Öykü

Adana Selden, Misis Yelden, Tarsus Yılandan Gitmeyecek

ilham alınan eser

Şahmeran Efsanesi

Gözümün nuru geri döndü, biliyordum, Şahmeran geri geldi.

Yaşasın yeni hikâyeler!

Ey Tarsus halkı, siz de bu ana şahit olmak isterseniz Tarihi Şahmeran Hamam’ına ivedilikle geliniz.

Nadire Sahaf

(NOT: Yeni bir hikâye kitabı basılana dek kapalıyız.)

Nadire ablanın KAPALI yazısının altına yazdığı bu notu okur okumaz koşar adımlarla Kırkkaşık Bedesteni’nden çıktım. Aslında bugün buraya güzel haberlerle gelmiştim. Ona kazımızın son sondaj çalışmasında Şahmeran’a ulaşmamıza ramak kaldı diyecektim. Gerçi o da bütün sükûneti ve inanmaz ela gözleriyle  “kendi rızası olmadan ona asla ulaşamazsın, hem nasıl bu kadar eminsin onu Roma Hamamı’nda bulacağına?” diyecekti, eminim. O an midemden gelen gıdıklayıcı bir his dişlerimi titretti, ağzımı su içinde bıraktı ve gözlerimden yaş olarak çıktı. Hakikaten gelmiş mi yılan-kadın? İnanmak ne mümkün. Onu bulmak için iğneyle kuyu kazmıştık, aslında kazmıştım desem daha doğru olur. Diğer mesai arkadaşlarım Tarihi Roma Hamamı kazısının son ayağında Güneş saati ve on insanlı mozaiği bulmaya çalışırken, ben de bir umut Şahmeran’ı bulurum diye kendimi heba ediyordum. Ona ihtiyacımız vardı, çünkü o bu toprakların ilk hikâye anlatıcısıydı ve ben hikâyelerle var olabiliyordum. Hikâyelerin kısa koridorlarında cirit atmanın, kelimelerle hasbıhal etmenin, onları kendi hikâyelerimle zamklamanın tatminkâr güzelliği dışında, hikâyeler nefes alabileceğim tek yerdi, mecazen değil. Nadire Sahaf’ta kalan son 99 kitabı teker teker, tekrar tekrar okumuş, var olabildiğim kadar olmuştum. Artık tükeniyordum. Elbette kazı yaparken de yeni hikâyeler çıkıyordu karşıma ama okunacak ve/ya dinlenecek yeni hikâyelerle aynı kefeye konulamazlardı. Onlar hayatta kalabilmem için devede kulaktı, kısa vadeli takviyelerdi. Yılmadan kazılarıma devam ederken içimdeki sarkaç bir o yana bir bu yana sallanıp duruyordu. Hem çok inanıyordum onu bulacağıma, hem de ihtimal vermiyordum.  Tek bildiğim şey, bu dünyadaki varlığım, ondan gelecek hikâyelere bağlıydı.

Şahmeran’ın Tarsus’a teşrifine bir işaret midir bilmiyorum ama günlerdir Şahmeran’a ait olduğunu düşündüğüm bir gölge beni takip ediyordu. Sıkboğaz etmeyen, nasıl desem, beni kollamaya çalışan bir gölge, ayak bileklerime kelepçelenmiş gibiydi. Ben uykusuzluk, aşırı yorgunluk ve fazla kafeine yormuştum. Kim bilir Nadire abla nasıl yorumlardı? “Hacer’ciğim lütfen hüsnü kuruntu yapma ve de eve iş getirme, anlıyorum arkeologsun ama zihninin de arkeoloğu olamazsın, bunun için başka uzmanlar var, biliyorsun” diyebilirdi. Bu arada, size bütün bu anlattıklarım kafamın içinde birbirini kovalarken, nasıl olduğunu anlamadan kendimi birden Şahmeran Hamamı’nın önünde buldum. Ki aklımda, hamama varmadan, yol boyunca Şahmeran’ın azametini ve zarafetini hayal etmek vardı. Nefes nefeseydim ve dizlerimin bağı çözülmüştü, demek ki koşmuştum. Bu izafiliği geride bırakıp hemen içeriye girdim. Kurnalara giden dar yol silme pullarla kaplıydı. Manifaturacılardakilerden çok farklı, gerçi onlar kadar parlak, ama gerçekten camdandı. Sağa dönüp ilerledikçe, taş duvarlardan gelen buz gibi bir esinti tüylerimi ürpertti. Göbek taşına giden kapının önünde önceden hiç görmediğim devasa bir turunç ağacı peyda olmuş, içerideki keskin yeşil sabun ve nem kokusunu alaşağı etmişti. Ağacın gürbüz dallarını araladığımda, Şahmeran benden çok uzakta ama tam da karşımdaydı. Göbek taşına konuşlanmış, hayran gözlerle etrafındakilere bakıyor, sanki heyecanla birini bekliyor gibi görünüyordu. Arkamda kimse yoktu, önümde buraya nasıl sığdıklarını anlamadığım yüzbinlerce insan vardı ve ben kendimi ancak merasimin sonuna yetişebilmiş bir izleyici gibi buruk hissettim. Bu sefer burnumu sızlatan bir his, gözlerimden fışkırmıştı. Gözlerimin bir kez daha buğulanmasına izin veremez ve daha fazla anı kaçıramazdım. İlginçtir ki önümdeki insanlar benden oldukça uzundu ama ben Şahmeran’ı yine de görebiliyordum. Sonradan fark ettim ki tükenmeye ayaklarımdan başlamıştım; ayak bileklerim yok olmaya başlamış, beni zeminde tutan uzuvlarımın yerinde yeller esmişti ve ben havalanmaya başlamıştım. O ara gözlerim Nadire ablayı aradı, oraya buraya etraflıca bakındım ama ortalıklarda yoktu. Ona elveda demeyi çok isterdim. Şahmeran kaykılmış olduğu devasa kuyruğundan sivrildi ve gözlerimin içine bakarak şöyle dedi: “Hoş geldin, geldiğine göre artık başlayabiliriz.” O an fark ettim ki, Şahmeran hiç de öyle nevresim takımlarına nakşedildiği gibi donuk değildi.

Şahmeran:

Ben Şah-ı Maran. Yılanların şahıyım. Hakkımda tüm bildiğiniz bu. Devran döndü ve ifritlerim çıngıraklarını çaldı. Bu dünyaya son kez doğmaya geldim. Hikâye anlatıcılığının bittiği bu dünyaya… Yerin tam yedi kat altından, Yılan Kale’sinden geldim. Bugün için tam yüz yıl bekledim. Ölümsüzlüğün sırrına ulaşmak için beni lime lime doğradınız, tam bu göbek taşının üzerinde. Ayak bileklerinize kadar kan basmıştı bu hamamı, kurnalara doldurdunuz kanımı, kana kana içtiniz. Açgözlü naralarınız hala kulaklarımda, balta izleriniz kalbimde… Ancak unuttunuz ki Şahmeran sonsuz yaşamın ta kendisidir! Şahmeran defalarca doğmak için kendine gebedir… Toparlanıp yeniden dünyaya gelmek için sancılı günler geçirdiğimi sizden gizleyecek değilim. Orlando olabilmek için kaç yaz geçti, kaç gömlek değiştirdim, havsalanız almaz. Evet, doğru işittiniz, Orlando olarak geldim bu dünyada. Durmadan ve yılmadan sizlere hikâyeler anlattım. Önce erkektim sonra kadın oldum. Şair oldum. Hem haznedardım hem de çingene. Hepinizle beraberdim, bütün kalbimle. Yaşlandım yanınızda, var olun, hikâyelerimle var olmama yardım ettiniz. Sonra bir şey oldu ve hikâyelerimi ilginç bulmamaya başladınız. Bu belki de çok olağandı. Ancak, bir yolunu bulup ötelediniz beni. Ben size sadece hikâyeler anlatmıştım. Hep bir kulp buldunuz. Önce nüktedan dediniz, sonra sapkın. İçerledim. Başta ayrı ayrı sevdiğiniz farklı “ben”lerimi birden kapı dışarı ettiniz. Ahlak dışı buldunuz. Size anlatacağım yeni hikâyelerimden yoksun bıraktınız. Geri çektim kendimi. Umursamadınız. Ben de tüm bu serzenişlerimin anlamsız olduğunu kabullendiğim gün, geri döndüm kaleme.

Bir kere lanetlenmiştim işte, bu hayatta yapabildiğim tek şey hikâye anlatabilmekti.  Yılan Kale’sine döner dönmez hikâyelerimi taşlara anlattım, sümbüllere, yoncalara, ifritlerime… Olmadı, çünkü ah bilemediler, ben sadece insanlarla yek zebandım. Nafile çabalarım beni naçar bırakmıştı. Her gün yerin yedi kat altına süzülen kelimelerinizi damla damla içtim. Tadı hala damağımda, meyan kökü şerbeti gibiydi, başta kekremsi sonra ılık-tatlı. Akabinde, hepsini, dizginlediğim kelimelerimle birleştirdim. Hikâyelerime hikâyeler kattım.  Maalesef ki siz insanların beni dinlemesine muhtaçtım. İçimdeki kelimeler derimi davul gibi gerdi, kusarcasına, coşkuyla hikâyeler anlatmam gerekti. Zamanı gelmişti. Yeniden yanınıza gelmeliydim, artık yeminim, hikâyelerimin altında ezilmişti, bozulmuştu. Dünyaya üçüncü sefer geldiğimde daha temkinli, daha saklıydım ki zaten adım Pinhan’dı. Bu sefer kendi hikâyemi arayacak bu esnada size hikâyeler anlatacaktım. Takdir edersiniz ki Orlando kadar toy olamazdım, bu sefer -Orlando gibi- sizinle bir değil, sizinle tektim. Bu sefer zıtlıklar birleşmiş, ara tonlar belirginleşmiş, biriciklik selam vermişti. Yani, ideal hikâyem buydu. Başta çok sevdiniz anlattıklarımı, çok masalsı buldunuz, sonra beni daha yakından tanıdıkça, sizinle hikâyelerimi pare pare paylaştıkça benden uzaklaşmaya başladınız. Çünkü iki başlı olduğumu öğrendiniz. Beni parmakla gösterip arkamdan güldünüz. Birbirinize kaş göz yapıp benimle alay ettiniz. Bir yandan anlatacağım hikâyelerimi delicesine merak edip bir yandan benden korkup kaçtınız. Anlam veremedim. Anlam zaten büyükçe bir ovaydı, çoraktı, ıssızdı,  bir ileri bir geri gittim durdum. Hikâyelerimi, bu ovada hep rastladığım kendime anlattım. Bu Anlam Ovası’nı sonrasında camdan duvarlarla çevrelediniz. Umutlandım, beni dinlemeye gelen sizlere yepyeni hikâyeler anlattım. Bu sefer tepkisizdiniz. Can hıraş anlattım. Bir. İki. Üç.  Hala tepkisizdiniz. Yani, sanki biri gibi değildim yanınızda, sanki bir şey’dim. Hikâyelerimi anlattıkça yok oluyordum. Epey sonra anladım ki duvarlar ses geçirmezdi. İşte o an utancımdan hemen buharlaşmak istedim. O kadar çok istedim, o kadar çok istedim ki, o gün, o kızgın Tarsus güneşinin altında buharlaşıp uçtum. Sonra her bir zerrem teker teker toprağa çakıldı. Yılan Kale’sine doğru süzülürken, harflerimi darmadağın tuzlu toprağın üstünde bırakmaya karar verdim. Sonsuza dek. Kavrulsunlar istedim, un ufak olsunlar. Kırkları çıkmadan kurtlansınlar. Bende artık söz kalmamıştı. Anlattığınız hikâyeye bir kez daha kanmıştım…

Ve ben Şahmeran,

Buraya elbette aciz olduğum için değil sadece hikâye anlatmaya zaafım olduğu için geri geldim. Size anlatacağım son bir hikâyem kaldı. Siz de şahit olacaksınız ki yeminimi son kez bozuyorum, çünkü biliyorum ki bu dünyanın yeni hikâyelere ihtiyacı var. Çünkü biliyorum ki kelimeler uzun ömürlü ve yan yana gelince de ölümsüz oluyorlar. Ve ısrar ediyorum ki, ancak hikâyelerle birbirimiz olabiliriz. Acı, neşe ve aşk ancak ve ancak hikâyelerle paylaşılır. Utanç, korku ve suçluluk ancak hikâyelerle feraha kavuşur. Ben hikâye anlatmakla lanetlenmişim, anlıyorum ki aslında kutsanmışım. Ve istiyorum ki siz de hikâye anlatıcılığıyla kutsanın ve hikâyesiz kalmış bu dünyaya dağılın. Bunun için yapmanız gereken tek şey, şu arkamda görmüş olduğunuz iki keskin tırpanla, tıpkı beni tanıdığınız ilk hikâyemdeki gibi, parçalara bölüp etimden ufak bir parça yemeniz. Etimi yedikten sonra önce dilinizde sonra kalem tuttuğunuz parmaklarınızda pembemsi puldan ufacık bir kabarcık oluşacak, hiç korkmayın, bu, hikâyelerinizi paylaşırken ilelebet sizinle beraber olacağım anlamına geliyor. Eminim ki sayenizde bu hikâyesiz dünya, hikâyenin kendisinin aslında gerçek bir dünya olduğunu anlayacaktır…

Artık bu bahsi kapatırken, size anlattığım bu son hikâyem, benim sonum gibi görünse de aslında siz insanlar -en iyi hikâye dinleyicileri- için yepyeni bir milat. Yani, en azından ben öyle ümit ediyorum. Beraber ışıldayacağımızı umarak… Dille kalın, sözle kalın, hoşça kalın.

Adana Selden, Misis Yelden, Tarsus Yılandan Gitmeyecek” için 12 Yorum Var

  1. merhaba,
    Seçkiye hoş geldiniz; iyi ki geldiniz. Öykünüzü çok beğendim. Hele bir süredir herkesi merakta bırakan şu Tarsus kazısı mevzusu varken ve söylentilerden biri de orada Şahmeran’ın olduğu iken bundan ilhamla bir öykü okumak hoşuma gitti doğrusu.
    Sanırım yöreyi biliyorsunuz; detayları güzel vermişsiniz çünkü. Öyküye giriş başarılıydı, okuru merak duygusuyla öykünün devamını okumaya yönelttiği için. Öyküleme ve ifadeler de keza güzeldi.
    Umarım başka öykülerinizi de okuruz seçkide.
    Kaleminize kuvvet.

    1. Günaydın,
      Öncelikle nazik yorumunuz için çok teşekkür ederim. Okurken keyif almanıza çok sevindim. Evet, tahmininiz doğru, yöreyi biliyorum, Mersin doğumluyum. Yazdıklarımı Şahmeran sayesinde yazdım, belki de hikayede bahsedilen hamamda bir çok kez bulunmuşumdur. Gerçi parmaklarıma baktımda, pembemsi izler yok. 🙂
      Teşekkürlerimi yineleyerek,
      Muhabbetle,
      e.

  2. Selamlar,
    Bir Adanalı olarak yerli unsurları ve bizden bir şeyleri anlatmanız çok hoşuma gitti. Su gibi akıcı yazmışsınız. Şahmeran hikayesi çocukluğumdan beri sevdiğim bir anlatıdır. Konuşmalarda geçen bazı eski kelimeler de hikayenin gidişatı ve ruhu yönünden beni gayet tatmin etti. Yılan’ın laneti ise sanırım ders çıkarmak isteyen bizler için önemli ipuçları veriyor. Ellerinize sağlık. Keyifle okudum. Başka öykülerde görüşmek üzere. 🙂

    1. Kıymetli yorumunuz için çok teşekkür ederim, öykümü beğenmenize çok sevindim. Şahmeran hem çok yöresel hem de çok evrensel bir figür bu yüzden -gıyabında öykü yazmak dışında- daha çok şeyi hak ediyormuş gibi geliyor bana. Neyse, Şahmeran’ı daha fazla romantikleştirmeden kaçarak uzarlaşıyorum 🙂
      Sevgiler,
      e.

  3. Merhaba;
    Öncelikle başlığı çok etkileyici buldum. Öykünüz de çok güzeldi, akıcıydı. Merakla okudum. Öykü anlatıcılığının bitmeyeceği bir dünya dileğiyle. Ellerinize, yüreğinize sağlık…

    1. Merhabalar,
      İnanır mısınız, öyküyü tamamlayana kadar aklımda başlık konusunda ufacık bir fikir yoktu. Sonra bir söylenti üzerine bu öyküyü yazmıştım ve birden bu söylenti başlık oldu. Okurken keyif almanıza sevindim.
      Sevgiler,
      e.

  4. Öykünüzü beğeniyle, hatta kimi cümlelerini sesli tekrarla okudum, ancak “hoşça kalın” ile sonlanır sonlanmaz tamamlanmamışlık duygusuna kapıldım. İlk iki paragraf olmasaydı ve öykü sadece Şahmeran’ın monoloğundan oluşsaydı ne kaybederdi diye düşündüm, Şahmeran’ın layıkıyla dili olan kaleminiz keşke onu daha uzun konuştursaydı ve belki ilk iki paragraftaki olayları da içeren ve sonuca bağlayan bir hikâye anlatarak gerçeği hikâyeye, hikâyeyiyse gerçeğe taşısaydı diye… Ama sonra metne ister istemez müdahale ettiğimin, bir anlamda Şahmeran’ın amacına bir okur üzerinden daha ulaştığının farkına varıp bu tamamlanmışlık duygusunu memnuniyet duyarak gerekli buldum. Ellerinize sağlık…
    Naçizane önerim, oyun türünde yazmayı da muhakkak denemeniz. Turgay Nar (Şehrazat’ın Oyunu) ile Mehmet Akan (Hikâye-i Mahmud Bedreddin) sizin üslubunuz için çok doğru birer başlangıç olabilir.

    1. Selamlar,
      Zaman ayırıp yazdığınız bu güzel tenkit için çok teşekkür ederim. Elbette okuma tecrübelerimize göre değişir ama her okuyucu aslında yazılmış bir metni her okuduğunda bir kere daha yazar ve bazen metnin kendisi de bunu yapmak için okuyucuya alan tanır; benim öyküm de böyle mi pek bilemedim ama sizin metni yeniden yazma şekliniz çok hoşuma gitti.
      Bahsetmek istediğim bir diğer husus da şu: öykülerimdeki (anti) kahramanların kendi ağızlarından konuşmalarını daha demokratik ve hakkaniyetli buluyorum, oldukça “yapay” oldukları için en azından bunu hakediyorlarmış gibi geliyor bana.
      Bu arada okuma tavsiyelerinizi dikkate alacağım.
      Muhabbetle,
      e.

  5. Merhabalar ve hoş geldiniz seçkiye. Farklı ve güzel bir öyküydü. Öykü havasına giremedim çok. Alışık olduğum ve hoşuma giden bir teknik olmadığı için sanırım. Yani büyük oranda benimle alakalı bu söylediğim. Yine de öykünüzdeki öyküler hakkındaki iyi dilekler yetti beğenmeme. Ellerinize sağlık.

  6. Merhabalar,
    Ben de temanın tılsımına kapılarak ilk defa bu tarzda bir öykü yazdım. Bana da tekniğim dışında çoğu şey yabancı. 🙂 Hayretlerimiz karşılıklı…
    Teşekkürlerimi iletiyorum,
    Sevgiler,
    e.

  7. Merhaba Enver. Hoş geldin.
    Öncelikle ellerine sağlık. Üslubun çok güzel. Hikaye de öyle. Tabi klasik hikaye yapısına benzemediğinden sevgili Osman’ın düştüğü duruma ben de düştüm. Ama ziyanı yok zira bu benimle alakalı 🙂 Çıkış noktanı, fikri işleyişini ve finali yani Şahmeran’ın kendini feda edişini de ayrıca beğendi. Keşke asıl karakterimizin durumuna da değinseydin biraz. Yani Şahmeranı arayıp bulan Hacer ne yaptı? Tabi bu benim kuruntum. Öykü anlatmak istediğini güzelce anlatıyor 🙂

    Kalemine sağlık. Görüşmek üzere 🙂

    1. Merhabalar,
      Belki de Hacer, bize hikayeyi anlatandır, ne dersiniz? Belki Nadire Abla, Şahmeran’dır. Bilmem… 🙂
      Yorumunuz icin cok tesekkurler,
      Sevgiler,
      e.

Nurdan Atay için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *