Öykü

Bandosuz Kulak Gezegeni

“Öyle ki, sonunda, insan derisine bürünmüş yorgun bir tavşan gibi hissediyordum kendimi.”
Sonsuzluğa Nokta – Hasan Ali Toptaş

Gökyüzünde kıpkırmızı bir kulak. Asılı. Asmışlar. Gökyüzüne kırmızı bir kulak asmışlar! Arsızlar! Burada dolunay yok. Geceye kalbini veren utanmış kırmızı bir kulak. Gündüz yok. Gerek de yok. Tavşanlar var. Bir istasyon var. Birkaç anlamsız kaktüs, iklim kurak, fon flu. Gece ebedi olduğuçin gece. Ve elbet yarılması daha kolay. Ebediyeti yaran kolaylıklardır. Lıklardır ki yarılır. İzleriz.

Kulak, hani o kırmızı ve utangaç gökcismini diyorum. Sarsılıyor. Hemen akabinde kir gibi bir lokomotif raylara akıyor. Arkası da geliyor tabii. İmtiyazlar arkasını getirir. Vagonlar rayları giyiyor, bunu yığılırcasına yapıyorlar. Ve gümbürdüyorlar. Tanrım, gümbürdemenin kökenine inenler nasıl da o gecelerin karbon kopyalarına ulaşıyorlardı, hatırlasana. Tanrım, sana bir şeyler hatırlatmanın kederiyle karşı karşıya geldiğimde tek ayak üstündekulaklarımı selamlıyorum. Tekrar gümbürdeyenlere döndüğümde, kulaklı gecenin bağrından geçişlerine şahit olmaya devam ediyorum.

Yalnız istasyona, cilvesiz bir düdük. İstasyon cevap vermiyor. Tavşanlar, kaçışıyor ah tavşanlar. Orada kaçışmak ve sevişmekle yükümlüler. İstasyon şefinin şapkasını kemiren yurttaşlar. Yalnızca kemiriyor namussuz tavşanlar.

Bu esnada gökkubbede, kulak rengini kaybediyor. Utanç bitiyor. Raydan çıkan trenler nereye gider, diye soruyor başka bir dünyada; mavi şapkalı sessiz bir çocuk. Raydan çıkan trenler işte bu istasyonun önünden geçip gidiyor; üstelik bandosuz. Onlar Bandosuz Kulak Gezegeni’nin akşam yemekleri. Ama bu, hiçbirimizin umurunda değil.

* * *

İstasyon şefine dönelim. Şapkalı, öyle şapkalı ki bu şapkayla olmayan kulağını saklıyor. Üstelik kahverengi yeleği yıpranmış. İçinde de beyaz kolalı bir gömlek var.Altta anlamsız bir kapri. Kimse ona, ne bu kılık, diye sormuyor. O yine de cevap veriyor, ama başka sorulara. Sallanan sandalyesinin gerisinde, kapının hemen kenarına dayalı tüfeğine cevap veriyor mesela. Yanındaki dinamit fıçısına cevap veriyor. Raylara, bazen kızaran bazen normal seyrinde dönüp duran kulağa, uzaklardaki madenlere ve kaktüslere ve elbette kahrolası tavşanlara cevaplar veriyor.

Bu cevapları ağzında çiğnemekten büyük keyif alıyor. Sonra tükürüyor. Tükürmesi daha büyük bir keyif. Attığı her adımdan keyif almaya çalışıyor ama bu tükürüklerin başına iş açacağından haberdar değil. En son tavşanların en ceketli ve en silindir şapkalı olanını küstürdü örneğin. Bir ara da kulağı kızdırmıştı. İşte o günler çok fenaydı! Raydan çıkan trenler boşlukta kaybolup israf olmuştu onca vakit. Madenlerden homurtular yükselmişti. Çünkü trenler doğruca madenlere giderdi. Bandosuz Kulak Gezegeni’nin dengesi bozulmuştu. Gezegen bıyıklarını kaybetmiş bir kediye dönmüştü.

İstasyon şefinin onca özrünü kabul etmeyen Kulak için, şef en sonunda kulaklarından birini kurbanvermek zorunda kalmıştı. Trafik ancak ondan sonra eski haline dönebilmişti. Teşekkürler şef!

Şefin dinamit içtiğinden de söz açmak gerek. Bu nasıl tanımlanabilir bilmiyorum. Bakın. Adam dinamitin fitilini yakıyor. Diğer ucunu kuru dudaklarına götürüp birkaç fırt çekiyor. Saniyeler içinde havaya uçabileceği gerçeği umurunda bile değil. Fitil yuvasına iyice yaklaştığında, orta ve başparmağını ağzına götürüp ıslatıyor ve fitili söndürüyor. Belki de o yüzden tavşanla tavşan, kulakla kulak oluyor. Şefi anlamak çok zor. Ancak zaten o da anlaşılmayı beklemiyor. Bir istasyon şefinin anlaşılmayı beklediği, görülmemiş bir şeydir. Kayıtlara geçilsin.

Geçiliyor. Yardan ve serden ve bandosuz bir geceden.

* * *

Ona hak verenler vardı. Vermeyenlerde vardı. Kabullenemeyenler. Sevişmelerine ara verip küfredenler. Sevişmelerine ara vermeden küfredenler. Küfürleri üzerine alınanlar. Alınıp da cevap vermeye cesaret edemeyenler. Cevap verenler. Tekzipler. Fakat niyet önemliler. Aslında hepsi silindir şapkalı tavşanın hor görülmesiyle alakalıydı. Onca tavşan oraya işte bu nedenle toplanmıştı.

Sonunda silindir şapkalı tavşan bastonuyla yere vurarak yurttaşlarının sesini kesti. “Bu,” dedi. “Hepinizin başına gelebilirdi!” dedi. Sesi hâlâ titremekteydi, sinirden. Dün gece ağlarken görülmüştü ve soranlara, “Sinirden,” demişti. Sinirden ağlıyordu. Bir tavşan için bu kadar sinir fazlaydı.Yine de bunu hak etmemişti. Çaresizlik. En çok bu gücüne gidiyordu. İstediği tek şey biraz daha fazla eşelemek ve kilere ulaşabilmekti. Bunu daha önce de deneyen tavşancıklar olmuştu. Bazı operasyonlarda başarı sağlanmış, bu vurgunlar tavşanları ilk defa sevişmekten öteye taşımıştı. Silindir şapkalı tavşanın da istediği buydu. Daha önce açılan tüneller, trenler geçtikçe çöktüğünden bir gün doğumunda yuvasından çıkmış ve kilere doğru kazmaya başlamıştı.

Saatler sonra kilerdeydi. Patilerinde havuçlar, bir başına vurduğuvoliyi düşünüyordu. Diğerlerine haber vermeyerek hata mı etmişti? Önceki vurgunların hepsi ekip işiydi. Ama o yalnız çalışmak istiyordu. Sevişmek zorunda olmasa tavşanların arasına karışmaya hiç ama hiç niyetli olmazdı. Hem bu işin yalnız da yapılabileceğini göstermeliydi. Onun silindir bir şapkası ve ceketi ve bastonu vardı. Diğerlerinin yoktu. Tüm bunların hakkını verebilmeliydi.

Oysa bir havuca dişini geçirdiği an fark etmişti onu: Şef! Daha en başından beri orada olmalıydı. Gölgelerin arasından tavşanı izlemiş, hayvanın başarıya ulaştığını hissetmesini beklemiş ve sonrasında da harekete geçmişti işte. Tipik bir insandı.

Silindir şapkalı tavşan oradan ayrıldığında (kapının dışına şef tarafından sertçe bırakıldığında) poposunda dişlediği havuç ve uçkurunun önünde iple sıkı sıkıya bağlanmış bir teneke kutusuyla baş başaydı.

Yuvaya dönene kadar ağlamış (sinir stres tabii), döndüğünde kendisiyle geçilen dalga nedeniyleağlamasının şiddetini artırmış, poposundaki havuçtan ısırık almaya çalışan yavuklusunu fark edince ise iyice çıldırmıştı. Havuçtan ve teneke kutudan yurttaşları yardımıyla kurtulduktan sonra birkaç gün ortadan kaybolmuş ve şimdi, bu konuşmayı yapmak üzere yuvaya geri dönmüştü.

Dönüşü coşkuyla karşılanmıştı. Aslında buna, eşlerinden sıkılan dişi tavşanların fazladan bir yeni erkekgörme heyecanı da diyebilirdiniz. Öyle ya da böyle silindirli tavşan kendisini dinletmeyi başarmıştı. Toplantının sonu, muhteşem bir sabotaj planına gebeydi.

* * *

Tavşana o cevabı neden verdiğini hatırlamaya çalışıyordu. Rızkına ortak olmaya çalışmış bir tavşana bunu yapmazdı. Ama o gün yapmıştı işte. O tavşanda onu rahatsız eden bir şeyler vardı. Üstelik utanmadan giyim kuşama merak salmıştı hayvan! Yaptıklarını yanlış bulmadı. Zaten sebepleri ve sonuçları pek düşünmezdi. Bir dinamit yakar, ciğerlerine bayram havası üflerdi. Şapkasını çıkartıp alnını karışlar, kulağının olması gereken yerdeki boşluğun kımıldanıp durmasına hayranlık beslerdi. Gökteki kulağa bakar, gelecek trenin istasyonda durup durmayacağını merak ederdi. Bunu hep yapardı. Durmayan her tren için bir dinamit yakardı.

Kulak kızarmaya başlamıştı. Yerini aldı. Trenin raylara düşüşünü, çıkardığı sesi, içindeki yolcuların savruluşlarını hissetti. Dinamiti dişlerinin arasına aldığında, bu trenin de durmayacağını biliyordu. Durmadı da. Tren rayına devam etti. Düdüğünü bile çok cılızca çaldı. Şef hiçbir şeye değil ama, buna biraz bozuldu.

Kalkıp gitmediğine şükretmeleri gerekiyordu. Onu buraya kim koyduysa gelip kendisine som altından bir plaket ve Yaşam Boyu Şeflik ödülü vermeliydi. En azından bunu hak ettiğine inanıyordu. Sonra kalkıp gitse de bu virane dünyada nereye gidebileceğini düşündü. Batı’da gitmeye pek de cesaret gösteremeyeceği, Bandosuz Kulak’ık kalbi madenler, diğer üç yöndeyse aşağı yukarı aynı boş manzaranın kopyalanıp yapıştırılmış hali mevcuttu. En azından kısa yolculuklarından çıkarttığı buydu. Tren yolu tek istikametteydi ve raylar istasyonun önünden başlıyordu. Madenleri görmek zaman zaman mümkün oluyordu. Ama çoğu vakit sis görüş açısını düşürüp Batı’yı pamuğa buluyordu. Şefin madenleri görmek istediği falan da yoktu aslında.

Düşüncelerinden ayrılmak zorunda kalışı hayli şaşırtıcı oldu onun için. Uzun zamandır ilk defa bir fikri dış güçler tarafından bölünüyordu. Zihni büyük bir açlıkla dikkatini dağıtan eyleme yöneldi. Biraz ilerde demiryolu üstünde bir patlama meydana gelmişti. Tren acı bir fren çalsa da alevlerin arasına girmekten kurtulamamış, parçalanan raylar yüzünden ne yapacağını bilemez bir şekilde oraya buraya devrilerek bu sorumluğu üzerinden atıvermişti.

Şef şefliğini hatırlayarak tüfeğine davrandı ve hızla kaza mahalline koşturmaya başladı. Şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. Bir yandan da omzunun üstünden Kulak’a bakıyordu. Onun tepkisi ne olacaktı? Bozulan bu gerçeklik nasıl onarılacaktı? Onarılamazsa yeterince beslenmeyen madenler gerçek yüzünü gösterecek miydi? Belki de hiçbir şey olmayacak, tozlu karyolasında,hıaaağğ, diyerek uyanacaktı. Ama sıcaklık ve patlayıcı kokusu gerçek gibiydi. Demek böyle kokuyordu, dudaklarının ucunda döndürüp durduğu ölüm.

Kokuyu beğendi. Devrik vagonların yanından geçerken içeriden yardım çağrısı olup olmadığına kulak kabarttı. Bir yaşam belirtisi yok gibiydi. Bu canını çok sıktı. Konuşup tartışabilen bir canlıyla karşılaşma arzusu, neredeyse kazaya şükrettirecek konuma getirmişti onu. Ama kimsenin sağ kurtulamadığını öğrenmek hızla gelişmekte olan hayallerini olgunlaşamadan yıkardı. Alevlerin arasına atılırken bu düşe tutundu.

* * *

Onlarca vagonun kimsesizliği ruhuna ağır gelmişti. Alevler lokomotif dâhil ön taraflardaki bütün vagonları sarmıştı. Hepsi boştu. Onca hayalin şen şakrak yolcuları hiçliğe karışmıştı sanki. Hayatı boyunca kavga ettiği şeyleri düşündü. Kulaklar, dinamitler, tavşanlar, kaktüsler… Hiçbiri hiçliği bölmeye yetmiyordu. Şimdi elinde tek bir fırsat vardı ve KinderSürpriz’inin boş çıktığını öğreniyordu. KinderSürpriz’in ne olduğunu bile bilmiyordu. O esnada son vagondan duyduğu hırıltılar hiçliği ve alevlerin çıtırtısını böldü.

Tüfeğinin kabzasını bırakmadan vagonun kapısını çekti. Kapı elinde kaldı. Kapıyı yavaşça yere bırakıp içeri girdiğinde gözleri onunla tanıştı. İzlemeye fırsatı olsaydı filmlerden aşina olacağı bir kareyle karşı karşıyaydı. Küçük bir kız, oyuncak maymunuyla ona bakıyordu. Bacağına anlamsız bir demir girmişti. Acılı bir ifadeyle hırlıyordu. Ağlamıyor, evet hırlıyordu!

Ekran karardı.

* * *

Açıldığında küçük kız sargılı bir bacakla karyolada yatmaktaydı. Şef tütmekte olan trenin enkazına bakıp dinamitinden kesik nefesler alıyordu. İki koca gün geçmişti. Aydan ve madenlerden ses yoktu. Sallanan sandalyesinden kalkıp içeri gitmek istemiyordu. Kızın sancılı ifadesini görmek istemiyordu. Bu işin sorumlusu kim öğrenmek istemiyordu. Eski huzurlu günlerini istiyordu. Neler olup biteceğini zaten az çok kestirebiliyordu.

Madenler homurdanacaktı. Madenler. Madenlerin homurdanmasının bir anlamı vardı ki Bandosuz Kulak’ta buna kıyamet diyebilirdiniz. Dindirilmesi gereken açlık.

Küçük kızla ufak bir konuşma yapma cesaretini gösterebilmişti. Zaten birkaç sorusu vardı: Trende yalnız mıydı? Evet, yalnızdı. Daha önceki trenlerde de onun gibi küçük kızlar mı vardı? Evet, yalnızca küçük kızlar vardı. Maden trenle mi besleniyordu yoksaaa… Buradaki cevap yoksaaa…da gizliydi. Şef üstünde durmadı.

Daha fazla soru soramadı. “Neden sen?” diyemedi mesela. Çünkü aynı sorunun kendisi için sorulmasından korkuyordu. “Şimdi ne olacak?”, “Korkuyor musun?” gibi soruları da soramadı. Koşar adım sandalyesine döndü. Gözler enkaza, söylenmemiş sözler boşluğa sarıldı.

* * *

Tavşanlar yuvalarını terk ettiler. Üzgündüler. Korkmuştular ve pipileri kalkmıyordu. Tavşanlar yuvalarını terk ettiler.

* * *

Madenin ağzı tütüyordu. Sis falan kalmamıştı. Kara kara, acı acı tütüyordu. Onca mesafeden bile yoğunluk belli oluyordu. Yer sarsılıyor ve homurtular yankılanıyordu. Sesler neredeyse anlam bulacaktı. Öfke somuttu. Havadaki çatık kaşları görebilirdiniz. Şef bir kararın eşiğinde olduğunun farkındaydı. Tüfeğini omzuna vurdu. Beline yolluk niyetine birkaç dinamit sıkıştırdı. Hızla içeri girip küçük kızı kolundan tutup ayağa dikti. Kız soru sormadı. Bacağı topallayarak da olsa yürüyebilecek kadar iyi görünüyordu.

Topallayarak da olsa onunla yürüdü. Madenlere doğru. Bir an için bile şefin elini bırakmadı.

* * *

Ağız dev bir treni tek bir lokmada yutabilecek kadar büyüktü. İçerisi ışıl ışıldı. Duman gözleri yakıyordu ve sarsıntılar zaman zaman ayakları yerden kesiyordu. Yerden kesilen ayaklar sütten kesilen bebekleri anımsatıyordu. Düştükçe olgunlaşan. Yol boyunca ağzını bir kere bile açmadı kız. Bir eli şefin elinde, diğer eli oyuncak maymunun boynuna sarılmış. Sessizliği paylaşmak konusunda şef, şefliğini konuşturuyor.

İşte maden, işte kurban, işte ben, gezegenin bekçisi. Kızı alıp bir müddet daha susabilir misin? Ya sonra? Sonra tekrar acıkacaksın değil mi? Asla doymazsın! Raylarda bir tren leşi varken başka bir tren sana gelebilir mi? Sanmıyorum. Kulak çok akıllı, bunu mutlaka görüyordur. Öyleyse bu kızı sırf birkaç gün daha sus diye mi getirdim sana? Off, her şey çok karışık!

Adak vermeye alışkın bir şef için küçük kızı içeri yollamak bir sınav değildi. Kulağını yokladı. Yerinde değildi, güzel. Bu kız buraya yem olmaya gelmişti. Bu kızın kaderi buydu. Onun kaderiyse beklemekti. Trenlerin asla durmadığı bir istasyonda, beklemek.

Kızın elini sıktı. “Git,” dedi. Kız başını salladı ve madenin ağzına doğru birkaç küçük adım attı. Şef kızı bırakmadı.

“Oraya değil.”

“Ama?”

“Koş. Özgürlüğe koş!”

Kızı rayların öbür ucuna savurdu. Neye uğradığını şaşıran kız sendeleye sendeleye madenden uzaklaşmaya başladı. Bakışlarını arkasında bırakmıştı. Omzunun üstünden şefe bakıp duruyordu. Şef madenin ağzında bir süre daha bekledikten sonra içeri daldı. Eli belindeki hayat arkadaşlarının üzerindeydi.

Son dinamitini söndürmeyecekti. Zaten o kokuyu sevdiğini fark etmişti.

* * *

Bir grup tavşan kızın çevresini sarmıştı. Şapkalı olan gülümseyerek, “Bize katıl,” diyordu. “Bir çay partisi verip madenin yok oluşunu kutlayacağız.”

Değiş tokuş edilen kaderler Kulak’ı söndürmüş, gezegenin kalbini dağlamıştı. Madenlerin yıkıntıları üstünden bir şeyler doğmaktaydı. Adına güneş dediler.

Çay partisi çok güzel geçti ve kızın adı Alis’ti.

SON

Onur Selamet

1993 İstanbul. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema ve Televizyon Bölümü mezunu. Çeşitli kısa ve orta metraj film projelerinde yer aldı. Öyküleri kimi dergi ve fanzinlerde yayımlandı. 2013'ten beri üç arkadaşıyla birlikte Marşandiz Fanzin'in makinistliğini yapmaya devam ediyor. İlk öykü kitabı "Ölü Dalgıcın Sonbaharı" ise Eylül 2018'de yayımlandı.

Bandosuz Kulak Gezegeni” için 3 Yorum Var

  1. Heh… 🙂 Tam bir Onur Selamet öyküsü olmuş. Altında imzan olmasa bile sana ait olduğunu şıp diye anlardım. “Tiren”lere veda etmiş olmana rağmen… Tam bir deli işiydi; sıra dışı bir keyif veriyor okurken. Kelime oyunlarınla bayağı eğlendim. Sevdim mi? Bilmiyorum. Peki beğendim mi? Kesinlikle! Kalemine sağlık…

  2. Her zamanki gibi değişik, özgün ve yukarda denildiği gibi ‘tam bir Onur Selamet öyküsü.’

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *