden geleni yapmaya çalıştım ve başarılı olmuşum. Teşekkürler.

    @magicalbronze: Çok teşekkürler Hakan abi görüşleriniz için. Sizin fikirlerinizi almak benim için önemli. ‘Deplasman’ diyerek, aslında ‘benim bölgemdesiniz, bu da sizin dezavantajınız.’ gibi bir anlam getirmeye çalışmıştım.

    Beğendiğiniz için çok teşekkür ederim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *