Öykü

Soğuk Oda

70li yılların karmakarışık Türkiye’sinde sevmişti O’nu. Üniversiteye girişinin ilk yılında, hatta ilk dersinde görmüştü. Tek başına sınıfa girmiş, zarif gözleriyle kendine uygun bir sıra aramıştı kız. Siyah ve düz saçlarının uçları her adımında pervasızca zıplıyor, ince yapılı gözleriyle keskin bakışları Tamer’in iliklerine işliyordu. İlk kez kalbinin hızlı ritmi karnına ağrılar vermiş, ilk kez gözlerine bu denli hükmedemez olmuştu Tamer.

Üniversitenin ilk yıllarıydı ve henüz arkadaşı yoktu. Aslında o dönemi düşününce, hiç arkadaşı olmaması daha iyi bile denebilirdi. Üniversiteler o dönemlerde askeri kışla gibiydi. Yandaş öğrenciler, kendi siyasi görüşlerinin dergilerini pasif öğrencilere zorla satıyor, almak istemeyenlere ise bellerindeki silahı ya da tehditkâr yumruklarını gösteriyorlardı. Yasaklı yayınları el altından dağıtıyorlar ve bunlardan kazandıkları paraları kuklacılarının avuçlarında buluşturuyorlardı. Karşıt gruplar bazı günler iki ya da üç kez birbirleriyle silah talimi yapıyorlardı. Her zaman böyle değildi tabi ki. Çoğu zaman yumruklar ve sopalar konuşuyordu. Haftada bir ya da iki kere, kampüs içindeki geniş alanlarda mitingler düzenleniyor, öğrenciler derslerden çok bu mitinglere geliyorlardı. Dinleyen öğrencilerin çoğunluğu, söylenenlerin ne anlama geldiğini bile bilmiyorlardı. Zaten başkalarının zorlamalarıyla geliyorlardı oralara. Yandaş öğrencilerin hepsinin Türkiye’yi kurtaracak mükemmel fikirleri vardı ve bunu da sağda solda uyduruk sloganlarla başaracaklarını düşünüyorlardı. 20li yaşların kanı kaynayan fanatik gençleriydi bunlar. Kullanıldıklarını bilemeyecek kadar gözlerini kapatmıştı birileri.

Böylesi bir ortamda Tamer’in tek istediği, okulunu yıl bırakmadan bitirmek ve bir an önce öğretmen olmaktı. Bir de Göksel vardı tabi. Her gün neredeyse sadece onu görmek için gidiyordu okula. Kız o kadar sevimliydi ki, Tamer’in nefesi düğüm oluyordu O’nu her gördüğünde. Fakat daha hiç konuşamamıştı onunla. Yanına gidip bir iki kelime bir şeyler söylemek istiyordu ama her defasında başarısız oluyordu. Ne zaman kendinde konuşma cesareti bulsa, o cesaret O’nu gördüğü anda kayboluyordu. Nefret ediyordu bu durumdan. “Merhaba.” Demek neden bu kadar zordu? Neden kendine hakim olamıyor ve kalbi bu denli hızlı atıyordu, göğsünü yararcasına.

Okulun açılmasından bu yana üç hafta geçmişti. Dersler de yavaştan başlamıştı artık. Tamer o gün yine ucu ucuna yetişmişti derse. Üç haftadır sadece okulun ilk günü erken gidebilmişti, onda da öğretmen namına hiç kimse girmemişti derse zaten.

“Merhaba.” demişti Eşref adında, siyah dalgalı saçlarını kenara yatırmış, saçlarıyla aynı renkteki gözlerinin içi gülen çocuk. “Eğer boşsa oturabilir miyim?”

Eşref, Tamer’in üniversitedeki ilk arkadaşıydı. Sınıfta en çok bu cana yakın çocuğu seviyordu. Hiçbir zaman kaba davranmaz, her zaman nazik olmayı bilirdi. Bu çocuğun doğasında yoktu kötülük. Kendini bildi bileli çocuk yuvasındaydı Eşref. Oradayken neler yaşadığını o sırada Tamer bilmiyordu ama eğer bilseydi, Eşref’in nasıl olup da böyle iyi mizaçlı bir insan olabildiğine çok şaşırırdı. Eşref’in derinlerindeki acılar yüzünün rengini değiştirmiyordu hiç. Bu bir maske değildi. Eşref’in özü buydu işte.

Eski Türk Edebiyatına Giriş dersiydi. Oldukça sıkıcı olsa da, Tamer için bu pek mümkün olamıyordu. Hemen çaprazında oturan Göksel, tüm güzelliğiyle karanlıktaki bir ay gibi ışıldıyordu. Belli ki o da sıkılıyordu. Defterine bir şeyler çiziktiriyor, arada uzaklara dalıyor, siyah ve omuzlarından biraz daha aşağıya uzanan saçlarının ucunu parmaklarıyla kıvırıyor, sonra tekrar defterine dönüyordu. Not almadığı besbelliydi çünkü “Divanlar ve Eski Edebiyat Malzemeleri” hakkındaki oldukça sıkıcı bir konuşma yapan hocayla alakası bile yoktu. “Bu edebi metinler özellikle Arap ve İran edebiyatı kurallarından gelmektedir. Osmanlı döneminde Şeyhi, Ahmet Paşa, Hayali gibi şairler, İran edebiyatındaki ustaların başarılarını Divan edebiyatına başarıyla uygulamışlardır.”

“Hayali.” Dedi içinden Tamer, o sırada Göksel’in ellerini tuttuğunu hayal ederken. “Hayali bile güzel.”

Bunu sessiz sayılabilecek bir ses tonuyla söylemişti ama kulakları keskin Ruşen Hocanın cümlesini bitirip kitabına bakmak için ara verdiği ve bütün sınıfın çıt çıkarmadığı bir anda söylemesi, sesindeki fısıltının duyulur bir tona ulaşmasına neden olmuştu. Ruşen hoca, artık belli olan göz çukurlarını dolduran dikdörtgen çerçeveli gözlüğünü çatlakları olan burnunun ucuna indirip Tamer’e dik dik baktı. “Ne oldu evladım?” dedi hafif meraklı ama duygusuzluk kokan bir sesle. Şimdi Göksel de kafasını defterinden kaldırmış, sınıfın çoğu gibi Tamer’e bakıyordu. Ona ilk bakışıydı ve Tamer bunu hiç böyle hayal etmemişti. “Bunun Hayali berbat, gerçeği daha da berbat.” Diye düşündü şimdi Tamer terleyerek. “Ben…” ne diyeceğini bilemiyordu ki, yanındaki Eşref’i hatırladı birden. “Arkadaşım son söylediğinizi anlamamış da, onu söylüyordum…” yanına baktığında Eşref’in kafasını sıraya gömmüş uyuduğunu gördü. Biraz dikkat kesilse, horlamasını da duyabilirdi. “Mükemmel!” diye isyan etti içinden Tamer.

“Arkadaşın rüyasında mı sordu sana bu soruyu?” diye dalga geçti Ruşen Hoca hafif sert ve alaycı bir sesle. Sonra Eşref’in yanına kadar geldi adam, uykusundan pek de kibar olmayan bir şekilde uyandırdı çocuğu, sonra da dersten çıkmasını söyledi. “ Böyle adamlar nasıl kazanıyor da buralara geliyorlar anlamıyorum yahu.” diye mantığını zorlayan sorular sordu kendi kendisine Ruşen Hoca.

Tamer bu alayı kaldırabilirdi, hatta dersinde yapılan saygısızlığa ve yalana asla tahammülü olmayan Ruşen Hoca’nın hakaret boyutuna ulaşabilecek laflarını da sineye çekebilirdi, fakat bunları Göksel ona ilk kez bakıyorken yapmasına dayanamıyordu. Alt tarafı saçma bir laf etmişti ve Ruşen Hoca ona demediğini bırakmamıştı. “Bu dersten kalacaklar şimdiden belli oldu.” demişti ona ve “İt herif!” diye de hırlayarak eklemişti, sınıfın duyabileceği sessizlikte.

Tamer, arada bir sadece Göksel’e bakmak için kaldırdığı kafasını ders boyunca önüne eğmişti. Onunla ilgili hayaller kurmaya devam etmişti ama utangaçlığını da kafasından atamıyordu.

Ders bittiğinde, fakültenin genişçe düzenlenmiş kantinindeki sıralardan birine oturmuş, elindeki simidini yiyordu Eşref’le beraber. Siyah gözleri kantinin ucundaki büyük beyaz boyalı pencerenin yanında iki kız arkadaşıyla gülüşerek bir şeyler konuşan Göksel’e takılmıştı. “Seni seviyorum.” diyordu içinden Tamer. Kızın siyah saçlarını seviyordu, hafif çekik ve daima derin bakan gece siyahı gözlerini de, küçük ve düzgün burnunu, beyaz tenini, alnında çıkan küçük sivilcesini bile seviyordu. Gülerken, hatta katıla katıla gülerken dahi kusursuz yüzündeki ifadeyi seviyordu. İfadesiz yüzünü de seviyordu. Aslında “Seni seviyorum.” derken, ne kadar da yetersiz ve ihtişamlı bir cümle kurduğunu görebiliyordu.

Gülüşmesinin arasında, bir an, sadece küçük bir an, Tamer’e takıldı gözleri kızın. Tamer, içinde bu bakışmayı devam ettirecek gücü hissedemiyordu ama ona duyduğu sevgi, gözlerini ele geçiren bir tanrı gibiydi adeta. Gözleri birbirlerine, o kısacık anda, kilitlendiğinde ve kız tekrar arkadaşlarına döndüğünde Tamer o anı kalbinin derinliklerinde ömrü boyunca saklayacaktı.

“Git ve konuş.” dedi Eşref halden anlar bir tavırla.

“Anlamadım. Ne konuşayım?” diye sordu Tamer bir anlık şaşkınlıkla ama Eşref’in neden bahsettiğini anlamıştı. Yine de şaşkındı. Çocukla daha yeni tanışmıştı ve bu konuları onunla konuşmasını garipsemişti.

“Kıza bakıyorsun. Buraya geldiğimizden beri elindeki simidin kafasını kemirdin sadece. Hemen hemen hiç konuşmadın. Arada gözlerini kaçırıyorsun ondan, ama belli oluyor. Merak etme başkaları anlamaz. Senin karşında oturan benim. Ben anlamayacağım da kim anlayacak?” dedi Eşref, hafiften gülümseyerek.

“O kadar belli mi ediyorum?” demişti Tamer biraz gergin bir tavırla. O da farkındaydı devamlı O’na baktığının ama elinde değildi.

Eşref dönüp bir an için arkasına baktı, sandalyesinin arkasına astığı siyah mantosunun kollarını düzeltme bahanesiyle. Sonra Tamer’e döndü. “Sevimli kız gerçekten. Uygun olduğunu düşündüğün bir anda git ve uyduruk bir bahaneyle konuşmaya başla. Yavaş ilerle tabi, bir anda açılma. Azıcık sabırlı ol. Öyle hemen ol deyince olmaz bu işler. Biliyorum hemen olsun istiyorsun ama kızlar böyledir. Güven oluşturman gerekiyor.” dedi. Tamer karşısındaki çocuğun çokça kızla beraber olduğunu düşündü o anda.

“Sen bu konularda tecrübelisin galiba.” Demişti hafif meraklı bir ifadeyle.

“Sadece şanssızım.” Dedi Eşref. Uzaklara dalan gözlerini kaçırmadan, ifadesiz suratını değiştirmeden elindeki gazozun dibini içti ve bir anda ayağa kalkıp siyah mantosunu alarak “Hadi! Ders beklemez. Bu sefer beni sınıftan attıramayacaksın.” dedi ve beyaz dişlerini göstererek gülümsedi. Tamer de ona aynı karşılığı verdi ve birlikte “Osmanlıca Metinler” dersinin işleneceği geniş sınıflarının yolunu tuttular.

Birkaç hafta geçmişti aradan. Vize dönemi yaklaşıyordu. Uykusuz geçen gecelerinde gün doğumunu izleme potansiyeli olan gençler peyda oluyordu bu dönemde. Aslında bir günün gerçekten de 24 saat olduğu gerçeğiyle yüzleşiyordu öğrenciler. Uyumadan bir günün diğerine geçtiğine inanmayanlar büyük bir üzüntüyle bunun sadece kendi ürettikleri saçmalık olduğunu kabul ediyorlardı. Akla hayale gelmeyen yalvarma biçimleriyle birbirlerinden not istiyorlardı büyük bir çaresizlikle. Uyanık olanlar, notların nasıl nakde çevrileceğini fark etmişlerdi ve not meselesini ekonomik bir meta haline getirmişlerdi. Piyasalar da durgun değildi hani. Çalışkan öğrenciler de, tembel öğrenciler de gayet çoktu ve arz, talebi doyurmakta başarılıydı. Bazı üst sınıf öğrenciler bu piyasanın kurdu olmuşlar ve eski notlarını günü geldiğinde çıkarmak üzere sakladıkları yerlerden çıkararak alt sınıflara satıyorlardı.

“3 bin liraya not mu olur Allah aşkına! Soyguncu musun be adam! Bin lira var elimde. Hadi be! Bir de çay simit alırım sana yarın sabah. Olmaz mı?” diye yalvarıyordu Eşref bir üst sınıftaki küçük boylu, dişleri telli, gözlüklü, yaşının oldukça gerisinde fiziksel özellikler gösteren paragöz çocuğa. Çocuk inatçıydı. “Bunları yazmak için ne kadar uğraştım biliyor musun sen? Dün geceden beri yazıyorum 20 tane çıkarmak için. Bana ne! 3 binden aşağı inmem. İşine geliyorsa.” Demişti hiç umursamadan. “Tamam be, alıyoruz.” Dedi Eşref’in yanında dikilen Tamer. “Al şu parayı.” Çocuğun eline helalinden 6 tane gıcır binlik tutuşturdu.

Eşref kabul etmez bir ifadeyle çocuğa, “Oradan 3 bin al. Ben almayacağım.” Dedi ve ayrıldı Tamer’in yanından. Fakültenin giriş kapısına doğru yaklaştığında Tamer yaklaştı arkadan ve elindeki notları Eşref’in ellerine tutuşturdu.

“Gurur yapacak zaman değil. İhtiyacımız var bu notlara. Benim param vardı aldım. Senin paran olsa almayacak mıydın bana yani?” dedi çatık kaşlarla. Eşref elindeki notlara baktı. Sabahlara kadar uyumadan çalışma kokuyordu notlar.

“Bunu bir borç alarak alıyorum. Geri ödeyeceğim.” Dedi inatçı bir sesle.

“Uff amma uzattın ya tamam sonra verirsin. Hadi gidelim artık akşam olacak.” Diye geçiştirdi Tamer, Eşref notlarını sağ omzuna astığı kahverengi çantasının çıtçıtlı bölmesine yerleştirirken.

Okula yakın bir ara sokakta ev kiralamıştı Tamer. Okuldan çıktıktan sonra en fazla 10 dakika yürümesi gerekiyordu. Eşref’ten ana caddede evine sapan sokağın başında ayrıldı. Tam evinin yolunu tutmuşken büyük bir heyecanla notlarının elinde olmadığını fark etti. Hemen geri dönüp çocuğu bulmak istiyordu. Giriş kapısının biraz ilerisinde tezgâh kurmuştu çocuk ve hala orada olduğunu umuyordu. Ana caddenin sonuna doğru arabaların kornalarıyla doldurduğu çevre yoluna geçerken, karşı kaldırımda Göksel’in bir kız arkadaşıyla elinde defterleri ve kitaplarıyla yürüdüğünü gördü. Bir anda içini bir heyecan dalgası sardı. Notlarını umursamadan karşı kaldırıma geçti. Dalgın olduğu için solundan gelen koca tırı fark edemedi ve… Sarı tır acı bir fren sesiyle son anda durabildi. Camdan beyaz atletinin göğüs kısmında hafif bir yırtık olan, pala bıyıklı, göbekli, iki kaşının ortasında koca bir et beni olan esmer, orta yaşlı, hafiften keli belirmeye başlayan bir adam kafasını sinirle uzattı. “Ölmek mi istirsin sen lo!” diye bağırmıştı. Tamer sarı bir suratla adama baktı ve özür diledi aceleyle. Bu sefer dikkatli bir şekilde karşıya geçmişti. Göksel arkadaşıyla Tamer’in Eşref’ten ayrıldığı yerde ayrıldı. Ama Tamer’in evinin olduğu sokağa değil, o sokak başının karşısındaki sokağa girdi. Hava iyice kararmıştı artık. Tamer de Göksel’in peşinden girdi sokağa. Sokak çok ıssızdı. Sadece sokağın ortalarında bir konteynırın tepesinde parıldayan elektrik direğinden parça parça süzülen sarımsı bir ışık ve evlerin sokağa bakan odalarında açık olan lambalar aydınlatıyordu sokağı. Bir de ana caddeden süzülen titrek ışıklar vardı.

Tamer kendini belli etmeden takip ediyordu Göksel’i ama bunu neden yaptığını O da tam olarak bilmiyordu. Artık iyice soğuyan hava yüzünden uzun, siyah kadife paltosuna sarılmıştı kız. Çantası olmadığı için kitaplarını da elinde götürüyordu.

Kız bir anda durdu. Kafasını karanlık sokağa doğru merakla uzatmıştı ve bir şeyler dinliyormuş gibi görünüyordu. Tamer hemen sokaktaki evlerden birinin giriş kapısının dışarıya doğru uzanan kemerli geçidine gizledi kendini. Koşturan ayak sesleri duyuyordu. Kıza baktı. Kız korkudan öylece kalakalmıştı ayakta. Hafifçe birkaç adım attı geriye doğru. Karanlığın içinden bir anda sessiz adımlarla bir insan seli aktı. Ondan fazla solcu genç koşuyordu. Kimisinin ellerinde yarıya inmiş boya tenekeleri, kimisinin ellerinde duvar pankartları vardı. Çocuklardan biri Göksel’in yanında bir anda durup eline pankart tutuşturmaya çalışıyordu.

“Ne oldu? Verme bunu bana!” diye bağırmıştı Göksel. Tamer hemen saklandığı yerden fırladı ve Göksel’in yanına gitti.

“Göksel!”

Göksel korkmuş bir ifadeyle Tamer’e baktı. Yanındaki çocuğa okkalı bir yumruk indirdi Tamer. Koşanlardan iki kişi durup Tamer’e doğru yaklaştılar. Tamer’den daha uzun ama biraz cılız olan çocuk karanlıkta belli belirsiz görünen yüzünü Tamer’e yaklaştırdı. Tamer’in yüzüne vuran ışık kendisini ele veriyordu fakat Tamer çocuğun yüzünü göremiyordu. Arkasındaki ışık gencin yüzünü gölgelemişti. “Vakit yok Oğuz. Haydi! Yakalayacaklar bizi.” Diye bağırdı diğer çocuk. Oğuz denen çocuk Tamer’in yumruğuyla yere düşen çocuğu kaldırdı ve hemen uzaklaşmaya başladılar. Sokağın sonundan iç karartan siren sesleri duyuluyordu. Korkudan ne yapacağını şaşıran Göksel’e döndü Tamer. Göksel yüzünü biraz yaklaştırınca tanıdı onu. “Neler oluyor?” dedi çaresizce. Hiçbir şey yapmamıştı ve tek istediği eve gitmekti.

“Hemen kaçmalıyız. Hadi!” dedi hızla Tamer. Göksel’in ne diyeceğini duymadan elinden tutup ana caddeye doğru koştu. Koşarken bağırıyordu kız. “Biz bir şey yapmadık. Neyden kaçıyoruz?”

Tamer Göksel’in elindekine baktı bir an. Hışımla onun elinden aldı ve yere fırlattı “Kahrolsun Faşizm!” yazan duvar pankartını. “Şu elindekini at önce.” Dedi. “Eğer bizi bulurlarsa hiç dinlemeyecekler.” Diye söylendi kıza. Göksel elindeki kitaplardan dolayı hızlı koşamıyordu. Tamer onları da attı çantasına hızlıca. Çocuklar önde koşturuyorlardı ve ana caddeden karşıya geçtiler. Cadde boş sayılırdı. Tek tük arabalar geçiyordu sadece. Çocuklar caddede dağıldılar. Tamer de hemen kendi sokağına girdi kızla beraber ama takip edildiğini hissediyordu çünkü çocuklardan uzun boylu olanı caddenin karşısından ona bakmıştı ve ona doğru koşmaya başlamıştı. Tamer fazla oyalanmadan koşmaktan yorulan kızla beraber sokağa girdi hemen. Sokağın biraz ortalarındaydı evi. Hemen ilk kattaydı. “Evim hemen şurada. Biraz daha dayan.” Dedi soluk soluğa. Sokağı kontrol etmek için başını çevirdiğinde otuz metre kadar arkasında kendine doğru koşturan bir siluet gördü. Evinin apartmanına da gelmişti sonunda Tamer. Çocuğun onun hangi binaya girdiğini görmediğini umarak tamamen kapanamayan dış kapıyı kapalı gözükmesi için örttü. Kapı kilidinin dili içeride sıkışmıştı ve kapı tam anlamıyla örtülmüyordu. Şimdiye kadar da kimsenin aklına gelmemişti tamir ettirmek.

Tamer aceleyle çantasını karıştırdı. Kızın kitapları ve kendi kitapları da orada olduğu için anahtarı bulmak zaman alıyordu ama anahtarı bulması zaten imkânsızdı çünkü o sabah derse yetişmek için aceleyle çıkarken evinin anahtarlarını unutmuştu. Bunu fark ettiğinde peşindeki çocuk karşı apartmanın kapısındaki camdan içeriyi kontrol ediyordu. “Çocuk bizi arıyor.” Dedi fısıltıyla Göksel. Tamer kafasını indirip baktı dışarıya. Çocuk onların apartmanıyla ilgilenmiyordu şu anda ama ilgileneceği kesindi. Hemen karşı komşusu Gülten Teyze’nin kapısını tıklattı. Yalnız yaşayan, yaşlı bir kadındı Gülten Teyze. Arada bir Tamer’e yemek getirirdi. Sevimli bir kadındı. Kadın kapıyı biraz araladı. Apartmanın ışığını yakmadığı için Tamer’i tanıyamamıştı. “Kimsiniz?” dedi yavaş bir sesle.

“Gülten Teyze, benim. Tamer. Karşı komşun.” Dedi Tamer dışarıyı kontrol ederek. Kadın kapıyı hala aralık tutuyordu. “Gidin oğlum buradan. Benim başımı derde sokmayın. Hadi!” dedi yine kısık ama biraz daha haşin bir sesle ve olduğu gibi kapıyı yüzlerine kapattı. Dışarıdaki siren seslerini duymuştu ve bir şeylerden kaçtıkları belli olan Tamer ve Göksel’i de bu yüzden içeriye almamıştı kadın. Tamer birkaç defa daha vurdu kapıya sessizce ama kapı açılmıyordu. “İçeriye girecek.” Dedi Göksel dışarıya bakarken titreyen bir sesle.

“Beni takip et.” Dedi Tamer karanlık binada sadece yüzünün şeklini seçebildiği Göksel’e. “Ve eğil.” Diye de ekledi. Kızın Tamer’in dediklerini yapmaktan başka yapacak pek bir şeyi yoktu. Eğildi ve dış kapıya doğru giden Tamer’in peşinden süzüldü. Oğuz olarak tahmin ettiği çocuk kapıya yaklaşmıştı ve gözünü camdan içeriye gezdirmişti. “Polisten de mi korkmuyorsun?” diye düşündü Tamer ve hemen kapıya dayandı. Çocuk kapıyı zorluyordu, çünkü karanlığın içinden bakan gözleri Göksel’in titrek adımlarını fark etmişti.

“Bodruma kaç!” dedi heyecanlı bir fısıltıyla Tamer. Eğilmiş ve kapının açılmaması için dayanıyordu. Soğuk metalin hissi paltosunun kadife tabakasından geçmiş, vücudunu sarmaya başlamıştı. Çocuk fazla baskı yapıyordu şimdi. Kızın koşturarak bodruma kaçtığını görebiliyordu çünkü. Kız bir an arkasını döndü ve “Dikkat et.” Dedi tedirgin bir sesle. Tamer aldığı bu dopingle sabaha kadar durabilirdi burada. Ama bu da bir yere kadardı. Kapı zorlanıyor, biraz aralanıyor ama Tamer sayesinde tam olarak açılamıyordu. Açılsam mı açılmasam mı diye karar verememiş gibiydi koca demir kapı.

“Polisler geliyor. Aç şu kapıyı. Zarar vermeyeceğim. Söz veriyorum.” Diyordu çocuğun kalın ve zorlanan sesi parça parça. Tamer güvenmiyordu çocuğa. “Başka bir bina bul kendine. Bizi rahat bırak. Biz de sana zarar vermeyelim” dedi biraz tehditkâr bir sesle.

“Lütfen.” Dedi çocuk ama sesinde yalvarma yoktu. “Polisler beni asacaklar. Kurtar beni.” Diye diretiyordu. Tamer’in durduğu yerden çıkacak niyeti yoktu. Keskin bir “HAYIR!” dedi çocuğa. “Gitmezsen eğer, vururum seni. Beni buna mecbur etme.” Dedi. Silahı falan yoktu ama bu blöf onu durdurmaya yeter diye düşündü.

“Silahın varsa camdan göster. Ben de gideyim.” Dedi çocuk umursamadan.

“Eğer silahımı görürsen, o gördüğün son şey olur. Şimdi git.” Diye bağırdı Tamer. “Apartman sakinleri herhalde “sakin” lafının hakkını vermek istiyorlar.” Diye düşündü Tamer, çünkü bir tanesi bile gelip yardım etmiyordu.

Kapı zorlanmıyordu artık. Ama çocuk da bir yere gitmiş değildi. Tamer’in kalbi deli gibi çarpıyordu.

“Senin yüzünü biliyorum lan. Gördüm. Seni bulacağım. Bu yaptığını unutmayacağım. Artık evini de biliyorum.” Dedi çocuk. Bir tekme attı kapıya ve koşarak uzaklaştı oradan. Biraz daha uzaklaşmasını bekledi Tamer. Çocuğun iyice yok olduğundan emin olduktan sonra başını hafifçe kaldırıp dışarıyı süzdü. Kimse yoktu. Etrafına baktı. Kapının önüne koyabileceği ağır bir cisim aradı ama bulamadı. Zaten bulsa bile çocuk tekrar gelirse her şekilde bu kapıyı açar diye düşündü Tamer. Yavaşça uzaklaştı kapıdan ve bodruma doğru aceleyle indi.

Bodrumun sürgülü demir kapısının hemen ilerisindeki eski püskü bir masanın güve yemiş örtüsünün üzerinde bir idare lambası vardı. Tamer cebinden çakmağını çıkarıp lambanın fitilini ateşledi. Gaz deposunun üzerindeki çarkı biraz çevirerek ışığı şiddetlendirdi ve sürgü kapıyı kapattı.

“Göksel.” Diye çağırdı kızı.

“Buradayım.” Dedi kızın sesi. Tamer elinde gece lambasıyla kızın sesine doğru yaklaştı. Bodrumda birçok eski alet vardı. Artık kullanılacak hali kalmayan bakır güğümler, şaryosu ve kaldıraçları bozulmuş mekanik daktilolar, bozuk dikiş makineleri, paslanmış kapı zilleri, komütatörü iflas etmiş ölçü aletleri… Akla gelecek ya da gelemeyecek her türlü ıvır zıvır vardı burada.

Göksel ayakta belli belirsiz görülüyordu. Tamer yaklaştı kıza. Lambayı yüzüne doğrulttu. “Bunu fark etseydin keşke.” Dedi belli belirsiz bir gülümsemeyle elindeki lambayı göstererek. Kız kaşları çatık bir şekilde, “Gitti mi?” diye sordu.

“Gitti.” Dedi Tamer. Hayalindeki hiçbir şey olmamıştı. Her zaman kızın elini tuttuğu, onunla yalnız kaldığı anları daha canlı, daha sıcak hayal etmişti. Böyle soğuk, karanlık, mahzen gibi iç karartıcı bir bodrum katında yalnız kalmayı düşünmemişti hiç.

“Şimdi ne olacak?” diye sordu kız etrafında oturacak bir şey arayarak. Tamer yakınlarda eski bir sandalye buldu. En azından diğerlerinden sağlamdı. Sadece oturak kısmında hatırı sayılır bir yıpranma vardı. Kız oturunca Tamer konuştu. “Dışarıda polisler var hala. O çocukların yaptıklarından dolayı o sokakta kim varsa sorgusuz sualsiz tutuklarlardı. Kaçmaktan başka çare yoktu. Anlıyor musun?” dedi Tamer sakince. Lambayı üzerine yaslandığı gri masaya koydu. Bir zamanlar gri olmadığını düşündü masanın.

“Burada böyle bekleyecek miyiz sabaha kadar.” Dedi kız. Üşüdüğü her halinden belliydi. Konuşurken ağzından çıkan dumanlar “Bu kız donuyor.” Diye bağırıyordu.

“Üşüyorsun.” Dedi Tamer ayağa kalkarak.

“Sana öyle gelmiş olmalı.” Diye alay etti kız titrek bir sesle. Elleriyle omuzlarını ovuyordu.

Tamer bu kızı cidden çok seviyordu. Onun gönlünü kazanmak için değil, gerçekten çok sevdiği için o meşhur, paltoyu kızın sırtına asma hareketini yapmıştı. “Sen ne yapacaksın? Üşüyeceksin.” Dedi kız paltoya sarılırken.

“Sana öyle geliyor.” Dedi gülerek Tamer. Kırmızı kazağının kollarıyla sarındı kendisine. Kız da gülümsedi bir an. “Biraz burada bekleyebiliriz. En azından ortam durulana kadar.” Dedi sonra Tamer. Kız başıyla onayladı. Etrafına bakınıyordu Tamer. Üzerine alabileceği küçük de olsa bir şeyler arıyordu. Eline lambayı alıp bodrumu taradı. Kız da onu takip ediyordu.

“Burada mı yaşıyorsun?” dedi kız, Tamer etrafı kolaçan ederken.

“Evet. Ama bu bodrum katında değil. Yani… Anahtarlarımı unuttuğum için giremediğim o evde.” Dedi kendine lanetler yağdırarak. Haftalardır hayranlıkla seyrettiği kızla ilk kez konuştuğunu yeni yeni idrak ediyordu. İşleri tamamen batırmaktan korkuyordu.

Kız gülümsedi. Tamer eridi. Zaten soğuk olan bodrumda daha da üşümeye başlamıştı şimdi. “Üşüyerek eriyen ilk insan” dedi kendi kendine. Üzerine bir şeyler almalıydı gerçekten.

“Ben yeterince ısındım. Sen donuyorsun. Lütfen geri al paltonu.” Dedi Göksel paltoyu çıkartarak.

Tamer hayır diyemedi. Gerçekten de donuyordu. Kendisine az kalsın çarpacak olan tırın şoförünün nasıl olup da bu soğukta atletle araba kullandığını merak etmişti şimdi.

“Ah, bak ne buldum.” Dedi Tamer üzerine paltoyu geçirmeden kıza geri vererek. Koca bir yatak ve üzerinde eskimiş ama hala kullanılabilir bir battaniye bulmuştu. Büyük bodrum katının en dibindeki karanlığa gizlenmişti bu yatak. Biraz daha yaklaştılar. Yatağın üzerinde iki tane farenin çiftleşmesine takıldı gözleri.

“Iğğyy!” diye tiksindi Göksel ama suratında hafif bir gülümseme de vardı.

“Burası size biraz büyük.” Dedi Tamer sırıtarak ve yataktan kovaladı fareleri. Fareler ciyak ciyak bağırarak kaçıştılar. Tamer yatağı biraz inceledikten sonra temiz olduğuna karar verdi. Sonra ne yapacağını bilemeyerek Göksel’e baktı.

“Sen gir. Isınırsın.” Dedi. Göksel yatağa hafif bir bakış attı. Tek kişilik bir yataktı fakat ikisi de pekâlâ sığarlardı bu yatağa.

“Neden hala dışarı çıkmıyoruz? Polisler gitmiştir çoktan.” Dedi Göksel Tamer’e bakarak.

“Polisler belki gitmiştir ama diğerleri…” tam o sırada bodrum katının sokağın tabanına açılan penceresinden ayak sesleri duydular. Birkaç çocuk konuşuyordu.

“Buralara bir yerlere kaçmışlardı ama… Bilemiyorum.” Dedi aceleci ve soluk soluğa bir ses.

“Oğuz takip etmişti onları.” Dedi ikinci ses. Burnu tıkanmış gibi konuşuyordu. Tamer karnında hafif bir ağrıyla, bu sesin sahibinin yumruk attığı çocuk olduğunu düşündü. Yanında en azından iki ya da üç kişi vardı ve Tamer hakkında güzel şeyler söylemedikleri aşikârdı. Çocuklar fazla bir şey konuşmayıp yürüyüp geçmişlerdi. Ayak seslerinin şiddeti de azalmaya başlamıştı.

“Orada beni çocuğun elinden aldığın için teşekkür ederim.” Dedi Göksel. Tamer gülümsemeye çalıştı ama pek başarılı olamadı çünkü heyecanlıydı. Hafifçe başıyla onayladı. Kız yamalı battaniyeyi yavaşça kaldırdı ve birazdan vücudunun ısısıyla sıcaklayacak olan buz gibi yatağa girdi. Battaniyesini boğazına kadar çekip yüzü Tamer’e dönük bir şekilde yattı. Gözleri açıktı ve Tamer’e bakıyordu. Tamer yatağın yakınlarına sağlamından bir sandalye çekmişti. O da Göksel’i seyrediyordu.

“Sen neden o sokaktaydın? Madem evin burası.” Diye sordu Göksel. Tamer buna vereceği cevabı hiç düşünmemişti. Bir an hiçbir şey diyemedi. Kız soran gözlerle bakmayı sürdürünce Tamer zorlukla: “Ben orada… Bir arkadaşımdan not almak için evine gidiyordum da. O sokaktan geçmek zorundaydım” Diyebildi. Kız inanmamış gibiydi. Bakışlarından belliydi bu.

“O politikacı çocuklardan birisi misin yoksa? Anarşist misin?” dedi.

“Hayır.” Dedi bir anda Tamer. Kendisini bu şekilde bilmesini istemiyordu Göksel’in ki öyle de değildi zaten. “Onlarla bir ilgim yok. Dediğim gibi, not almak için arkadaşıma gidiyordum. O çocukları ilk kez görüyorum. Daha doğrusu karanlıktı, göremedim tam olarak ama… Yani… İlk kez görüyor olurdum herhalde.” Bu konuşma olayına iyice çalışmalıydı. Kızın karşısında ilkokul seviyesinde cümleler kurmaktan hoşlanmıyordu.

Göksel Tamer’e bakmayı sürdürüyordu. Tamer nefes alıp verdikçe burnundan çıkan kesik kesik dumanlar havada tutunabilecekleri küçücük bir ısı zerresi arıyordu. Tamer üşüyen ellerini sıcak nefesiyle ısıtmaya çalışıyordu. En sonunda Göksel dayanamadı. “Bu yaptığımız çok saçma.” Dedi. Tamer cevap vermedi. Saçma olan o kadar çok şey vardı ki, hangisinden bahsediyordu Göksel?

Kız yatağının ucuna gitti ve battaniyenin yarısını kaldırdı. “Gir şunun içine. Ciğerlerini üşüteceksin.” Dedi. Tamer yutkundu. “Rahatsız olursun diye ben…” cümlesini tamamlayamadan kız konuştu. “Şimdi bunu düşünecek zaman değil. Bir tane yatak var ve yapacak başka bir şey yok.” Dedi. Tamer’in kıpırdamadığını gördüğünde de sesini biraz yükselterek “Gir şunun içine, hadi.” Diye ısrar etti. Tamer yavaşça kalkıp yatağa girdi. Gıcırdayan yatağın yumuşak hissi, Göksel’in beş dakikadır yattığı yerin ısısıyla beraber vücudunu muhteşem bir şekilde sarmıştı.

“Sizinkiler seni merak etmeyecekler mi?” dedi Tamer, aklına nereden geldiğini bilmeyerek. Bir konu açmak istiyordu sadece. Bu garip görüntüyü normalmiş hissettirmek için elinden geleni yapıyordu.

“Şehir dışındalar. Evde yalnızım bir haftadır. İki gün sonra gelecekler.” Dedi kız. Battaniyeyi çenelerine kadar çekmişler ve koca karanlık tavana çok etkili bir film izliyorlarmış gibi bakıyorlardı.

“İyi geceler.” Dedi sonra kız. Arkasını Tamer’e döndü ve battaniyeye daha da sarıldı. Tamer Göksel’e küçük bir bakış attıktan sonra O da arkasını döndü ve uyumaya çalıştı. Haftalardır rüyalarında gördüğü, daha düne kadar yanına gidip bir kelime bile edemediği kızla aynı yataktaydı şu anda. Olaylar böyle gelişsin istemezdi ama olmuştu işte. “Kader” diye düşündü ve gözlerini güzel rüyalarına daldıracağı uykusuna teslim etti.

Gelecek ayın temasıyla devam edecek…

Soğuk Oda” için 13 Yorum Var

  1. Nedenini bilmiyorum ama bu öyküde bana sıcak gelen bir şeyler var, birkaç defa okudum, hala okuyasım geliyor.

    1. Teşekkür ederim beğendiğiniz için. Ben öyküm biraz uzun, okunmaz sanıyordum ama siz bir kaç defa okumaktan bahsediyorsunuz. Mutlu oldum inanın. Teşekkür ederim vakit ayırıp okuduğunuz için 🙂

  2. Aşk öykülerini pek sevmiyorum; zaten böyle bir öyküyle karşılaşacağımı da düşünmezdim malum, kayıp rıhtımın konseptinden dolayı. Ancak okumaya başladıktan sonra saatin geç olmasını umursamayarak devam ettim ve sonunda okumaktan zevk aldığım bir öykü okumuş oldum. Her ne kadar o dönemleri bilmiyor olsam da ki tahminimce sen de o dönemlerde yaşamamışsındır, dönemin havasını çok iyi yansıtmış olduğunu düşündüm. Açıkçası sonunun fantastikvari bir şekilde biteceğine kendimi inandırarak okumaya devam etmiş olsam ve beklentim karşılanmamış olsa da çok güzel bir öyküydü, ellerine sağlık.
    Söyleyebileceğim tek şey, tırnak içindeki konuşmaların sonuna nokta değil de virgül, ‘dedi’ sözünden sonra da nokta koyarsan ‘dedi’ sözcükleri büyük harfle başlamamış ve okurken duraklama yaratmayarak sıkıntı çıkarmamış olur. 🙂
    Başka öykülerini de okumak dileğiyle, ellerine sağlık Sezer… 🙂

    1. Hikayeyi yazarken fantastik yazsam daha mı iyi olurdu diye düşünmedim değil. Fakat sonuçta bu bir edebiyat sitesi ve her türlü hikaye yazılıyor ama dediğin gibi, konu da biraz fantastik, korku tarzına yakışan bir konuydu. Ben sadece bu konuda yazılabilecek değişik tarzda bir hikaye olsun istedim çünkü çoğunluk olarak hayalet hikayeleri, korku ve gerilim tarzında hikayeler yazılacaktı. Bu bakımdan beklenti karşılayamamış olabilir evet 🙂
      O dönemlerde yaşamadım doğru, bize anlatılanlardan, okuduklarımızdan ve izlediğimiz filmlerden çıkarım yaptım sadece. İyi yansıtabildiysem ne mutlu bana.
      Tırnak içindeki konuşmalarda haklısınız bunları düzeltmeye çalışırım.
      Vakit ayırıp okuduğun için çok teşekkürler 🙂

      1. Öncelikle hikayeyi okumadığımı (Bir ara okurum.) belirteyim. Takıldığım kısım “her türlü hikaye ” demeniz. Üst kısımdan “Nedir?” bölümünü okursanız “Yazılacak öykülerin fantastik kurgu, bilimkurgu, korku, polisiye gibi türlere ait olması gerekmektedir.” şeklinde bir ibare görebilirsiniz. Yanlış anlaşılma olmasın diye belirteyim dedim.
        Sonuç olarak, son dönemde her türlü öyküyü kabul ediyorlar. “Nedir?” kısmında değişiklik yapsalar iyi olur.

        1. Haklısınız ama benim orada demek istediğim, bu tarzların dışında öykü yollayan başkalarının da olduğuydu. Ben de biliyorum öykülerin hangi tarzda olması gerektiğini. Nedir bölümünü okudum bu arada.
          Ayrıca size bir tavsiyem var. Tamamen benim fikrim bu tabi. Bence önce öyküleri okuyup, ondan sonra yorumlara bakmalısınız. Yorumlar sizi de okurken etkileyebilir. Her hangi bir eleştiriden etkilenmeden hikayeyi okumanız daha mantıklı bence. Böylece o hikaye için daha objektif yorumlarda da bulunabilirsiniz. Belki de hikaye size uzun gelmiş, gözünüzde büyümüş ve sadece yorumlara bakmak da istemiş olabilirsiniz tabi. Doğaldır 🙂 İnsan merak eder.
          Saygılar…

          1. Yorumunuzu okumamın sebebi, son yorumlar kısmında ilk cümlesini görmüş olmam. Oradan görüp, merak ettim ve kalanını da okudum.
            Hikayeyi okumamamın sebebi ise, vakit bulamamam. Boş vakitlerimi yazmaya ve okumaya ayırıyorum. Tabi daha çok yazmayı tercih ediyorum.
            Sanırım siz benim yorumum size uzun gelmiş, gözünüzde büyütmüşsünüz ve sadece yorumun ilk cümlelerini okumuşsunuz. Orada yazdığımı tekrar yazayım da belki zahmet edip okursunuz.
            “Sonuç olarak, son dönemde her türlü öyküyü kabul ediyorlar. “Nedir?” kısmında değişiklik yapsalar iyi olur.”
            Buraya kadar sabredip okuduğunuz için teşekkürler.

          2. Bence eleştirileriniz yazılan hikayeler ile ilgili olursa daha mantıklı olur. Bu tarz, hikaye dışı münakaşalar hem benim hikayemin altını karalıyor, hem de sizin o çok kıymetli vaktinizi alıyor. Sonuçta vakit değerli, değil mi. Eğer varsa bu seçkinin konseptiyle alakalı bir sorununuz, bunu buraya değil, bu sitenin yöneticilerine söylemeniz daha doğru olur.
            Ayrıca ilk yorumunuzu da sonuna kadar okudum siz hiç sıkılmayın. Sadece kendim de bir şeyler söylemek istemiştim o konuda.

          3. “Yanlış anlaşılma olmasın diye belirteyim dedim.” Bu cümle de ilk yorumumdan. O yorumu neden yazdığımı belirtmiş.
            Daha fazla uzatmak istemiyorum, ki sizin yazdıklarınızı okuduğum için sizin de uzatmak istemediğinizi anlaşılıyor, o yüzden saygılar diyerek bitiriyorum.

  3. Selamlar,

    Daha önce “Yeni Bir Hikaye”den aşina olduğum Etmeseh ismini ve okuyucuyu kendisine çeken ilk cümleyi okuduktan sonra derhal okumaya koyuldum ve bir çırpıda sona geldim (en azından bu aylık sona geldim diyelim).

    Gerçekten de kendini okutan, akıcı bir öyküydü. “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”ni okuduğum şu sıralarda yine aynı dönemlerde geçen bir öyküyle karşılaşmak çok iyi oldu.

    Belki gereksiz bir ayrıntı olacak ama Eşref’in mantosu değil de paltosu olsa daha iyi olurmuş. Zira TDK mantonun kadın paltosu olduğunu söylemekte. Elbette Eşref manto giymeyecek diye bir şey. Her neyse, ellerine sağlık.

    Not: “Çöküşün Tohumları: İblislerle Savaş”ını bitirmeni de ısrarla bekliyorum.

    1. Öncelikle çok teşekkür ederim okuyup beğendiğiniz için. Bu tarz yorumlar beni yazmaya daha da fazla teşvik ediyor.
      Eşref’in paltosu olması gerek, doğru söylüyorsunuz. Siz söyleyene kadar ben de fark edememiştim. Manto giymeyecek diye bir şey yok demişsiniz. Buna epey güldüm, itiraf edeyim 😀
      Çöküşün tohumları:İblislerle Savaş konusunda; açıkçası ben bu hikayenin pek fazla okunmadığını sanıyordum, foruma yolladığımda pek ilgi görmemişti ve ben de, aklımda daha fazla şeyler olduğu halde, yazmayı bırakmıştım. Ama yukarıda da belirttiğim gibi, güzel yorumlar olunca insan daha çok yazmak istiyor ve siz bunu sağladınız şu anda. O uzun soluklu hikayenin devam bölümlerini, öncekilerle beraber, forumda tekrar yayınlayacağım.
      Tekrar teşekkür ediyorum okuyup yorumladığınız için.

  4. Eline sağlık. 2 karakter bodrumda sıkışınca ben de fantastik ya da korkunç bir final bekledim. Evil Dead’deki gibi bir kapak mı bulacaklar acaba falan diye düşündüm 🙂 Ama hikayenin devamı 2. bölüme kaldı. Bu haliyle bende uzun bir romanın ilk bölümünü bitirmişim duygusu oluştu.

    Naçizane eleştirilerim şunlardır:

    1- Sağ ya da sol gruplardaki öğrencilere bakış açısı biraz yüzeysel geldi bana. Belki yıllar sonra baktığımızda büyük resmi biz daha net görebiliyoruz, böyle bir avantajımız var. Ama o döneme gidiyorsak karakterleri ve motivasyonları da o döneme göre yansıtmak daha iyi olur muydu? Yani o dönem hiçbir solcu ya da sağcı öğrenci kullanıldığını düşünmüyordu aslında. Bunu gelecekten geçmişe bakan biri iddia edebilir.

    2- Tamer’in tırın altında kalmaktan son anda kurtulduğu kısımda tır şoförünü uzun uzun tasvirini okumak, o sahnenin heyecanını düşürüyor bence. Kahramanımızı ve başına gelen olayı takip ederken bir anda uzun bir cümle ile bizim için çok önemi olmayan tır şoförüyle ilgili bilgi alıyoruz. Oysa o sahnede tır şoförünü görmeden sadece sesini bile duysak yeterli. Bizim için önemli olan kahramanımızın ezilmekten kıl payı kurtulması.

    3- Bu öyküyü bir romanın başlangıcı gibi algıladım demiştim. Bir gözden geçirilip biraz kısaltılsa çok daha etkili bir giriş bölümü olabilir diye düşünüyorum.

    Kafamda bir soru daha var ama onu 2. veya 3. bölümü okuduktan sonra sormayı düşünüyorum.

    Tamer karakteri ve iç dünyası çok güzel yansıtılmış. Hemen benimseyip takip etmeye başlıyoruz.
    2. bölümü merakla bekliyorum.
    Tekrar eline sağlık.

  5. Okuyup yorumladığınız için teşekkürler öncelikle. Eleştirilere cevabım şöyle olacak.

    1. Öykü, gelecekten geçmişe bakan birinin dilinden yazılıyor ki zaten final kısmında bunu göreceksiniz. Ama hikayede belirtmediğim için sizin bu yorumunuz da çok normal tabi. Belki o dönemin gereklerini düşünerek yazmam gerekirdi haklı olabilirsiniz. Ama bir kaç bölüm sonra bu o kadar da sorun olmayacak diye düşünüyorum. Zaten burada ana tema aşk, bu yüzden siyasal konularda fazla coşmayıp aşk temasına ağırlık vermek istemiştim, sağ ve sol olaylarını yüzeysel geçtim.

    2. Tır şoförünün tasviri, konuya biraz gülmece katmaya çalışmamdan kaynaklanıyor ki, sanırım bunda başarısız olmuşum. Hem heyecan uyandırmaya, hem de heyecanın hemen ardından insanları gülümsetecek bir tasvir yapmaya çalışmıştım. Bu konuda haklı olabilirsiniz, şoför orada gereksiz gözüküyor.

    3.Uzun olması sıkıntı gerçekten de ama bu bir roman olmayacağı için belki kabul edilebilir bir uzunluk olabilir. Bir dahaki bölümü yeterince kısa tutmaya çalışacağım. En azından tır şoförü betimlemesi gibi gereksiz şeyleri atmaya çalışacağım 🙂

    Okuyup derinlemesine bir analiz yapmışsınız, çok teşekkürler tekrardan.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *