Öykü

Bu Kadar Basit

“Bir kadının görevi erkeğinin kını olmaktır” derdi annesi. “Her erkek bir kılıçtır, kendi kılıçları ile bir bütündür onurları” da derdi ama bunun kadınları hiç ilgilendirmediğini de eklerdi. Bir erkek ile kılıcı, yani onuru, arasına girdiğinde ona olan sevgisi ile onurunu kefeye koyarsa eğer, sonuçlar kadının beklediği gibi olmayabilirlerdi. Annesini hep bilge ama çenesi düşük bir kadın olarak gördü Alita.

Annesi kızına erkeklerden bahsederdi bahsetmesine ama hiç babasını anlatmadı. Alita da sormadı, zaten hatırlamıyordu onu. Annesinin adı Nunally idi, onu tanıyan herkes Nana diye seslenirdi. Dalgalı ama kısa, siyah saçları vardı. Bedeni ince değildi, bir köy kadınıydı ve elbet yapılıydı. Alita’nın hem annesi hem babası sayılırdı. Kızı daha on beşinde bile yoktu ama kadın endişeleniyordu. Durum şu ki, hiçbir talibi yoktu. Alita kimse ile iyi geçinemezdi. Bunun başlıca nedeni bozuk bir kişiliği olması ya da sinirli tabiatı falan değildi. O sadece diğerleri gibi değildi hepsi bu. Aslında güzel bir kızdı. Beline kadar uzanan aynı annesininki gibi sık ve koyu siyah saçları vardı. Bazen öyle bir bakardı ki gece vakti su kuyusuna bakmış gibi olurdunuz. Kim bilir, belki de insanları korkutan o derinlikti.

“Aklı bir karış havada” Alita için sıradan insanların kolayca varabileceği yegâne tespitti. Öyle ki onunla sokakta karşılaşırsanız ve havadan, sudan bahsederseniz o size yağmur bulutlarının üzerinde yaşayan leylek hükümdarlığından bahsetmeye başlayabilirdi. Onunla konuşana kadar gençliğinin baharında olağan bir kızdı. İlk diyalogunu onun kafadan birkaç tahtasının eksik olduğunu düşünmeden geçiren köydeki tek kişi gerçekten deli olduğu su götürmez Grando adlı yaşlı adamdı. İkisi saatlerce her şey ile ilgili konuşabilirlerdi ve araya girmeye kalkarsanız sizi de çekip alırlardı.

Bir gün koyunların kırpılma gününde çoban Horun’un korkudan az daha Grando ile Alita’ya katılmasına sebep olacak bir şey yaptı kız. Kırpılan koyunlardan birinin yünlerini aldı ve emektar kocabaşın üstüne bal kullanarak itina ile yapıştırdı. Horun köpeğin aynı bir koyuna benzeyerek havlaya havlaya ona doğru geldiği günü halen kâbuslarında anımsar.

Ona bunu neden yaptığını sorduklarında Alita, “Horun’un gözleri eskisi kadar iyi görmüyor. Kurtları kovalayamaz ise köpeği gizlenip onları alaşağı edebilir!” demişti. Nunally ise “Tüm koyunlar kırpıkken kırpılmamış bir tanesi sence kurtların dikkatini çekmez miydi dersin?” demişti. Alita üzgünce başını eğip buna cevap verdi, “Yalan söylediğim için özür dilerim. Kurtlar tüylü bir koyunu tercih eder diye düşündüm. Yani ben kurt olsaydım öyle yapardım. Çıplak bir koyun iştahımı kaçırırdı. Horun’un köpeğini sevmiyorum işte, daha geçen ilkbahar hindili sandviçimi çalıp yedi anne!” dedi. Kadın ne diyeceğini bilemedi çünkü kızının günahsız bir hayvana bir yıl boyunca ona masummuş gibi gelse de delicesine kin beslemiş olmasına şaşırmıştı. Ona yalan söylediğini söylediğinde inanmakta güçlük çekti.

Alita on sekiz yaşına geldiğinde köyde beklenmedik bir olay baş gösterdi. Ülkenin kralı kızını komşu ülkenin prenslerinden birisi ile evlendirmek üzere yoldaydı ve kafilesi Alita’nın küçük köyüne uğrayacaktı. Alita hayal etmeyi severdi. Prensesin kıyafetlerini ve davranışlarını düşledikçe kendisini de bir prenses gibi hissetmeye başladı. Annesi uzun zaman önce ondan umudu kesmişti, hayatı el verdiğince kızına bakmaktı bundan böyle gayesi. Alita dünyevi ihtiyaçlarının gayet farkında olmasına rağmen açlığı veya yorgunluğu yok sayarak delice şeyler yapabiliyordu. Prenses’in ziyaretinden önce tam bir hafta odasından çıkmadan kendisine bir elbise dikti ve tam gününe hazır etti.

Kralın kafilesinin geçeceği günün sabahı köy ahalisi en temiz ve güzel kıyafetlerini kuşanarak ihtiyaç duyulabilecek yolluk erzakı hazır ettiler. Grando’ya bile temiz bir şeyler buldular. Nunally endişeliydi. Kızı uzun süre bir olaya kafasını taktığında her zaman olmadık bir eylemde bulunurdu.

Ufukta kafilenin ilk atlısının miğferinden yansıyan güneşi gördüklerinde herkes evlerinden çıktı. Ana sokak boyunca sağlı sollu dizilen ahali merakla kafalarını uzatıp bekleşen bir çift sıra oluşturdu. Alita ortalarda yoktu. Nunally beklerken ayağının altında çıtırdayan bir şey duyumsadı, bir salyangozdu. Önceki gece yağan yağmurla topraktan fırlamışlardı. Toprak için iyi olsalar da ekinler için zararlıydılar, onları sevmezdi. O bunu düşünürken karşı sırada kızını gördü.

Nunally yaşlı bir kadın değildi, daha kırklarının sonlarındaydı ama dolu bir hayatı olmuştu. Kasabada yaşayan zengin bir ailedendi esasında. Bir şövalye ile evlenmiş ve evlilikten sonra kocasına âşık olmuştu. Adam evde hiç durmazdı çünkü savaş zamanıydı, buna rağmen onun da kendisini sevdiğini bilirdi. En son kaybedilen bir muharebeden zil zurna sarhoş ve yaralar içinde döndüğünde o sevdiği adam yok olup gitti. Her şeyini kaybettiğini söylüyordu ama yanı başında duran Nunally’i göremiyordu. Kavga ettiler ve gece adamın kırık içki şişesinin üzerine düşmesi ile son buldu. Ülkenin kanunlarını çok iyi bilen Nunally kaza bile olsa idama götürüleceğini biliyordu.

Hayatı boyunca hazıra alışık yetişmiş kadın her şeyi geride bırakarak kaçtı. Kaçarken ağırlaştığını fark etmesi çok zamanını almadı tabi. Dokuz ay sonra Alita dünyaya geldi. Biraz geç evlendirilmişti ve evliliği hiç ummadığı gibi son bulmuştu. Buna rağmen hayatından memnundu çünkü Alita vardı. İşte eski anılar aklından bir anda geçip giderlerken kadın dona kaldı çünkü Alita’nın üzerinde görüp görebileceği en güzel elbise vardı.

Alita’nın on sekiz yaşına kadar halen köyden hiç çıkmadığını biliyordu. Kitaplar okurdu ama aralarında resimli olan bir tanesi yoktu. Birlikte kızı ile iş önlükleri ve basit kıyafetler hazırlardı ama hiç biri Alita’yı bunu yapmaya hazırlamış olamazdı. Kız bir hafta içinde nasıl mükemmel bir elbise dikeceğini büyük olasılıkla sadece hayal ederek öğrenmişti.

Nunally’nin bakışları tek değildi. İnsanlar ufuktaki parlak miğferlerden gözlerini ayırıp o güne kadar yadırgadıkları aklı bir karış havada deli kıza baka kaldılar. Pek çok delikanlı hayatlarının sonuna değin onun kadar güzel bir başka şey görmeyeceklerini henüz bilmiyorlardı. Sadece bu da değildi, duruşu ve tavırları da farklıydı. O dizilmiş ahaliye karışırken insanlar gerçek bir prenses geçiyormuş gibi önünden çekiliyorlardı. Sonunda durup Alita da sıradaki bekleyen insan profiline katıldığında dilini yutmuş köy halkı çıldırmışçasına fısıltılar içinde konuşmaya başladılar. Fısıltılar gürültülüydü.

Uzun konvoyun başı çeken birkaç arabası durmadan ilerledikten bir süre sonra huysuz atların nalları ve gıcırdayan teker seslerinden başka gürültü yoktu. Sabah ayazından beri bekleyen köylü sonunda duran süslü ve güzel arabaları ile onları çeken küheylanlara bakakaldılar. Esasında herhangi bir kraliyet üyesinin yüzünü göstereceğini hiç düşünmüyorlardı.

O gergin anda beklenmedik bir şey oldu. Çoban Horun’un siyah köpeği ortalarda yer alan en büyük arabaya doğru tüm gücü ile havlamaya başladı. Sessizlikte havlayışı öyle sinir bozucuydu ki kimse öne çıkıp köpeği susturmaya meyil etmedi çünkü her kim yaparsa ‘köpeğin sahibi’ yaftasını yiyecekti. Sonunda arabanın kapısı açıldı ve uzun boylu bir adam baş gösterdi. “Ne kadar neşeli bir köy bu böyle, festival günleri nasıl oluyordur hayal dahi edemiyorum.”

Sesindeki nükte köpeğin havlamasından daha rahatsızlık vericiydi. Pek çoğu onun prens ya da kralın vasilerinden birisi olabileceğini düşündü. Genç adam arabadan inerken ona iki zırhlı adam eşlik etti. Köyün en yaşlısı Fernand öne çıktı ve soylunun önünde diz çöktü. Yaşlı bedenini bunu yapmak için zorlarken izlemek diğerleri için acı vericiydi ama o anda onlar da diz çökmek zorundaydılar. Kimse adama yardım edemezdi.

Köpek durmadan havlamaya devam ediyordu. Sonunda herkes yere bakarken ve soylu başlarını kaldırması için bir işaret vermeden geçen yarım dakikanın ardından köpek ciyaklayarak son bir ses verdi. “Prensim, başka bir emriniz?” dedi zırhlılardan birisi. Başını hafifçe kaldırmaya cesaret edebilen herkes adamın parlak kılıcına bulaşmış köpeğin kanını rahatça görebiliyordu. Kimisi Alita’nın “ben söylemiştim” dediğin duyar gibi olduysa da o anda önem vermediler.

“Yovane adlı küçük bir köy ha, saraydaki hadımlar bile sizden daha neşeliler. Kız kardeşimin parfümü gerçekten rezil bir koku ve köpeğe hak vermiyor değilim ama neşelenin biraz yahu. Sınırlara geldikçe bir şeyler umut etmekten vazgeçmem gerektiğini biliyordum ama tüm yolculuk böy…” adamın sesi kesildi birden bire. Dikkati dağılmıştı sanki, “Ben, ben…” kafasına takılan bir unsurdan mıdır bilinmez bir hışımla indiği arabaya geri döndü. Çok zaman geçmedi ki insanlar doğrulmaya başladılar ve kapı aniden açıldığında tekrar diz çökme ihtiyacı hissettiler. Alita duruma kıkırdıyordu.

“Oğlumun seçici aklını çelen bayanı ben de görmek isterim” dedi gür ve hükmedici sesi ile inen kişi. Üzerinde görkemli bir kaftan vardı ve zaten kendisi de uzun bir adamdı. Arabanın büyüklüğü kralı taşıdığı için değil bu ‘adamı’ taşıdığı için böyle olmalıydı. Ancak adam kraldan bir başkası değildi. Oğlu gibiydi ama daha asildi, insanlar önünde doğrulurlarken biri eğik kalmayı seçtiğinde adamın ilgisi ona döndü. Bu Alita’ydı.

“Söylesenize bayan, neden kalkmazsınız?” Kral meraklıydı. İnsanlar dakikalar içinde gelişen tüm bu olayları rüyadaymış gibi izliyorlardı. Pek az kimse başı çeken araba ilk durduğunda o anda olduğu yerden birkaç adımdan fazla hareket etmişti.

Alita kafasını kaldırmadan, “Salyangozları ezmek istemiyorum, elbise onları görmemi engelliyor. Bakın herkes yere bakıyor ama yine de onları eziyorlar. Görmeme rağmen neden ezmeye devam edeyim?” dedi huşuyla. Sonra ayağını bastığı yerden eminliğinden olsa gerek doğruldu ve kral ile göz göze geldi. Kız şaşkındı, onunla konuşanın kral olduğunu bir an dahi düşünmemiş gibiydi.

Ancak Nunally kızını tanıyordu. Yalan söylediğinde takındığı ses tonunu hep bilirdi ve bilecekti. Köpeğe yün giydirdiğin gün olduğu gibiydi. Alita’nın tüm sabah boyunca kafasında kurduğu bir senaryoya uygun davrandığını kestirebiliyordu ve o anda ‘bunu’ söylemiş olmalıydı. Başka bir cevap verse, doğruyu söylese sanki gerçekleşebilecekleri biliyordu.

Kral cevabı kısaca kafasında değerlendirdi ve dudak büktü, “Onlar senin onlara verdiğin değerden haberdar olmasalar bile ve hatta bilebilecek olsalar, görebilseler veya duyabilseler, yani kısaca seni anlasalar dahi bunu yapmamayı seçiyorlarsa yine de basmamaya dikkat eder miydin?” dedi. Bunu öyle bir söyledi ki sanırsınız fevkalade değerli bir şiiri ezberden okuyor. Alita cevapladı, “Onlar beni yanlış anlasalar, anlamalarına rağmen sevmemeyi seçseler ve hatta nefret etselerdi, ben yine de basmamayı seçerdim” dedi.

Kral kahkahalara boğuldu. “Oğlum seni hak etmiyor kızım.” Dedi sonunda neşeyle. “Bunu tek bir defa soracağım ve cevabın ani olmalı. Öz kızımı düşmana teslim ediyorum, oğlum narsis bir embesil ki senin yüzünden artık sadece bir embesil ve benim de pek fazla ömrüm kalmadı. Gel benimle, bu sevimli köyden daha fazla göreceklerin var.” Dedi hızla ama düzgünce. Bir yandan söylediklerini destekler nitelikte yavaşça arabaya geri biniyordu. Kimse farkında değildi ama önceden köy çıkışında hazırlanmış olan erzakların yüklenmesi çoktan tamamlanmıştı.

Alita gülümsedi ama içten değildi, “Ben hayallerimin kraliçesiyim. Buna rağmen bir kralı reddetme lüksü ancak ve ancak bir defa elime geçebilecek. Eğer ki davetinize uyarsam kaderime boyun eğmiş olacağım.” Dedi hüzünle.

Kral bir kez daha kahkahalara boğuldu, “Salyangozlar için eğilen ama kaderine boyun eğmeyen bir köy kraliçesi. Muhteşem, bana düğünde insanlara anlatacak bir hikâye verdiğin için teşekkür ederim kızım.” Dedi mutlulukla.

Konvoy öğleden sonra gözden kaybolduğunda bile insanlar halen biraz şaşkındılar. Birkaç kişi Alita ve Nunally ile konuşmaya çalıştı ama başaramadılar. Annesi kapıyı kimseye açmadı. Aslında kralın düğün partisinde lakırdısını edeceği eğlenceli anı köyün sonraki yirmi yılı aşkın süresi boyunca dedikodusu, sonra da efsanesi haline gelecekti.

Gerçek şu ki Alita’nın sorunları vardı ama bunlar delilik ile yakından uzaktan alakalı değillerdi. Nunally onunla ertesi günün gecesi konuşabildiğinde kız heyecanla her şeyi anlattı. “Sanırım başardım anne. Bu defa olmalı. Her defasında yüzüme gözüme bulaştırıyorum ama bu kez doğru yaptığıma eminim.” Dedi. Nunally anlamıyordu, sanki büyük bir resme burun mesafesinden bakıyormuş gibi hissediyordu kendisini. Alita onun anlamadığını fark ettiğinde kralın güldüğü cevabı verdiğinde olduğu gibi tekrar hüzünlendi.

“Anlamanı çok isterdim anne. Sayısız kez kral ile karşılaştım. Bir defasında hizmetçiydik ikimiz. Bir ötekisinde saray demircisinin ailesiydik. Pek çok defa köylü olduk, bazen soyluyduk. Ancak istisnasız her defasında ya kralın ya da prensin gelini oldum. Hayatlarında tek gerçekten sevdikleri kişiydim. Aslında ben de onları sevdim sanırım ama ne biliyor musun, bir süre sonra sevginin dahi anlamı kalmıyor.”

“Hep onlardan birine veya ötekine ulaşmaya çalıştım. Beni duyuyorlardı ama dinlemiyorlardı. Sanki hep onların yanında olacakmışım gibiydi, her yarınlarında sıkıntılarını paylaşabilecekleri bir karıları vardı. Buna rağmen başlarda dert etmedim. Ne zaman tüm bu döngüden sıkılmaya başladım biliyor musun anne? Tam olarak bu onların salyangozları umursamadıklarını fark ettiğimde oldu.”

“Önemli olan tek şey kılıçlarıydı. Gönüllerinde yatan sessiz ejderhalarıydı onurları. Ne kadar şerefsizce veya duygusuzca kendi insanları için başkalarının insanlarını katlettiklerinde mutlu olmaları gerektiğini düşünürlerse düşünsünler bunu bile numaradan yapıyorlardı. Sorumlulukları insanlarına karşı değildi, unvanlarınaydı. Asıl kralı göremiyorlardı anne. Köpeği öldürten oğlan her zaman bir katil olacak, babası ise eğlenceden başka bir şey düşünmeyecek.” Dedi duraksamalar ve ağlamalar ile dolu uzun konuşmasında.

Nunally halen anlamıyordu ama anlamadığı tüm olup bitenden ziyade neden bu defa Alita’nın her şeyin sonuncusu olacağını düşündüğüydü. Neresinden bakılırsa bakılsın onurları, kendileri, taht ve eğlencelerini umursayan bir kral ile prensi, birden bire Alita herhangi birinin karısı olmamasına rağmen her şeye son vermeyeceklerdi. Alita aynı kral gibi güldü bu defa, “Hayır anne halen yeterince uzağa bakmıyorsun. Kral söylediklerimi harfiyen söz ettiği düğünde sarf edecek. Bunu biliyorum, nasıl diye sorma. Hafızası bu yaşında bile güçlüdür, tüm duygumu aktaracağına eminim. Orada dinleyenlerden biri komşu ülkenin kralı olacak anne. Aslında her şey bu kadar basit.”

Her şey bu kadar basit.

Bu Kadar Basit” için 1 Yorum Var

  1. Ha-ha-ha! 🙂 Okuduğum en güzel sonlardan biriydi bu. Hikayenin işlenişi olsun, seçtiğin karakterler olsun hepsi birbirinden güzel. Hatta son cümleye gelinceye kadar çok eğlendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Ama o öyle bir son cümle ki adeta taşları yerine oturtuveriyor ve büyük resmi daha net görmemizi sağlıyor. Tebrikler, kesinlikle çok iyi bir kurguydu.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *