Öykü

Kış Çarkı

Kış uzun yıllar hâkim olduğu topraklardan elini eteğini çekmemek konusunda ısrarcıydı. Bunun nedenini kimse bilmiyordu, o şehirde bilinen tek şey yürek ısıtan bir güneşin neye benzediğini unuttuklarıydı. Güneş ile birlikte pek çok şey gitmişti. Bunlardan bazıları mutluluk, sevgi, aşk, huzur gibi kimilerince olmazsa olmaz şeylerken; bazıları da güneşin sıcaklığından kaçınmak için gidilen göl sefalarından mahrum kalmaktı.

Bu sonu gelmez kara mevsimin, kör talihini kırmak adına o gün tıpkı eskiden olduğu gibi bir grup genç Berrak Göl’e doğru yola çıkmıştı. Hava durumundan kısaca bahsetmek gerekirse, bir kar yağışı beklenmiyordu; ancak iki gün önceden yağan karın hâlâ topraktan silinmemiş olması nedeniyle, yollarda bilek boyu kar yolcuların sinirini bozan en önemli etkendi. Rüzgâr geçen haftaya göre bir nebze azalmış, bulutlar da gözle görülebilecek şekilde incelmişti. Kısacası kışın yaza en yakın olduğu gün büyük ihtimalle o gündü.

Grubun en yaşlı üyesi Denizyelesi adında, kırklı yaşlarında bir efendiydi ki kendisi Berrak Göl’de yüzen son insan olmakla epeyce övünürdü. Zaten bu keskin fikir de ondan çıkmıştı. Yaşına rağmen çocukluğundan gelen hareketliliği, aksi şehir halkına rağmen kaybetmediği bir özellikti. Gerçi o gün Berrak Göl’e yapılacak geziye katılanların hepsi, şehir halkınca öğle aralarında dik bakışlarla kesilen kimseciklerdi. Ya da daha açık anlamanız için denilebilir ki; hâlâ içlerinde bir insan barındıran kişilerdendi onlar.

Gruptaki bir başka kişi, Denizyelesi’nin yeğeni Batak idi. O da kuşkusuz amcasından sonra şehirde en az sevilen ikinci kişiydi. Yirmili yaşlarında, pos bıyıklı, uzun boylu ve iri yapılı; mizaç olarak da çoğu zaman hararetli tartışmalara girebilecek kadar inatçı, aynı zamanda da çok iyi bir hikâyeciydi.

Camay on yedi yaşla grubun en genç üyesiydi. Batak’a göre daha cılız, kalıptan mahrum, yumuşak başlı, ‘hayır’ demesini bilmeyen birisiydi. Tüm bunlara rağmen şehirde kabul edilememişti bir türlü. Çünkü hâlâ eskiler gibi gülmeyi başarabilen belki de tek insandı. Anlattıklarınızın komik olması gerekmiyordu, Camay oradaysa odada mutlaka keyifli bir kıkırtı duyulabilirdi.

Ve bu birbirinden farklı ama aslında çok önemli ortak paydaları olan grubun son üyesinin adı Aruzöpücüğü’ydü. Kısa boylu, kilolu, yüzü çıbanlar ve lekelerle dolu; itici bir insandı. Fiziksel özellikleri nedeniyle şehirce zaten kabul görmek gibi bir ihtimali olmayan Aruzöpücüğü’nün, belki de salt bundan kaynaklı bir sevgiye açlık hissi vardı ki bu his, onu bu insanlarla yollara düşüren şeyin ta kendisiydi…

Bazı şeyler, bazı insanlardan o kadar kolay siliniyordu ki; buna yaratıcı bile şaşırıyordu. Yine de o şehrin insanlığının bu derece kolay silinmesinin nedeni, başka öykülerdeki gibi zamanla yıpranan ve amacını kaybeden insan türünden oldukça fazlaydı. Dış kuvvetler diye adlandırabileceğimiz güçler, bu yaşantılara doğrudan etki etmişti. Bunun en büyük göstergesi yıllardır yüzünü tam manasıyla gösteremeyen güneşti.

Halk ilk günler güneşi ararken, şu sıralar güneşin yokluğuna duacıydı. Çünkü asıl şimdi paranın dibine vurmak, zevklerin doruğuna ulaşmak ve tüm gerçekliklerden soyutlanmanın sırrını çözmüşlerdi. Aşksız, sevgisiz, huzursuz ama yine de tatmin olmuş egolarla…

Tüm bunlardan sıyrılmayı başarabilmiş bir avuç insan, Berrak Göl’e adım adım yaklaşırken Camay’dan sadece bir yaş büyük olduğu için, eskileri tam anlamıyla bilemeyen -belki sadece masallardan- Aruzöpücüğü, “Orada neyle karşılaşacağız?” diye sordu. “Mayolarımızı bile getirdik, hakikaten göle mi gireceğiz?” Bu düşünce dişlerini takırdatmasına sebep olmuştu.

Denizyelesi cevabı pek de düşünmeden verdi. “Kim bilir?”

“Güzel bir kamp, bir tutam araştırma, belki ayaklarımızı serinletme… Gerçekten de kim bilir? Belki de gölün canavarıyla bir düelloya tutuşuruz?” Batak kurduğu son fanteziyle kendinden geçip bıyıklarını sıvazlarken, Camay istemsizce güldü.

Grup yürümeye devam etti, göle az bir yolları kalmıştı…

* * *

Dar patika iki kişinin yan yana zor yürüyebileceği genişlikteydi. Yer yer çamur, yer yer kar ve buz tabakalarıyla yolculuğu zorlu bir mücadeleye çeviriyordu. Ancak grup sonunda mükâfatlarına kavuştu: Göz alabildiğince uzanan gri metalik bir örtü… Berrak Göl hiç de berrak olmayan bir görüntü sergiliyordu. Patikanın sonu bir yamaçla bitiyor, yolun geri kalanı göle doğru zorlu bir eğimle devam ediyordu. Kuşkusuz gölü en rahat izleyebileceğiniz yamaç buydu ve hiç de ‘berrak’ kelimesinin tanımı olan ‘saf, duru’ bir görüntü değildi onların gördükleri.

Denizyelesi gençliğinde ne zaman gitse dudağını uçuklatan bu manzaranın, böylesine değişmiş olmasına kederli bir hayret nidası koyvermekten kendini alamadı. Manzara hâlâ eşsizdi; ancak olması gerektiği kadar değil.

Elbette ki olması gereken hakkında tam bir fikirleri bulunmayan diğerleri, bu görüntü karşısında şaşkınlıklarını gizleyemediler. Göle doğru yamaçtan inerken Camay’ın kıkırtıları, Batak’ın fantezileri ve Aruzöpücüğü’nün mırıltıları eşlik etti onlara. Denizyelesi’nin ağzını bıçak açmıyordu.

Dakikalar sonra Berrak Göl’ün sahiline vardıklarında, sırtlarındaki çantaları yere fırlatıp göle ‘dokunabilmek’ için birbirleriyle yarıştılar. (Tabii ki Denizyelesi hâlâ somurtmaktaydı.) Buz gibi su onlar için önemli değildi, Camay’ın başını suya gömüp çıkardıktan sonra dediği gibi: “Bu eşsiz bir şey!” idi.

Bunca vakit buraya neden gelmediklerini sorguladıklarında, Denizyelesi onlara öfkeli bir bakış daha fırlattı. “Siz buna güzel mi diyorsunuz? Bu mudur eşsiz olan?”

Arkadaşları ona hak vermeye çalışıyor, yaşından ve bilgisinden ötürü ona hürmet ediyordu. Bu nedenle fazla üstelemediler, öğlen yavaş yavaş izlerini akşamüstüne bırakırken onlar da çadırlarını kurdular.

Akşam geldiğinde parlak bir kamp ateşi yakmış, gölün huzurlu dalgalarıyla birlikte keyifli bir sohbete dalmışlardı. Denizyelesi bile değişime tepki vermeyi bırakıp onlara eşlik ediyordu.

Sonunda eğlenceyi sonlandırıp asıl probleme yönelmelerini sağlayan Camay oldu. Batak’ın anlattığı bir hikâyeye gülmesini sonlandırınca, “Bahar ve yaz… Onlar nerede Denizyelesi?” diye sordu.

“Bu, cevabı herkesçe unutulmuş bir soru. Güneş artık buralara uğramaz oldu. Nedeni ne olabilir, hangi tanrı, hangi nedenle bize öfkelenmiş de lanetini üzerimize göndermiş olabilir? İnanın bilmiyorum. Buraya geldik. Her bahar ve yaz eski arkadaşlarımla olduğu gibi -eski arkadaşlardı, çünkü onlar da diğer şehirlilere benzemişti-, buraya geldik. Bizim gelişimiz baharı getirmeyecek belki, ama bunu unutmadığımızı doğaya göstermektir önemli olan. Belki doğa bizi anlar ve belki laneti hava kaçıran bir balon gibi söndürür. Umutluyum, sadece umut. Daha fazlası yok.”

Camay gülmedi, Aruzöpücüğü sevgi arayan gözlerini yerden kaldırmadı ve Batak, aklına yeni bir hikâye geldiğinden bahsetmedi. Hepsi kötü gidişattan dolayı üzgündü. Hepsi ailelerinin, eşlerinin, dostlarının güzel mevsimlerin onları terk etmesiyle kaybettikleri özellikler nedeniyle küskündü.

Yapacak en iyi şey, sabahı beklemekti belki de. Umut etmekti. Sadece umut, ama daha fazlası değil… Bu nedenle grup ateşin kenarındaki çadırlarına çekildiler. Seneler boyu alıştıkları kışı, böylesine yakından hissetmek artık onları üşütmüyordu.

Onları üşüten tek şey, bir daha güneşi tıpkı Denizyelesi’nin anlattığı gibi capcanlı görememe fikriydi. Birbirlerine sarıldılar, birbirlerine ve birlikteliklerinden doğan umuda sarıldılar… Sonra da uyku geldi, ısıttı onları… Sabah ise kulak tırmalayan bir gürültüyle geliyordu, onlar henüz haberdar olmamasına rağmen…

Geliyordu.

* * *

Batak rüyasında yaşadıkları şehri gördü. Dev binaları, karanlık sokakları, kalabalık caddeleri, karlı yolları… Sonrasıysa yıkımdı. Hafif hafif başlayan sarsıntı, yürüyenlerin ayaklarını yerden kesecek şiddete ulaştı. Ardından da taş üstünde taş bırakmadı. Batak gözlerini açtığında, sarsıntının hâlâ nasıl devam ettiğini anlamaya çalışıyordu.

Denizyelesi ve diğerleri de uyanmış, çadırın dışında kopan kıyametin gümbürtüsünü dehşet içindeki gözlerle seyre dalıyorlardı. En sonunda her şey sona erdi. Kulaklar birkaç saniyeliğine sessizliğin farkına varamamışçasına uğuldamaya devam etti. Ardından onlar da sustu. Sessizlik her şeyi yuttu.

* * *

“Bu ne şimdi?”

“Bir giriş olsa gerek.”

“‘Neyin’ girişi.”

“Girmeden öğrenemeyiz değil mi?”

“Ah… Sakın oraya gireceğimizi söylemeyin…”

“Bu bir fırsat.”

Çadır ve göl arasına, daha önce şahit olunmamış bir sarsıntıyla konduruluverilen geçide karşı gelen ilk tepkiler aşağı yukarı bu şekildeydi. Geçit yerin altına doğru iniyor ve göle doğru uzanıp gidiyordu.

“Oraya… Gitmeliyiz.”

Denizyelesi noktayı koymuştu. Batak amcasının kararlılığını bildiğinden, ses etmek yerine yeniden çadır girerek çantaları toplamaya başladı. Camay hâlâ gözle görülür bir dehşet içinde olmasına rağmen, o da Batak’a yardım için çadıra girdi. Aruzöpücüğü ise henüz bir harekette bulunmamıştı. Biçimsiz dudaklarını ince bir çizgi haline getirmiş, katıksız iticiliğinin ardına sakladığı kalbi korkuyla çarpıyordu. Denizyelesi gencin yanına gelip elini omzuna koydu.

“Dün dediklerimi anımsıyor musun?”

Titrek bir onaylama…

“Sadece umut demiştim. Şimdi daha fazlası da var, bu bizim elimizde. Bir işaret… Anlaman gerek!”

Aruzöpücüğü derin bir soluk verdi ve, “Güneş için…” dedi.

“Aynen öyle evlat.”

On dakika sonra çadır toplanmış ve gölün kenarındaki geçidin girişi keskin bakışlarla dikizlenmeye başlanmıştı.

* * *

İlk adım her zaman en zor olanıydı ve en zor olanlar her zaman lider kişilerden beklenirdi. Hayat bir kimseyi, o kişiye sormadan bir anda başa getirebilirdi. Aynı tezin tamamen tersi de geçerli. Hayat bir kimseyi, o kişiye sormadan yok da edebilirdi. Ama sonuç olarak o gün henüz kimse yok olmuş değildi, sadece Denizyelesi bir anda tüm gözleri üzerinde bulmuş ve kendisinden bekleneni fark etmişti.

“Öyleyse peşimden gelin.”

Peşinden gittiler. İlk adımlar zordu, ama gelişme ve sonuç kısımlarındaki adımlar da aynı zorluktan nasibini almıştı. Grup bunu daha sonra anlayacaktı, onlar şu an sadece geçide giriyorlardı…

* * *

Kış yer altında da, yer üstünde olduğu gibi acımasızdı. Toprak nemli ve soğuktu. Geçit gölün altına doğru inerken, Aruzöpücüğü başlarının üzerinde devasa bir su kütlesinin olduğu hakkında yorum yapmış ve Batak tarafından tekmelenmişti.

Işığa ihtiyaç duymuyorlardı; çünkü her daim çevrelerini seçebilecek kadar aydınlık mevcuttu. Onlar da ilerledi, yer yer konuşarak ama daha çok susarak.

Geçit en sonunda geniş bir odaya açıldığında Denizyelesi arkadaşlarına birbirlerine yakın durmalarını söyledi. Hem aşağı, hem de ileri doğru gitmişlerdi. Yani Berrak Göl’den kıyıya kadar epeyce bir mesafe vardı.

Ne beklemeleri gerekiyordu? Sürekli kış mevsiminin devretmesini sağlayan bir yaratık? Bir büyücü? Tanrıların laneti? Küskün bir doğa ana?

Orada hiçbirisi yoktu. Odanın merkezindeki devasa çarklar dışında, hiçbir şey yoktu.

“Bu çark da neyin nesi?” diye sordu Camay.

Batak dişlerinin arasından bir ıslık çaldıktan sonra, “Belki de doğanın çarkları falandır,” dedi. Hayal gücünün işleri büyük bir hevesle çarkın üzerine öyküler kurmaya başlarken, Denizyelesi, “Belki de…” demekten kendisini alamadı. Yeğeni bazen hiç farkında olmadan, çok doğru tespitlerde bulunuyordu. Dünyada hayal gücü kadar önemli çok az şey vardı kuşkusuz.

“Ya neden dönmüyor dersiniz?” dedi Aruzöpücüğü.

“Böyle bir dünya için, neden dönsün ki?”

Konuşan Camay’dı, grubun en neşeli kişisi… Onu böyle görmeye alışık olmayan Denizyelesi, “Bu kadar karamsar olma, her şeyin bir nedeni vardır,” dedi. Çarka doğru yürürken, bakışlarıyla aleti tartıyordu.

Büyük bir gemi dümeni gibiydi, zift karası metalden yapılmıştı. Yere yatay olarak yerleştirilmiş bu çarkın ayakları, toprağın derinliklerine iniyordu, bir ağacın kökleri gibi…

“Şöyle bir çevirsek…” diye mırıldandı Batak.

“Bunun bizimle ilgisi olup olmadığını dahi bilmiyoruz ki.” Aruzöpücüğü titrek bir sesle cevap vermişti, bu odadakilerin dışında -yani şehirde- asla kaile alınmayan bir sesti bu.

“Öyle olmalı. Yoksa eskiyi yâd etmek adına çıktığımız bir gezide, böyle bir sarsıntıyla bu girişi bulmamız rastlantı olamaz.”

Denizyelesi yine noktayı koymuştu. Grup eşit aralıklarla çarkın etrafına dizilmiş, hareket emrini bekliyordu. Adam da arkadaşlarını daha fazla bekletmedi. Ucunda ne olduğunu bilmediği bir kumarın, ilk kâğıdını oyuna sürüyordu.

“İtin!”

* * *

Uyandı.

* * *

Uzun uğraşlar sonunda çark birkaç santim ilerletilmişti, yine de kayda değer bir gelişme yoktu. En azından o ana kadar. O andan sonraysa tıpkı bu geçidin açıldığı an gibi bir titreme sardı yer kabuğunu. Önceki kadar uzun olmayan bu sarsıntı durduğunda havada bir ‘varlık’ asılıydı.

İri bir varlık.

Sırıtan bir varlık.

Aruzöpücüğü’nün kendisinden geçmesine neden olan bir varlık.

Mavi ve siyahın kâbusvari buluşması.

Denizyelesi büyük bir soğukkanlılıkla bayılan arkadaşını omzundan tutup, diğerleriyle birlikte geriye çekilmeye çalışırken yaratık onları izledi. Lambadan çıkan bir cin gibiydi, ayaklarının olması gereken yerde bir bulut kümelenmişti, bedeniyse iri bir gorili andırmaktaydı. Kamburu çıkmış sırtının yanı sıra, pis bir göbeği de -bira göbeğinden beter- vardı. Göbeğinden boynuna doğru kat kat yükselen çarpık bir yağ tabakasıyla kaplı beden, daha çarpık bir kafayla tamamlanıyordu. Ters tutulmuş piramit misali ‘V’ye benziyordu kafası. İki zifiri kara göz, bir burun deliği, bir -sözde- ağız çirkin yüzü tamamlıyordu. Kulakları balık misali başına bitişikti. Deri rengiyse önceden de söylendiği üzere mavi ve siyahın karmaşasından oluşuyordu.

İriydi.

Ve sırıtıyordu da.

“Uyandıra uyandıra, bir avuç çapulcu mu uyandırdı beni?” dedi hoşnutsuz bir sesle. Pürüzlü bir sesti, kulağa çok yabancı geliyordu. Sanki oraya ait değilmiş gibi…

Doğal olarak bir yanıt da alamadı.

“En azından bir iki hatun olaydı.”

Hâlâ cevap yoktu.

Yaratık onaylamaz bir hareketle başını salladıktan sonra, Camay’ı göstererek, “Şu hafif hatuna benzemiyor mu?” dedi eğlenerek.

Camay belki de hayatındaki ilk ‘hayır’ını söylemeye çalıştı. “H-h… ha… HAA… HAYIR!”

“Ha ha ha. Hapşırsaydın bir de. Her neyse, işimize dönelim. Burada ne arıyorsunuz?”

Denizyelesi, “Sen burada ne arıyorsun?” dedi büyük bir cesaretle.

“Bu soru hafif saçmalık kokmuyor mu sanki? Evinizin ortasında dev bir mevsim görseniz ve mevsim size neden orada olduğunuz sorsa ne hissederdiniz?”

“Mevsim… Mevsim derken?” Batak inanamaz gözlerle yaratığa bakıyordu.

“Doğru ya, henüz tanışmadık. Bendeniz Kış, buraların efendisiyim.”

Arızöpücüğü de tam o sırada kendine geliyordu. “Bendeniz Kış, buraların efendisiyim.” Cümlesini duyan genç yeniden kendinden geçti. Denizyelesi onu biraz daha artlarına çekip yere bıraktı.

“Bu durumda, tüm bunların sorumlusu siz misiniz?”

İki iri karanlık merakla kısıldı. “Tüm bunlar mı?”

“Şehrimize yıllardır hâkim olan mevsim… Sizin mevsiminiz. Kış.

“Haa, şu mesele. A, evet. Benden kaynaklı olsa gerek. Hava durumuyla ilgili bir problem mi var?”

“Kış biraz uzun sürmedi mi sizce?”

Mevsim bu soruyu bir müddet düşündü. “Fark ediyor muydu?”

“Elbette fark ediyordu! Bu da ne demek!” Batak keskin çıkışıyla amcasının önüne geçmişti. Kış gence dönerek, “Bunca yıl neredeydiniz?”

Gerçekten neredeydiler?

“Geçer diye bekledik.”

“Lakin geçmedi, öyle mi? Sana bir iki şey söyleyeyim çocuk. Bu dünyada bu da geçer diye beklediğiniz her şey, geçmeyecek şeyler listesinin başını çekiyordur. Zaman her şeyin ilacı falan değil, bunu unutun. Ayrıca bu yaşananların tüm sorumlusu ben de değilim. Sizlersiniz! Sizler güneş varken dahi, yokmuş gibi davrananlarsınız. Sizler ihanet edenler, sizler güneşe arkanızı dönenlersiniz. Ben de bir süre Yaz ile konuştum, ona artık burada bir işinin kalmadığını söyledim. Nedense kabul etmedi, oysa ben bu teklifime balıklama atlayacağını düşünüyordum. Her neyse, biraz güç kullanmak zorunda kalmış olabilirim…

“Ama her şey insanoğluna bir ders vermek içindi. Bu keyifli bir işti, ayrıca yormuyordu da. Şu gördüğünüz çark döndüğü sürece mevsimler gelip geçerdi. Çark dönmüyor ve şimdi sadece ben hâkimim bu topraklara… Yaz’ı bu çarkın altına gömerken bana söylediği son şey, insanların asla pes etmeyeceğiydi. Fakat sizden inanmanızı istediğim bir şey var; artık tek mevsim benim. Ve bunu değiştirecek güç, sizinki değil.”

Kış sözlerini bitirdikten sonra, Denizyelesi dâhil herkesin umudu devasa bir balyoz darbesiyle kırıldı.

* * *

Aruzöpücüğü’nün rüyası, o zamana kadar gördüklerinin en kasvetlisiydi. Önce bir sis perdesi gördü, sonra karanlık… Ardından yeniden sis ve bir tabut. Devasa bir tabut. Tabutun parçalandığını ve içinden bir varlığın çıktığını gördü. Bu bayılmadan hemen önce göz göze geldiği Kış’a benzemiyordu. Ama nedense Aruzöpücüğü’nde öyle bir his uyandırmıştı. Sanki Kış’ın bir başka sürümüydü gördüğü. Yine de bunda iç ısıtan bir şeyler vardı, kalbi hiç olmadığı kadar farklı atıyordu.

Karşısındakini anlatmak istese, bunu beceremezdi büyük ihtimalle. Çünkü her saniye bir başka geliyordu göze. Bir an kırılgan, ince belli bir kadınken, diğer an kızıl bir anka kuşuydu. Bir an masallar âleminden kopmuş bir prenses, bir an ise sadece ışıktı. Şiir gibiydi, belki de sırf bu yüzden kendisine böylesine yakın hissediyordu Aruzöpücüğü.

“Beni kurtar…” dedi ışık, melodik bir sesle. “Sana yardım edeceğim…”

Genç içinde bulunduğu anın gerçekliğini kavrayamamaktaydı. Yine de sordu: “Nasıl?”

“Sevgini göster ona. Her şeyin eski haline dönmesini istiyorsan, bunu yapmalısın.”

“Kış’tan mı bahsediyoruz? Bunu nasıl yapacağım ki!”

Melodik ses dans edercesine dokundu tenine, “Bence bunu nasıl yapacağını biliyorsun… Şimdi, uyanmalısın.”

“Dur!”

Dur, denildiğinde pek çok şey durmaz. Yaz da durmamıştı, Aruzöpücüğü korku dolu kahverengi gözlerini açarken hâlâ nasılın peşindeydi. Kış’ın neresine, nasıl bir sevgi gösterebilirdi? Ve o parçalanan tabut? Yaz o tabutta mıydı? Öyle bir şeyi nasıl parçalayabilirdi?

Tüm bunlardan önce, gözlerini arkadaşlarına çevirdiğinde hepsinin başının dertte olduğunu anladı. Kış onlara doğru geliyordu ve sevginin gücünü dinleyecek gibi durmuyordu.

Aruzöpücüğü hayatında düşünmediği kadar düşündü.

Hayatı için düşündü.

Ve Yaz için.

* * *

“Şimdi ne yapacağız Denizyelesi?” Batak’ın sesi bir radyo cızırtısı gibi çıkmıştı. Ama amcası ne dediğini gayet iyi anlamıştı, “Bilmiyorum… Buraya kadar geldik ve… Ve şimdi olanlara bak!”

Camay sessizce iç geçirdi, son kez gülümsemek istemişti belki de. Beceremedi. Kış ziyaretçilerinin sonunu getirmek üzere yaklaşıyordu. Sırıtan da oydu, oradaki tüm sırıtışlar şu an Kış’a hizmet ediyordu. O topraklar gibi…

“Aslında sizin için öyle korkunç bir son olmayacak bence. Şimdi söyleyin donmak mı istersiniz, boğulmak mı? İyice yükselip yere çakılmak mı, direkt yerin dibine gömülmek mi? İnanın birkaç yıl önce insan yemeyi bıraktım, şahsi algılamazsınız umarım.”

Bir kahkaha daha…

“Hey sen! Yemeyeceğim dedim, ne de diye koşuyorsun bana doğru?”

Kimse Kış’ın ağzından çıkanları anlamadı. Aruzöpücüğü’nün şaha kalkıp koşmaya başlamasına kimse inanamadı. Denizyelesi’nin yanından rüzgâr gibi geçti, o daha tutmaya davranamadan Kış’ın ayaklarının olması gereken bulutların arasındaydı.

“Ee, yumruklayacak mısın beni?”

Yumruklamadı. Bunun yerine eşsiz koşusunu kuvvetli bir sıçrayışla sonlandırdı. Yükseldi ve Kış’ın göbek deliğinin hemen altına bir öpücük kondurdu.

Ve olan oldu. Kış yüzünü buruşturarak, “Yine mi! Seni küçük solucan, yaptığını beğendin mi!” diye haykırdı. Bir rüzgâr aldı odayı ve Kış’ın bulutları dağılmaya başladı. “Bunu sana ödeteceğim! Beni bekle! Geri geleceğim solucan!”

Ve bulutlarla birlikte Kış da silindi odadan. Şimdi yeniden bir başlarınaydılar.

* * *

“Sen… Aruzöpücüğü sen ne yaptın?!” Denizyelesi yaklaşık üç dakikadır yerinden kıpırdayamamıştı. “Bu… nasıl mümkün olabilir?!”

Camay arkadaşını kucaklarken, “Harikaydın!” dedi. Batak da hemen yanındaydı.

“Bi… Bilmiyorum, bir rüya gördüm… Yaz’ı kurtarmalıyız.”

Çarka doğru yönelirken grubun kalanı onu izledi. Soru sormanın vakti değildi, Kış gitmişti. Ama ‘Beni bekle!’ deyişi öyle gerçekçiydi ki… Sanki o her saniye geri gelmeye bir adım daha yaklaşıyordu. Aruzöpücüğü anı kurtarmıştı ve şimdi sıra mevsimi kurtarmaktaydı.

Çarkın kollarına tıpkı Kış’ı uyandırırkenki gibi asıldılar. Çark tuhaf bir iniltinin ardından hareket etmeye başladı. Buna bütün güçlerini vermeleri gerekiyordu, bir tam turu tamamladıklarında; toprağın altında çatırdama sesleri geliyordu. Sanki derinlerdeki çarkın dişleri bir şeyleri parçalıyordu. İkinci turda çatırdamalar sonlanmış, üçüncü turdaysa hiçbir zorlukla karşılaşmıyorlardı.

Çarkın merkezinden aniden fışkıran kızıl ışık, onlara üç tam turun yeterli olduğunu fısıldıyordu. Her şey sonlanmışı. Çarkın altına gömülü olan tabut parçalanmış, mevsimlerin en güzeli özgür kalmıştı.

* * *

Normale dönüş ise biraz daha uzun sürmüştü. Grup kızıl ışıkla tanışma şerefine eriştikten sonra, evlerinin yolunu tutmuşlardı. Yolun bir kısmında Aruzöpücüğü omuzlarda taşınmış, adeta bir kahraman edasıyla övgüleri kabul etmişti.

Hepsi Yaz’ın yardımından dolayı ona minnettardı. Geçidi açan da, Aruzöpücüğü’ne yol gösteren de oydu. Belki o gün, Denizyelesi’nin aklına eski günleri düşüren de Yaz’dı. Bunu kimse bilemezdi.

Sonuçta Kış’ın izleri yavaş yavaş yok olmaya başlamıştı, karlar eriyor, hava artan bir ivmeyle ısınıyordu. Bahar yüzünü göstermişti. Şehir halkı bu değişimi büyük bir şaşkınlıkla karşılamış, eskiyi hâlâ hatırlayanların keyfine ise diyecek yoktu.

Huzur, mutluluk, aşk gibi kavramlar yeniden yeşermeye başlamıştı yüreklerde. Göklerdeki güneşle birlikte, yıllar sonra asıl yerlerine dönüşlerini kutluyorlardı.

Aruzöpücüğü de halinden memnundu. Kışın yeniden geleceğini biliyordu. Hiçbir şey kalıcı değildi. Kış bile… Mevsimler gelip geçecekti. Çark dönüyordu.

Ama şimdi bunu düşünmenin gereği yoktu. Berrak Göl onları bekliyordu. Denizyelesi ona yüzmeyi öğretecekti.

Onur Selamet

1993 İstanbul. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema ve Televizyon Bölümü mezunu. Çeşitli kısa ve orta metraj film projelerinde yer aldı. Öyküleri kimi dergi ve fanzinlerde yayımlandı. 2013'ten beri üç arkadaşıyla birlikte Marşandiz Fanzin'in makinistliğini yapmaya devam ediyor. İlk öykü kitabı "Ölü Dalgıcın Sonbaharı" ise Eylül 2018'de yayımlandı.

Kış Çarkı” için 3 Yorum Var

  1. Şimdiii…

    Bu öyküyü sonradan, aklında hiç bir fikir yokken çıkartman ilk olarak takdir edilmesi gereken bir durum. Nedense bu tür hikayeler, iyi yazarlar tarafından yazıldı mı, acayip derecede sevilir olurlar. İşte seninde yazmış olduğun öykü, bu kategoriye giriyor. 🙂

    Sevecen karakterler, kurguya yakışacak isimler, sağlam bir kurgu, geniş bir mekan, ve tabii başlık. Her biri birbirinden güzel! İlkbahar temasının en güzel kısmı, bu tür yazıların ortaya çıkması oldu sanırım ve seninde bu yazının ilgi çekici kısmı, mevsimleri ifade ederek onlara bir anlam kazandırman olmuş. 🙂

    Ben özellikle Kış karakterini çok sevdim. Acep sonralardan, yine kış vakti geldiğinde bu çocklara neler olur merak ettim bak şimdi…

    Ellerine sağlık. 🙂

  2. Bu ay, Kış’ın ikinci kez mat edilişiydi bu 🙂 Ben de tam aksine senin yazdığın kış karakterini daha çok beğendim. Benimkisi oldukça sıradan ve sade iken seninkisi hem karakter olarak hem de fiziksel betimleme olarak daha üstün. Bulduğun isimlere de hayran kaldım bu arada. Arka plana oturttuğun dünya da oldukça ilgi çekici. Kısacası bunu da çok beğendim 🙂 Kalemine sağlık…

  3. @ magicalbronze

    Öncelikle yorumun için teşekkür ederim abi. Senin desteğin olmasaydı, büyük ihtimalle bu öykü var olmayacaktı. ‘Bir günde yazdıklarım…’a yeni bir dosya daha eklememe yardımcı olduğun için mutluyum.

    İsimleri beğenmene ayrı olarak sevindim, çünkü ben de keyif almıştım bu isimleri kullanırken. Favorim ‘Aruzöpücüğü’… İsmiyle güzel bir şekilde bağladığımı umut ediyorum, her şey doğaçlama…

    Kış’ı ben de çok sevdim, belki ileride yeniden geri dönebilir. Neden olmasın? : )

    @ mit

    Teşekkürler dostum, aynen dediğin gibi Kış’ı bir kez daha geldiği yere gönderdik! : ) Karşılıklı beğenişmek de mutluluk verici. Sağ olasın.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *