Öykü

Zerre Hikâyeleri 1 – Çoban

1

Buradan hemen kurtulmalıyım diye geçirdi içinden. Düşman onu fark etmişti, “Kahretsin fark edilmem imkânsızdı bu nasıl olabilir!” diye söylendi adam. Arkasına baktı kimse yoktu. Kaçmayı başarmış gibiyi, soluklanmak için durdu. Gökyüzüne bakıp taze havayı ciğerlerine çekti. Yıldızlar kara çarşafa serpilmiş elmas parçacıklarını andırıyordu. Bir hışırtı duydu, tekrar koşmaya başladı. Ağaçların sıklaşmaya başladığını fark etti. Dallar iyice sıklaşmış el yordamıyla ilerliyordu. Korktuğu şey başına geldi, ayağı takıldı önce öne doğru yalpaladı dengesini korumaya çalışırken sırt üstü düştü. Korkunun ve adrenalinin harekete geçirdiği yüreğini boğazında hissediyordu. Hızlıca doğruldu; fakat hareket edemedi. Kaçtığı mahluk tam önündeydi. Yutkundu sonun bu kadar çabuk geleceğini tahmin etmemişti.

* * *

Odunsu kasabasının hanına doğru ilerliyordu genç savaşçı. Uzun boyuyla ve kuşandığı çifte Ağır Kilij kılıçlarıyla heybetli duruyordu. Kasaba sakinlerinin dikkatini hemen çekmişti. On yaşlarında bir çocuk ona gözleri irileşmiş bir şekilde bakıyordu. Adam ona yaklaştı ve hanın nerede olduğunu sorudu. Çocuk yutkundu, gözlerini ondan ayırmadan sol elini omzuna doğru kaldırıp, başparmağıyla arkasını işaret etti. Yabancı hana girmişti. Aslında dikkatleri üstüne çekmesindeki en büyük sebep siyah çifte taşıdığı kılıçlar ve alnından başlayıp sağ gözünün üstünden aşağı inen yara izi ve uzun boyu her zaman buna neden oluyordu. Hancıya yaklaştı savaşçı.

“İyi günler, çok şey görmüş yaşlı hancı ömrün uzun kesen kabarık olsun. Bana kalacak bir oda ve yiyecek bir şeyler ver.” dedi.

“Teşekkürler delikanlı, senin de ömrün uzun, bahtın açık olsun. Maalesef odalarımız şu an dolu akşama birkaç oda boşalır.” dedi.

Etrafına şöyle bir baktı ve devam etti savaşçı. “Akşama oda bulunuyorsa sorun değil, zaten yapacak işlerim var. Bana bu yörenin en iyi rehberini nerde bulabileceğimi söyleyebilir misiniz?” hancı meraklı gözlerle adamı süzdü “Av mevsimindeyiz evlat, rehber bulman zor olacak. Gördüğüm kadarıyla asker rütbesindesin avla ilgilenmediğini tahmin ediyorum” sorgular gibi yabancıya bakıyordu. Özel işlerine burun sokulmasından her zaman nefret eden adam, hancıya dik dik bakmakla yetindi. Yaşlı hancı durumu kavradı. “Kızarmış koyun eti ve pilav var. Sol çaprazındaki masa boş.” deyip yemeği hazırlanmaya koyuldu.

Yaşlı hancının söylediği gibi rehber bulamamış olmanın sıkıntısıyla sokakları turluyordu. Arkasından birinin ona seslendiğini duydu. Dönüp baktı delikanlının biri ona yaklaşıyordu. Savaşçının rehber aradığını duyan delikanlı bu fırsatı değerlendirip ormanda kaybolan abisini aramaya çıkacağını, rehberlik karşılığında abisini bulmasında yardımını istemişti. Bu yöreyi avcu gibi bilmese de hemen hemen birçok yeri bildiğini eklemişti. Savaşçı kaybolan birisini bulmak için görevlendirilmişti. Hemen kabul etti. “Madem rehberim olacaksın bir birimizi yakından tanıyalım” dedi savaşçı ve ekledi. “Adım Salih” İlgiyle rehberine bakıyordu. Kara gözlü, kara şaçlı rehber de “Benim adım da Hüseyin” dedi hüzünlü bir şekilde. “Ailem diyebileceğim bir abim var. Bir hafta oldu ondan haber alamıyorum.” dedi ve devam etti. “ilk üç gün kasaba onu aradı bulamayınca vahşi hayvanlarca parçalandığı düşünülüp aramaktan vaz geçildi.” Sesi titremeye gözleri dolmaya başlamıştı. “ölü yada diri abimi bulmam gerekiyor. Aptalca gelebilir ama yaşa…”

Savaşçı işaret parmağını Hüseyin’in dudaklarına sıkıca bastırdı. Hüseyin’in Gözlerinde birikmiş su havuzu bu hareketle yanaklarından aşağı süzülmeye başladı. Savaşçı genci kuytu bir alana çekip kısık bir sesle konuştu. “Şimdi beni iyi dinle Hüseyin abin çoban mıydı?” Savaşçının parmağı hala Hüseyin’in dudaklarını sıkıca kapattığı için kafasını sallamakla yetindi. Savaşçı etrafına şöyle bir bakındıktan sonra parmağını adamın dudaklardan çekip devam etti. “Abinin aranması yasaklandı evet şaşırmışa benziyorsun ama durum böyle değiştiremezsin. Benim burada bulunmam da abinle ilgili, merkezden gelen bir emirle onu arıyorum. Yaratıcının lütfuyla seninle karşılaşmam iyi oldu.” dedi. Hüseyin’in gözleri fal taşı gibi açıldı konuşmak isteğiyle ağzını araladı fakat Salih sus işareti yapıp konuşmaya devam etti. “Bu bilgiler çok gizli Hüseyin, bu konu hakkında hiç kimseyle konuşma. Yanımdayken bile bu konuyu yüksek sesle dile getirme. Şimdilik bunları bilmen senin için yeterli. Daha sonra tekrar konuşuruz. Lütfen yarın akşam kasaba çıkışına gel. Devamını orda anlatırım.” Hüseyin’in zihni allak bullak olmuştu. Bir şey söyleyemeden Salih yanından ayrılmıştı. Sarsak adımlarla evinin yolunu tuttu.

Hüseyin, Salih’in bahsettiği yere erkenden gitmişti. Güneş batı ufkunu turuncuya boyamaya başlarken, Salih buluşma mekânına doğru handan ayrılıp yola koyuldu. Güneşin turuncu elleri savaşçının kazınmış kafasını alev almış gibi gösteriyordu. Biri savaşçının güneşin turuncu ışıklar altında siyah kılıçlarını görmüş olsaydı kılıçların üzerinde koyu kırmızı bir kan şeridinin olduğunu söyleyebilirdi. Salih buluşma mekanına vardığı zaman güneş ufuktan kaybolmuştu.

“Merhaba Hüseyin, gecelerin aydınlık, bahtın açık olsun.” dedi Salih. Hüseyin’in erken gelmesini tahmin etmiş gibi bir havası vardı. Hüseyin “Aynısı senin içinde olmasını dilerim. İyilikler dolu genç savaşçı.” derken kafasını biraz öne eğmişti. Huzursuz olduğu belliydi hafifçe yerinden kıpırdadı. Savaşçının konuşmadığını gören Hüseyin devam etti. “Abim, sence hala yaşıyor mu? Bunun sana çılgınca gelebildiğinin farkındayım lakin benim hala umudum var” dedi. Salih etrafına şöyle bir baktı. “Kasabadan biraz uzaklaşalım ve bir ateş yakalım gece çökmek üzere sana orda her şeyi anlatırım” Ateş tütmeye başlayınca Salih doğrulup bağdaş kurdu. Hüseyin’e oturmasını işaret etti. Salih bir gökyüzüne bir ateşe bakıyordu. Sanki zihninde konuşmak için kelimeleri bir araya getiriyor gibiydi. Derin bir nefes alıp konuşmaya başladı. “Çobanı sürüyü meraya götürüp otlatıp, vahşi hayvanlara karşı sürüyü koruyan biri olarak biliriz.” Hüseyin evet anlamında başını sallamıştı. Salih kaldığı yerden devam etti. “Aslında bu doğru fakat bilmediğimiz çok şey var çobanlar hakkında….”

Salih’in anlattığına göre Çoban Birliği denilen tarihi çok eskilere dayanan bir birlikten bahsetmişti. Bu birliğin asıl görevi insanların ehlileştirdiği sürülerin içine şekil değiştirebilen ruhların girmesini önlemekti. Çobanlar aynı zamanda büyücü oldukları için görev bölgelerinde devriye gezerlerdi. İşte Hüseyin’in abisi de kaybolmamıştı. Bir görev için kasabanın kuzeyinde bulunan ormana gitmişti. Fakat sunulmak üzere hazırlanması gereken raporun merkeze ulaşamaması ve çobanla iletişimin kopması Salih’in hızlıca buraya gönderilmesine sebep olmuştu.

Gece çarşafını Odunsu kasabasının üzerini örtüyordu. Salih’in yaktığı ateş dışında çevreyi görmek imkânsızdı. Hüseyin konuşmayıp sadece dinliyordu. “Ay doğmadan hareket edemeyiz” dedi Salih. Bunu söylerken karanlığın içine bakıyordu. Hüseyin bir dal parçasını alıp, ateşle oynamaya başladı. Dalgın görünüyordu, önce abisinin yaşadığını öğrenmiş daha sonrada iletişimin koptuğunu. Artık ne hissettiğini anlayamıyordu. “Öyleyse yarın sabaha yola çıkarız, etraf aydınlık olur. Rahatlıkla abimi ararız.” dedi Hüseyin. Dal parçasını ateşten çıkartmıştı. Yanan ucunu üfledi, tüten dumanın sönmesi içinde toprağa daldırdı. Salih onu izliyordu şimdi.

“Hayır, yarın olmaz orman kalabalık olur, Hancıdan duydum. Av Mevsimindeymişiz. Tahminimce yarım saate kadar ay doğar.” Hüseyin, elindekiyle oynamayı bırakıp Salih’e şaşırmış gözlerle bakıyordu. “Ne söylediğinin farkında mısın? Geceden bahsediyoruz, ay ışığının bile bize yardımcı olamayacağı yerler var. Ormanın bazı yerlerinde dallar öyle sıklaşıyor ki güneş ışıkları oraya ulaşamıyor. Haliyle böyle bir yerde gece önümüzü görmek imkânsızlaşır.” Deyip elindeki dalı ateşe attı. Dal çıtırdayarak yanmaya başladı. Salih, “Galiba bize yardım edecek bazı şeylerim var.” deyip kesesine uzandı içindekileri sol elinin avucuna boşalttı. Şimdi beş tane küçük kırmızı top vardı Salih’in elinde. Hüseyin’e doğru uzattı ve sormasına izin vermeden devam etti. “Bunlara Zerre denir. Bunları hiçbir yerde bulamazsın çünkü ben yaparım bunları, ölüm hariç her şey için kullanabilirim. Birinin etkisi bitmeden bir tane daha kullanırsan tahtalıköyü boylarsın.” dedi. Sonra bir kese daha çıkardı, Hüseyin’e elini uzatmasını söyledi. Bu kesede çıkanlar ise daha küçük mavi renkte toplardı. Kırmızılar hemen hemen nohut büyüklüğündeydi, maviler ise daha küçüktü. Gecenin nerden gönderdiği belli olmayan bir uğur böceği Hüseyin’in eline konmuştu. Mavilerin boyu uğurböceği kadardı. Şaşkınca uğurböceğine ve mavi toplara bakan Hüseyin “Peki bu maviler ne işe yarıyor?” diye sordu.

“Bunları kırmızıların etkisini yok etmek için kullanırım. Öne bir kırmızı kullanırım, eğer etkisi geçmemişse bir mavi atarım, sonra bir kırmızı daha fakat bundan sonra bir mavi daha atarsam bayılabilirim. Bünyemin kaldırmayacağını düşünüyorum. Şu ana kadar bu vaziyete düşecek bir durumla karşılaşmadım.” dedi ve ekledi “Şimdi bunlar bünyene uygun mu diye test edelim.” Salih, Biri mavi, biri kırmızı top haricinde topları kesesine koydu. Kalan iki topu ellerinin arasında parçaladı ve karıştırdı. Hüseyin’in avucuna bıraktı. Hüseyin’in gözlerine bakıp gayet ciddi bir sesle devam etti. “Üzerine tükür, eğer renk değiştirip beyazlaşırsa bünyen bunları kaldırabilir; fakat katrana dönerse kullanamazsın.” Hüseyin denileni yaptı ve tükürdü önce bir şey hissetmedi sonra elleri karıncalanıyormuş duygusu hâkim oldu. Karışım önce kuduz bir köpeğin ağzındaki köpük gibi köpürdü, sonra köpüğün dağılmasıyla geriye beyaz bir toz kaldı. “Harika!” dedi Salih, “Bünyen uygun.” Kuşağının arasından bir kağıt çıkartıp Hüseyin’e uzattı. “Bu senin abine ait çoban birliğine daha önce yolladığı mektuplardan biri. Şimdi senden istediğim bu kırmızı toplardan birini kullanıp abini düşünmen olacak. Abinin mektuba sinen kokusu sana yardım edecektir. İyi ki seninle karşılamışım yoksa benim arama çalışmalarım sonuçsuz kalabilirdi. Başlarda seni yanımda sürüklemek istemedim, tehlikeli olabilirdi. Sonra şafakta abinle iletişimin kesildiği haberi bana ulaşınca seni yanımda götürmeye karar verdim.”

Ay, Salih’in yaktığı ateş dışında doğayı grinin tonlarına boyuyordu. Şimdi her ikisi ayaktaydı. Salih “Şu topu yut elindeki mektubun kokusunu içene çek ve abini düşün. Görüşün berraklaşacak ne yöne gitmemiz gerektiğini anlayacaksın.” Hapı yutan Hüseyin gözlerini kapamıştı, mektubu burnuna dayadı ve derin derin içine çekti. Birden tarçın kokusu aldı, daha sonra gül, kardelen, çim ve dahası sevdiği yemeklerin kokusu burnun ucunda tütüyordu. Yüce yaratıcı adına! Türlü türlü kokular burnun ucunda belirip kayboluyordu. Sonra birden bir koku keskinleşti evet bu kokuyu hatırlıyordu abisinin tanıdık ter kokusu. Gözlerinin önünde kırmızı bir şerit belirdi sonra hafif kırmızı bir dumana dönüştü. Gözlerini açtı dumanı hala görebiliyordu. Çevresine baktı ince şerit halinde ormana doğru gidiyordu. Harekete geçme zamanı gelmişti. Hüseyin önde Salih onu takip ediyordu. Ormana daldılar. Ağaçlar sık değildi ay ışığı rahatlıkla önlerini görmelerini sağlıyordu. Ağaçların etrafını sardığı geniş bir açıklığa vardılar. Ay ışığı yerdeki çimleri gri gösteriyordu. Az ötede bir baykuşun sesi duyuldu. Hüseyin birden durdu. Kırmızı şerit şeklindeki ince duman burada sis gibi yayılmıştı. Hüseyin ne yöne ilerleyeceğini kestiremedi.

2

Başı zonkluyordu. Nerede oluğunu anlayamamıştı. Birden hatırladı, o çift lanet olasıca kırmızı gözü hatırladı. Ölmüş olabileceğini düşündü baş ağrısının devam ettiğini fark edince ölmediğini anladı. Zifiri karanlıktan dolayı bir şey göremiyordu. Adam Ellerinin ve ayaklarının arkadan bağlandığını ve sert soğuk bir zeminde bulunduğunu, vücudunun üşüdüğünü hissetti. Yön duygusu kaybolmuştu. Şimdi körlerin neler hissettiğini daha iyi anlıyor gibiydi. Bir tıslama ve hışırtı duydu. Sesin geldiği yöne pür dikkat kesildi. Uzun süre sessizlik devam edince karanlıkta bir şeyin hareket ettiğini ve ona doğru ilerlediğini varsaydı. “Eeee zavallı insan av olmak nasıl bir duygu!” ses tıslar gibi çıkmıştı, ses yankılandı birkaç defa. Bu haliyle iyice korkutucu olmuştu. Sesle irkildi çoban, mağara gibi bir yerde olabilir miydi acaba evet ya neden olmasın canavarın inindeydi ve biri ona bakmış olsaydı akşam yemeği olmayı bekleyen bir kurban gibi olacağını düşündü. Ses yine konuştu fakat daha yakından geliyordu. “Aslında kasabanıza ilişmem ben. En çok ilgimi çeken yabancılar olur. Av mevsiminde burada olan o ahmak insanların tatları beni cezbeder.” Tıslamayı andıran bir kahkaha duyuldu. “Ya sana ne demeli çoban! Bana çok yaklaştın. Başta senden korkmuştum. İşimin bittiğini sandım. Şansıma bak ki meğer çoban kendine çok güvenmiş, asasını yanına almamış.” Çoban ne yaptığının farkına varmıştı. Birinci kural olan Ne olursa olsun asla asanı yanından ayırmamalısın kuralını çiğnemişti. Şimdi bedelini ödüyordu işte. Aslında asasını denediği yeni bir büyü yüzünden kırmıştı. Her zaman yaptığı rutin bir teftiş olduğunu varsayıp, yeni bir asaya gerek olmadığını düşünmüştü. Uzaklardan bu mahlûku görünce gözlerine inanamamış, sessizce canavarı inine kadar takip etmişti. Oysa yaratık bir anda dönüp saldırıya geçtiğinde büyülü ateş topu fırlatmak için elini uzatmıştı; fakat asasının elinde olmadığını fark edince durumun vahametini anlamıştı.

Karanlık ve sessizlikle baş başa kaldı. Çobanın karnı guruldamaya başlamıştı. Zamanı unutmuş gibiydi. Ne kadar süredir buradaydı, kaç gün geçmişti, ya da kaç saat? Bunların bir önemi yoktu artık, yaptığı hatanın bedelini ödeyecekti. Tek üzüntüsü kardeşini bir daha göremeyecek oluşuydu. Üç parmaklı buz gibi soğuk bir elin boğazını sıktığını hissetti. Nefes almakta zorlanıyordu. Vücudu yerden kesilmiş, havada asılı duruyor gibiydi. Başından bir karış aşağıda o lanet olası kırmızı gözleri yeniden gördü, midesi boş olduğu halde kusacakmış gibi hissetti. Şimdi havada savruluyordu, irili ufaklı taşların olduğunu düşündüğü zemine sağ omzu üzerine düştü. Omzunda keskin bir ağrı hissetti. O lanet olası sesi tekrardan duydu. “Senin işini çabuk bitireceğimi sanıyorsan yanılıyorsun, acı içinde kıvranmaya hazır ol. Daha bu başlangıç zavallı kurtçuk!” anlaşılan yaratık şimdi onunla ilgilenmeyecekti. “Bu uzun sürmeyecek ahbap” dedi kendi kendine. Artık ölümü kabullenmeliydi. Çakıllı zemine sırtüstü uzanmak istedi bunu başarması imkânsızdı. Ellerini öne getirmek için dertop oldu bunun işe yaramayacağını görünce öylece yattı.

3

Hüseyin telaşla “Ne yapacağız, kırmızı duman burada sis gibi etrafa yayılmış durumda hangi yöne gideceğimi bulamıyorum!” dedi. Salih durumu kavramıştı. “Galiba büyünün etkisi geçiyor. Bedenin büyüyü tutma konusunda alışkın değil.” Az önce umut dolu olan Hüseyin duyduklarıyla morali bozulmuştu. “Pekala mavilerden ver. Sonra tekrar deneyelim.” Salih olmaz anlamında kafasını sağa sola sallayarak “Bünyen büyüyü tutamıyor. Bunu yaparsak bayılma ihtimalin var.” dedi. Hüseyin konuşmak için ağzını açmıştı ki Salih üzerine atlayıp devrilmesine sebep oldu. Şimdi gökyüzüne bakıyordu, siyah bir karaltının vınlayarak uçtuğunu gördü. Çim olduğu için şanslıydı. Bir yeri acımamıştı.

Salih’in çevik bir hareketle doğrulup ileriye baktığını gören Hüseyin buna bir anlam verememişti. Gayri ihtiyari kafasını çevirip o da baktı. Ay ışığının giremediği sık ağaçların arasında bir çift kırmızı göz onları izliyor gibiydi. Hüseyin sonunda doğrulmayı başarabilmişti. “O ne olabilir Salih?” dedi. “Bilmiyorum ama o mesafeden bir hançeri fırlata bilen birinin insan olmayacağına eminim.” Hüseyin’in kalbi küt küt atıyordu. Yüreğini ağzında hissetmişti. Daha önce hiçbir yaratıkla karşılaşmamıştı. Hepsinin efsaneden ibaret olduğunu sanıyordu. Kırmızı gözler hızlı bir şekilde karanlıktan çıktı. Hüseyin gördüklerine inanamadı. Bir yılan mıydı, yoksa bir ejderha mı? Dört kolunun olduğunu fark etmişti. Bacaklarının arasında bir sıcaklık hissetti. Her halde yaratık bir hançer daha fırlatmış ve apış arasına denk geldiğini sandı, burada öleceklerdi bu su götürmez bir gerçekti.

Salih ağaçların arasında fırlayan şeyi görünce yutkundu. Başta hayal gördüğünü zannetti efsanevi yaratığın burada ne işi vardı. Soylarının çok uzun süre önce tükendiğinden bahsedilmişti; ama hızla yaklaşan şeyin öyle olmadığının bir kanıtı gibiydi. Göz ucuyla Hüseyin’e baktı. Çocuk korkudan donup kalmıştı, daha da kötüsü altını ıslatmıştı. Savaşmak dışında yapacak bir şey kalmamış gibiydi. Hüseyin’in zarar görmemesi için hızla gelen mahlukun üzerine koşmaya başladı. Siyah kılıçlarını çoktan çekmişti. Abartılı yalmanlarıyla oldukça ürkütücü bir görünüm sunuyordu kılıçları. Yalmanındaki ağırlık o kadar fazlaydı ki kılıç balta karışımı bir şeye dönmüştü.

Çevik bir hareketle iki metrelik yaratığın dibinde bitivermişti Salih. Mahlûkun başı yılan ve ejderha karışımıydı. Derisi pullarla kaplıydı ve dört kolu vardı. Yaratık, sağ iki eliyle Arap Palası tutuyordu. Sol üstteki elinde kalkan, alttaki elinde ise balta vardı. Sonunda karşılaşmıştı Salih efsanevi yaratık Meran’la. İlk hamleyi Meran yaptı, iki Arap Palasını art arda savurdu. Salih sol elindeki kılıcıyla hızlıca savuşturmayı başarabildi. Meran hızlı ve ölümcüldü. Salih baltanın geldiğini son anda gördü. Sağ elindeki kılıcıyla durdurmayı başardı. Meran kurnazca gülümsedi “Yeteneklisin insan oğlu bir de şunu savuştur” kuyruğuyla Salih’e çelme çakıp Salih’in devrilmesine neden oldu. Savaşçı yerde yuvarlanarak üzerine gelen Meran’ın kılıçlarından kurtulmayı başardı. İki metre ötede dikildi Salih. Böyle devam ederse bir sonuca varamayacağını anlamıştı. Kırmızı topları zor durumlar için saklıyordu. Meran’a ufacık bir çizik bile atabilse keyfi yerine gelecekti.

Hamle sırası Salih’teydi zıplayarak tepeden kılıcını ileri uzatıp yarma hareketi yaptı. Meran kalkanını kaldırdı, Salih kendi etrafında dönüp Meran’ın ensesine sol elindeki kılıcıyla darbeyi indirdi. Meran hızlı çıkmıştı. Kılıçlarıyla darbeyi önledi. Bu saldırı çok hızlı gerçekleşmişti. Bu hamleyle Salih’in ve Meran’ın yeri değişmişti. Salih’in disiplinli vücudu uzun süre yorulmadan savaşa bilirdi; fakat bunu sürdürmek şimdilik mantıksızdı. Çobanı bulması gerekiyordu, anlaşılan kırmızı topu kullanmanın zamanı gelmişti. Salih, hızlıca bu işi halletmek daha uygun diye düşündü. Kesesinden hızlıca bir top çıkarıp yuttu. Birkaç saniye içinde hızı artmıştı Salih’in.

Alttan saldırıyor, üstten yarma hareketi yapıyordu. “Hadisene mahluk ne oldu hızıma ayak uyduramıyor musun!!” diye bağırdı Salih. Gerçekten hızı inanılmaz seviyeye ulaşmıştı el hareketlerini görmek imkansızlaşmıştı. Meran başlarda bu hıza ayak uyduramadı gerilemek zorunda kaldı. Şimdi hızları denkti. Meran baltasını hızlı bir şekilde alttan savurdu. Salih bu hamleyi geriye doğru parende atarak savuşturdu. Salih hızlıca doğrulup ileri doğru zıplayıp havada takla attı, başı yere bakıyordu sağ elindeki kılıcı ileri uzatmıştı. Meran sırıttı kalkanını kaldırdı. Salih vücudunun ağırlığıyla saplama hareketini gerçekleştirdi. Kalkan parçalanmış kılıç yaratığı yaralamıştı. Savaşçı çevik bir hareketle geri çekildi. Meran parçalanmış kalkanına ve yaralanmış koluna bakıyordu. ciddi bir yara değildi. “Çok yetenekliymişsin kurtçuk seni hafife almışım!” Meran’ın umurunda değilmiş gibiydi bunu kanıtlarcasına yarası çabucak iyileşti. Kolu eskisi gibi sağlıklıydı. Salih sırıtıyordu. Bunu fark eden Meran kibirlice “Seni adi bok parçası o oyuncak kılıçlarınla beni alt edebileceğini mi sanıyorsun!”. Salih hala sırıtıyordu. Kılıçlarına bakıp “Birazdan anlarız Merancık, benim kılıçlarım mühürlüdür. Kanın tadına bakınca gerçek gücünü ortaya çıkarır” deyip kükrer gibi bağırdı. “Çağrıma cevap ver Eklem Eceli! Çağrıma cevap ver Kara Çuha!” Kılıçların etrafını karanlık bir aura sarmaya başladı. Gözle görülebilir bir kötülük vardı bu aurada. Salih kılıçlardan vücuduna güç dolduğunu hissediyordu. Karanlık aura Salih’i çepe çevre kuşatmıştı. “Seninle sabaha kadar yorulmadan savaşa bilirim mahlûk, bu oyun bana iyice sıkıcı gelmeye başladı. Bu iş bitiriyorum, Öldüğünü bile hissetmeyeceksin!” Salih’in sesi kalın ve ürkütücü bir hale bürünmüştü. Meran donup kalmıştı. Nefes alması bile güçleşmişti. Meran bunun çok eski lanet bir büyü olduğunu hissediyordu. Belki kendi neslinden de daha eski olabilirdi. Sonunun geldiğini anlamıştı. “Lanet insan, çok yanlış şeylere bulaşmışsın o büyülü kılıçlar senin sonun olacak hissediyorum!” diye bağırdı Meran. Salih, Meran’ı duymazlıktan gelip harekete geçti inanılmaz bir hızla öne atıldı. Eklem Eceli adını verdiği sağ elindeki kılıçla ekin biçer gibi yaratığın kollarını eklem yerlerinden uçurdu. Kara Çuha yaratığın karnında derin bir yara açmış içinin dışarıya akmasına sebep olmuştu. Hüseyin kendinde olsaydı bu son hareketin göz açıp kapanıncaya kadar hızlı olduğunu anlatırdı, belki çok daha hızlıda olabilirdi. Salih’in kılıçları Meran’ın zihni okumuştu. Kuzeydoğuda bir mağarada yaşadığını ve bir adamı tutsak tuttuğunu öğrenmişti. Aradığı adam bu olabilir düşüncesiyle Hüseyin’e baktı. En iyisi onu burada bırakmak olacaktı, şafak yaklaşıyordu sorun olmaz deyip yola koyuldu.

4

Gözlerini yavaşça açtı. Başta anlayamadı nerede olduğunu, beyni sanki bulamaca dönmüştü. İki kişi yattığı yerin başucunda duruyordu. Zihni su gibi berraklaştığında uzun boylu bir savaşçı ve yanında duran şahsın kardeşi olduğun kavradı. Konuşmak istedi fakat boğazında balçık varmış gibi hırıltılar çıkarttı. “Abi kendini yorma, dinlen sonra konuşuruz” dedi Hüseyin.

Salih ve Hüseyin dışarı çıktı. Hüseyin yumruğunu balyoz gibi Salih’in suratına patlattı. Salih’in gözlerinde şimşek çakmış gibi oldu, sağ yanağının uyuştuğunu hissetti. “Seni adi köpek oğlu bu beni yalnız bıraktığın içindi!” Salih yanağını ovuşturuyordu zorla sırıttı “Ne yapayım huyum kurusun. Yalnız hareket etmeyi seviyorum” dedi. Hüseyin’in şaşkın ve öfkeli bakışları altında devam etti. “Dahası var, galiba birazda yalancının tekiyim. Özel çoban birliği diye bir birlik yok. Abin sadece bir çoban ve bana minnettar olmalısın. Sonuçta abini kurtardım, sen sonuca bak.”

Hüseyin öfkeyle “Vay seni şerefsiz!” diye bağırdı. Salih son denileni duymamış gibi oradan uzaklaştı. Arkasını döndü hala sırıtıyordu. “Uzun ömürler, bol kazançlar dilerim Hüseyin” deyip Odunsu kasabasından ayrıldı. Salih yolda Hüseyin’in abisini düşünüyordu. Çobanı kurtarırken adam kulağına bir şey fısıldamıştı, kardeşinin güvenliği için Salih’in yalan konuşmasını… Devam Edecek…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *