Öykü

Klüver-Bucy

“Kahretsin!”

Telefon zırladığında irkilerek üstüne döktüğü sıcak kahveye karşılıksız birkaç küfür savurdu genç kadın ve bir an telefonu mu açacağına yoksa üstünü mü temizleyeceğine karar veremedi. Sıcağın yaktığı tenine acı yavaş yavaş yerleşirken soğuk su müdahalesi yapmak için geç kaldığından açık olan teni kızarmaya başlamıştı ve kıyafetin altından da yavaş yavaş kızardığını çok iyi biliyordu. Olur olmaz her durumda fütursuzca kızaran utangaç yüzüyse bu kez duruma tepkisizdi. O zaten renk değiştirmemesi gereken durumlarda renk değiştirirdi sadece.

Tüm teknolojik aletlere olan rutin tavrını takınarak telefonu duymazdan geldi ve üstündekileri çıkardı sonra. Kollarından sıyrılıp koltuğa akan ve rengini birkaç ton koyulaştıran kahveye çok temas etmemeye çalışarak kalktı yerinden. Elindeki kirli kıyafetlerle teninin nemini alarak banyoya yöneldi.

Kahverengi gözlerine pek yakışmayan sarı ve düz saçlarını aynanın karşısında başının üzerinde topladı ve kabini açıp tepeden akmaya başlayan suyun altına girdi. En az telefonun irkilttiği kadar irkilten soğuk su aynı zamanda hafif yanmış olan cildine deyip, acı biberin üstüne içilen sıcak çayın yaptığı etkinin aynısını yapıyordu. Tıslayarak, sudan bir kaçıp bir tekrar altına girerek zayıf bedenini yıkadı ve gereksiz yere uzatmadan terk etti kabini.

Tam çıktığı anda tekrar çalmaya başlayan telefon bu kez de onu acele ettirerek havluyu elinden düşürmesine sebep oldu ve alçak dereceden birkaç küfür daha ekledi hanesine. Havluyu yerden alıp hızla bedenine doladı, koşup yetişerek ıslak eline aldı telefonu.

“Alo?”

“Hah, neden açmıyorsun telefonu? Ne yaptın konuştun mu doktorla?”

Duyduğu ses karşısında bıkkınlıkla bir iç çekti ve telefonu hoparlöre alarak konuşmaya yüksek sesle devam etti.

“Evet anne, konuştum.”

“Ee, neymiş?”

“Tam anlamadım. Klüver bilmem ne diye bir hastalıktan şüpheleniyormuş. Beyinle ilgili bir problemmiş. Ama önemli bir durum değil dedi. Beden sağlığını etkilemiyormuş. Zaten emin olmak için İstanbul’a falan gitmem gerekmiş.”

“Beyin mi? Ya, yirmi beş yaşındasın sen Aslı, beyin problemi olması için çok erken değil mi kızım ya?”

Kadının sesindeki endişe kızın seslice oflamasına sebep oldu. Sanki ne kadar tehlikeli olduğu önemli değildi, hatta iyi gelecek bir şey olsa bile kadın “Beyin Problemi”ni duyunca bu tepkiyi verecekti. Tesiri kuvvetli, iki kelimeden oluşan söz dizilerinden yalnızca bir diğeriydi “Beyin Problemi.”

“Anne dedim ya bir şey değilmiş, zararlı değilmiş, uzatma ne olur. İşim var,” dedi bir yandan sütyen kopçasıyla savaşırken.

“E zaten neden şüphelenip kontrole gittiğini de söylemedin bana. Şimdi de beyin diyorsun zararsız diyorsun. Ne bileyim yani, eminsin değil mi?”

“Of, evet anneciğim. Hadi kapatmam lazım çok öpüyorum seni.”

Kadın çaresiz “Tamam,” dedi. “Dikkat et kendine.”

Cevap vermeden aceleyle kapattı telefonu Aslı, sanki şimdi kapatmasa uzayacakmış da bir daha hiç kapatamayacakmış gibi. Annesini elbette ki çok seviyordu, ama telefonda ona uzun uzun dert anlatmak sinirlerine dokunuyordu. Ve annesi konuşma uzatmak konusunda sınır tanımazdı.

Sonunda iç çamaşırlarını giymeyi başardıktan sonra doğruldu. Az sonra sevgilisiyle buluşmaya gideceği için dolaptan en sevdiği elbiseyi seçti ve giydi. Saçlarını açtı, hafif bir makyaj yaptı. Sonra da aynada kendi kahverengi gözlerinin ta derinlerine bakarak “Hah,” dedi. “Bilmem ne sendromuymuş!”. Sadece dertleşmek için arkadaşıyla bir şeylerini paylaşmış ve tavsiyesi üzerine sonunda kendini doktorda, o aptal adamın yanında bulmuştu. Şüphelendiği bir hastalık bulması uzun sürmemişti ama Aslı kendisinde bir problem olduğuna, duygularının tuhaf olduğuna inanmıyordu. Her şey normaldi. Embesil doktorun beyninde bir problem olması kendinde olmasından çok daha olasıydı, adam doğru düzgün konuşamıyordu bile.

Hem o doktor da kim oluyordu? Hiç âşık olmuş muydu o gerçek anlamda? O ilgisiz ve duyarsız, bakışlarını odaklayamayan gözleri bir başkasına özlemle bakmış mıydı? Tombul elleri temas etmiş miydi? Sevgilisinin tenine dokunabilmek için çıldırmış mıydı hiç? Çok şey görmüş müydü? Pembenin içindeki maviyi, yeşildeki siyahı görebilecek kadar gözlemlemiş miydi dünyayı? Yemekten başka şeylerden haz alabiliyor muydu? Aslı kadar zevk alabiliyor muydu bazı şeylerden?

Hayır, alamıyordu. Ve bir kez tadına bakabilse, Aslı emindi ki onun hayatını, hislerini ve zevklerini alabilmek için her şeyi yapardı. O küçük poliklinik odasında oturup çok biliyormuş gibi ahkâm kesmekten çok daha fazla şeyi yapardı.

Sevgilisi geldi sonra gözünün önüne ve aklında başka ne var ne yoksa hepsini kum birikintilerini bir anda dağıtan güçlü bir rüzgâr gibi dağıttı ve parlak, istekli ışıklar olarak gözlerinde odakladı. Aynada kendi parlayan bakışlarına baktıkça daha mutlu, daha güzel hissetti kendini ve sevgilisinin karşısında olduğunu hayal ederek gülümsedi. O da böyle mi görüyordu Aslı’yı acaba? Gözleri farklı mı bakıyordu ya da? Az sonra yanında olacak olsa da hayali bile mutlu ediyor, yeterince tatminlik veriyordu. Sanki neredeyse dokunabiliyor, pürüzsüz tenini hissediyor, sıra dışı kokusu içine doluyordu düşündükçe. Aralarında metreler değil de sadece zorlanması gereken düşünce yolları varmış gibiydi. Dilinin ucuna gelmek üzere olan şarkı sözleri kadar yakındı sanki.

Son birkaç rötuşla iyi göründüğüne karar verdi ve çantasını kapıp çıktı küçük evinden sımsıcak açık havaya.

Çıkar çıkmaz kendini bulduğu sokak sanki ilk kez görüyormuş gibi bir kez daha büyüledi genç kadını. Restorasyon penceresinden en az eski halleri kadar harika görünen o sarı taştan, yüzyıllık evlerin sıralandığı, yer yer kırmızı kumaşla kaplı hasır masa ve sandalyelerden oluşan nezih mekânların bulunduğu bu taş döşeli Kafeler Caddesi, muhtemelen tarihi boyunca da böyle tarih sarısı ve asalet tonu kırmızısının hâkim olduğu muhteşem bir yer olarak durmuştu burada.

Şimdi ev sahipliği yaptığı tek tük iğrenç motor ve araba, sigara dolu estetik yoksunu bakkallar olsa da bunlar bu muhteşem dokuyu, masmavi harika bir manzara karesinde yanlışlıkla yüzünü göstermiş ufacık bir sivrisinek kadar bile bozmuyordu. Yürüdükçe ayakkabıları taşlarda tıkırdıyor, birkaç ay önce hiçbir bağı olmamasına rağmen beğenip yerleştiği bu ilçenin onda ne büyük ve vazgeçilmez bir yeri olduğunu her tıkta hatırlatıyordu.

Kefeler Caddesi’ni ve beyninin kapılarını aralayıp içine sızdırdığı hisleri geride bırakıp İstasyon Meydanı’na yöneldi. Zaten küçük olan ilçede bir yerden bir yere gitmek için çok yürümeye gerek olmuyordu ama Aslı heyecanından adımlarını zorluyor, yürümek ve koşmak arasında bocalayan bedenine mahkûm bacaklarının isyanına aldırış etmiyordu.

Görüş alanına giren meydanda her günkü gibi raylarda bekliyordu sevgilisi onu. Esmer teni gözlerini kamaştırıyor, hiç kıpırdamadan duran iri bedeni genç kadını kışkırtıyordu. Onunla ilk karşılaşması da İstasyon Meydanı’nda olmuş, ondan sonra da her gün aynı yerde buluşmuşlardı.

Hem bacaklarını hem de kalbini yatıştırmak istercesine kesti hızını. Heyecanı görme isteğinin verdiğinden görme durumunun verdiği heyecana doğru yön değiştiriyordu. Bu arada yüzü yavaş yavaş daha fazla gülüyor ve kızarıyordu. Ne aşktı bu! Onu her gün görüyor olmasına rağmen bu duygu karmaşalarına karşı elinden hiçbir şey gelmiyordu. Ne alışma ne de sevgisinde azalma oluyordu. Onda bir hastalık varsa o da buydu: Aşk! Muhteşem bir hastalıktı üstelik. Daha önce hiç böylesini hissetmemişti.

Sonunda sevgilisinin yanına vardı ve gözlerini bir an bile ayırmadan, kırpmadan oturdu. Bir süre hiç konuşmadan bakıştılar. Genç kadının gözleriyse hiç ağzı gibi susmuyordu. Onları yaşarana dek kapatmıyor, sanki biraz daha biraz daha bakmak istiyordu. En ufak bir hareketini kaçırmayı göze alamıyordu. Uzaktan ise çok farklı bir çift olarak görünüyorlardı, bu simsiyah tenli, iri, esmer Alman ve beyaz Türk kızı alışılagelmiş çiftlerin çok çok dışındaydı. Aslı’nın bunu umursadığı yoktu tabi. Düşündüğü ve umursadığı tek şey sevgilisinin her gün ezberlediği vücudunu sanki unutmuş gibi bir kez daha ezberlemekti. Gece, ilerlerken sıcaklığından hiçbir şey kaybetmiyor, genç kadının vücudun giderek arttırdığı ısısı ise duruma hiç yardımcı olmuyordu. İçindeki yoğunluktan biraz olsun kurtulabilmek için sonunda konuştu.

“Seni çok özledim sevgilim.”

Sevgilisi cevap vermedi. Birden bire başlayan ama serinlik taşımakla hiç alakası olmayan ufak bir esinti saçlarını savururken tenine dokundu sevgilisinin.

“Bugün doktor aradı. Söylemiştim ya dün gitmiştim, onun sonucu için. Güya bir hastalığım varmış falan da filan. İnanmadım tabi, çok saçma. Ama sen sakın merak etme. Olsa bile önemli bir şey değilmiş. Beyinle ilgiliymiş ama zararsızmış.”

Biraz daha sokuldu ona. Gün boyu yaptıklarını en ince detaylarına kadar, karşısındakini sıkabileceği ihtimalini bile düşünmeden anlatıyordu. Onun tarafından sevildiğini biliyor, bunu hem kendinin hem de onun her zerresinde hissediyordu. Sevgilisinin sessizliğinin yarattığı boşluğu da doldurmak istercesine hiç susmadan konuşuyordu. Dakikalarca, anlatacağı hiçbir şey kalmayıncaya kadar anlattı, anlattı, anlattı ve sonunda yorulup da konuşacak her şeyi tüketince başını yasladı.

“Konuşamadığını biliyorum ama seni duymayı çok isterdim. Karşılıklı konuşmamızı isterdim… Bak bize ne kadar tuhaf bakıyorlar. Konuşamadığın için seni seviyor olmam çok mu garip yani? Bana her şeyi hissettiriyorsun. Beni sevdiğini, istediğini… Konuşmuyor olsan da dert değil çünkü ne düşündüğünü biliyorum. Seni tanıyorum. Bize tuhaf tuhaf bakan içi boş aptallardan çok daha mükemmelsin. Buraya gelip her gece seni görsem de hep daha fazlasını istiyorum.” Doğrulup baktı sevgilisine. Bakışlarında hem sonsuz bir sevgi vardı hem de hüzün. Hiçbir kusuru canını sıkmıyordu ama yetinemiyordu da. Her aşığın böyle nankör olduğunu biliyordu. Her an yanında olsa, saatlerce karşılıklı konuşsa, geceleri sarılıp beraber uyusa bile yetinemez, daha fazlasını isterdi. Biliyordu ki ne kadar ileriye giderse gitsin doyamayacaktı sevgilisine. Hislerinin karşılıklı olmasına tutunuyordu ancak, böyle bir aşkı hissettiği için çok şanslı olduğunu düşünüyor ve bununla avutuyordu kendini.

Gereksiz melankoliyi aceleyle süpürdü aklında ve tekrar odaklandı sevgilisine. Gülümsedi.

“Birbirimizi sevmek için sözcüklere ihtiyacımız yok.”

Kendiyle çelişircesine iki malum sözcüğü söylemek istiyor, ama erken olmasından korkuyordu. Hiçbir şeyi bozmak istemiyordu. Sözcükler bekleyebilirdi.

Ama öpücükler bekleyemezdi.

İçinden coşup kabararak gelen dürtülere engel olamadı ve dudaklarını siyah tene yapıştırdı. Başta küçük küçük öptü, sonraysa asıl istediği aşamaya geçmek için araladı ağzını. Yüzünün kıpkırmızı olduğunu biliyor, kalbi de güm güm çarpıyordu ama aldırış etmedi çünkü sevgilisinin de heyecanlandığını biliyordu. Sadece öpücüğe odaklanmaya çalıştı. Dilinin yaptığı karşılıksız devinimlerde arzuladığı tenin tadını alıyor, bir an bile ayrılmadan dakikalarca devam etmek istiyordu. Elinde olmadan gözleri kapanıyordu mutluluktan, ama farkına vardığı an aynı zamanda onu görebilmek için açıyordu gözlerini. Daha önce başkalarıyla da öpüştüğü olmuştu, ama hiçbir zaman böyle muhteşem bir deneyim yaşamamıştı. “Tabi,” diye düşündü. “Çünkü onlar doğru kişi değillerdi.”

Saniyeler gibi geçen ama ancak yılların bırakabileceği tesiri bırakan bir dakikanın ardından serbest bıraktı kendini ve renkleri tamamen farklı olan iki teni ayırdı birbirinden. Dudakları şişmiş, kızarmış gibi hissediyordu ama çok normaldi. Yüzü de kızarmıştı ama bu da normaldi. Duyguları içine sığmıyor, dalgalanıyor ve taşıyordu adeta.

Bir süre hiç konuşmadan sarıldı sevgilisine ama saat gece yarısına yaklaşınca küçük masum bir öpücük kondurarak hiç istemeden ayağa kalktı.

“Şimdi gitmem lazım sevgilim. Keşke yanımda gelebilsen…” içini çekti ve devam etti. “Yarın yine geleceğim. Hoşça kal.”

Gözleri odağını kaybetmemek için, ayakları uzaklaşmamak için dirense de zorla hareket etti Aslı. Sık sık arkasına bakarak yürüdü. Sonunda görüş alanından çıkınca meydan, o da gecenin verdiği hislerin etkisiyle rüyadaymışçasına uçarak evine doğru yürüdü.

Evine girdiğinde dudaklarının ve ellerinin mümkün olduğunca az şeye temas etmesine dikkat ederek üzerini değiştirmeden ve ellerini yıkamadan yatağına uzandı. Onun dokusundan hiçbir şeyi kaybetmek istemiyor, kokusuyla uyumak istiyordu. Geceyi düşünüyor, zihninde tekrar tekrar defalarca yaşıyordu. Ertesi gün gittiğinde ona o iki kelimeyi de söylemeye karar verdi. Sadece onun yanında kendisiydi, o halde hiçbir şeyi saklamasına ve planlar, hesaplar yapmasına gerek yoktu.

Gözlerinin önünde sevgilisinin hatları yavaş yavaş bulanıklaşırken, hayatında yaşadığı en güçlü duyguyla ve onun kokusuyla uykuya daldı. Hemen kendinden geçtiği için de dış kapının önündeki kediyi yerinden sıçratan, uzaktan gelen patlama sesini duymadı.

Ertesi sabah uyandığında kendini tamamen arınmış ve harika hissediyordu. Hemen duş aldı, aceleyle giyindi ve kahvaltısını yaptı. Hemen sevgilisinin yanına gidecek ve onu sevdiğini, çok sevdiğini söyleyecekti. Sevgilisi de ona teniyle, enerjisiyle cevap verecekti ve Aslı bu kez yanında kalacak, gece bile gitmeyecek, orada uyuyacaktı. Eğer sevgilisi onunla kalamıyorsa, o sevgilisiyle kalırdı o zaman.

Evden çıktı ve bu kez hiç çekinmeden koşarak gitti meydana doğru. Çok daha kısa sürmesi gereken yol sabırsızlığından dolayı çok uzun sürüyormuş gibi geliyordu.

Meydana vardığında kalabalık bir grubun rayların etrafında toplandığını gördü ve kalbi sıkıştı. Yoksa başına bir şey mi gelmişti? Aşktan hızlanan kalbi bu kez atışını endişeden hızlandırdı ve bilinçli düşünemeden sadece ilkel dürtülerle yaklaştı oraya.

Ama raylar boştu. Hem de bomboş. Harap olmuştu ortalık, biraz yanık biraz da kan kokuyordu. Simsiyahtı yerler. Ama sevgilisinin teninin siyahı değildi bu.

Gözüne kestirdiği ilk insanı kolundan tuttu ve “Ne oldu burada? Raylar neden boş?” dedi donuk bir sesle.

“Abla haberi duymadın mı? Dün patlama oldu burada. Allah’tan patlayan hainden başka ölü yok da, yaralılar var. Bir de tren haşat olmuş, götürmüşler,” eline bir tomar kâğıt tutuşturdu adam. “Al, oku. Burada da yaptılar sonunda!”

Duyduğu kelimelerin çoğunu idrak edemeyerek, idrak ettiklerine inanamayarak bir süre dikildikten sonra elindeki gazeteyi okumak geldi aklında. Gözleri satırlarda hızlı hızlı gezinirken, bitirip başa dönerken ve tekrar bitirip tekrar başa dönerken sevgilisine baktığı gibi bakmıyorlardı kâğıda. O kadar ifadesizdi, o kadar uyuşmuştu ki o gözlerinden yaş bile akamıyordu. Öylece duruyordu sadece. Şimdi ne yapacağını, nereye gideceğini, ne düşüneceğini bilmiyordu. Önceki gece içine dolan duygular batan bir gemi gibi derinlere inip çakılırken, derin hasarlar bırakırken o sadece duruyordu ve susuyordu. Tıpkı sevgilisinin hep sustuğu gibi.

Düşünebildiği tek şey “Keşke hiç gitmeseydim de ben de burada onunla beraber ölseydim,” oldu. Hiçbir yere çıkmayan iki kısır ucu olan rayların ortasında dizlerinin üstüne çöktü ve başını ellerinin arasına alarak ağlamaya başladı.

“Tarsus’ta patlama!

Dün gece 00:30 sularında İstasyon Meydanı’nda gerçekleşen canlı bomba vakasında halktan hiç can kaybı yaşanmazken 11 kişi yaralandı. Birçok farklı insanın kardeşçe yaşadığı ilçede yaralıların kaldırıldığı bölge hastanesinde toplanan halk isyan etti.

Terör örgütünün henüz üstlenmediği ve hakkında sessizliğini koruduğu patlamada, Atatürk’ü 1923 yılında Tarsus’a getiren ve 2008 yılında törenle Meydan’a yerleştirilen Alman yapımı siyah tren ise büyük zarar gördü. 83 yaşındaki tren onarılamayacak kadar hasar aldığı için meydandan uzaklaştırıldı.”

Klüver-Bucy” için 5 Yorum Var

  1. Klüver-Bucy Sendromu kişilerin nesneleri ağızlarına sokmalarına ve uygunsuz seksüel davranış göstremelerine yol açan nadir görülen nörolojik bir hastalıktır. diğer semptomlar normal korku ve kızgınlık reflekslerinin kaybolması, hafıza kaybı, bunama’yı içerebilir.

    Sen yazmamışsın ben yazıyim dedim 😉

    Ellerine sağlık

    1. Aslında ben o noktayı biraz havada bırakmak istemiştim, sadece merak edenlerin internetten bakmasını istemiştim ama madem yazmışsınız, evet Klüver-Bucy Sendromunda değişmiş seksüel davranış, hiperseksualite, nesnelere olduğundan farklı bakma ve ağzına alma, yalama eğilimi olabiliyor. Hatta şöyle de bir örneği var: http://vimeo.com/32989072

      Teşekkür ederim.

  2. Şu güzelim öyküye sadece bir tane yorum gelmesi beni çok üzdü. Ki gelen yorumun da, yorumdan öte hastalığın belirtilerini açıklaması ve genel olarak öykü hakkında olmamasını da ele alırsak durum daha da üzücü.

    Geçen gün ve bugün olmak üzere toplamda iki kez okudum öyküyü. Oldukça beğendiğimi itiraf edeyim öncelikle. Bahsi geçen hastalığın belirtileri kurguya o kadar güzel, o kadar doğal yedirilmiş ki etkilenmemek elde değil. Açıkçası tema itibarıyla ister istemez düşünüyor okuyucu; sevdiğinin “tren” olabilme ihtimalini. Lakin olaylar öyle yerlere gidiyor ki “Yok canım, treni sevme ihtimalini de nereden çıkardım şimdi? Olmaz öyle.” diyesi geliyor okuyucunun ve ekliyor. “Böyle bir aşk, trene karşı olabilir mi?”

    Kendi adıma konuşacak olursam her iki okuyuşta da ayrı ayrı zevk aldım. Nedeniyse başlığa da adını veren hastalıktan -ne yazık ki- haberdar olmamamdı. Dolayısıyla ilk okuyuş hastalığın ne olduğunu bilmeden, ikinci okuyuş da bilerek ve daha fazla dikkat ederek okumam oldu. Böylece her seferinde farklı tatlar yakalamış oldum.

    Kalemin her geçen gün güçleniyor. Bolca, zaman buldukça, yazmaya devam etmen dileğiyle… Ellerine sağlık!

  3. Selamlar,

    Bayağı geç bir yorum oluyor, kusura bakma. Malum sebeplerden dolayı vakit fakiriydim. Neyse…

    Okuyucuyu şaşırtmayı hedefleyen, oldukça iyi işlenmiş bir kurguyla çıkmışsın bu kez karşımıza. Ben en çok hastalığın belirtilerini hikayenin sonuna kadar taşımanı ve aşık bir insanın duygularını kağıda başarıyla aktarmanı beğendim. Belki beni şaşırtamadın, olaylar tam da beklediğim gibi gelişti ama bu yine de kurgunun başarılı olduğu gerçeğini değiştirmez.

    Cümle kurgularında ufak tefek hatalar var fakat o kadarını hepimiz yapıyoruz.

    Sonuç olarak beğendiğim bir kurgu oldu. Kalemine sağlık..

  4. Eğer tema belli olmasaydı, bir de hastalığı bilmiyor olsaydık, çok şaşırtıcı bitecekti. Buna rağmen, yarısından sonra sırıtarak ve biraz da heyecanlanarak okudum öyküyü. Durumu okuyucuya nasıl açıklayacağını tahmin etmeye çalışıyordum, oldukça başarılı bir son olmuş.

    Öykünün özellikle giriş kısmını, hikayenin ilerleyen noktalarına bağlayan aşamalarda çok ufak teklemeler ve zorlanmalar göze çarpıyor. (Büyük ihtimalle akıcılığa zarar veriyorlar) Onun dışında içeriğiyle uyumlu bir anlatıma sahip, tam bir kısa öykü.

    Eline sağlık.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *