Öykü

Taksidermist

Bulacağım o ifriti. Dünyanın öbür ucuna da gitse bulacağım, nerede gizleniyor acaba?”

“Teferruatta.”

“Ne?!”

İfrit, diyorum, teferruatta mahfuzdur.”

“Dalganın sırası değil! Çok mühim bir olay bu. Nasıl bir psikopatla karşı karşıya olduğumuzun farkında değil misin?”

“Ben, adamın yamyam olduğunda ısrarcıyım başkomiserim, her ne kadar sizi inandıramasam da.”

“Yamyam mı bilmem ama bir ifrit olduğundan eminim.”

Başkomiser, dudağına yaklaştırdığı kahve kupasını masaya bıraktı –zaten son zamanlarda her şeyin tadı kaçmıştı, vakalar iğrenç bir hal almıştı. Düşünceli bir şekilde pencereye yaklaştı ve batmakta olan güneşe gözleri acıyana dek baktı.

***

Keskin yüz hatları ve uykulu gözleriyle genç adam dolunaya bakmaktan vazgeçti ve perdeyi kapattı. Kapının kilitli olduğundan emin olduktan sonra gidip yumuşacık yatağına uzandı. Yumuşacık! En sevdiği varlıklar her zaman yumuşak olmuştu tıpkı bu yatak gibi. Ve babaannesinin yanağı gibi, hala saklıyordu o yanağı.

Sabah kalktığında güneş son sürat parıldıyordu. Zamanın koruyucusu olan bir koleksiyoner için ne mükemmel bir gün! Caddeler, annesinin elini bırakıp koşmak için can atan çocuklarla cıvıl cıvıldır. Viran haldeki apartmandan dışarı çıkıp şehrin merkezine doğru ağır ağır ilerlemeye başladı. Burnuna gelen nefis taze ekmek kokusu, kahvaltı yapmadığını hatırlattı ve köşedeki fırına girip

“Usta,” diye sordu samimi bir şekilde, “simidin var mı?”

“Olmaz olur mu hiç, vereyim mi bir tane?” diye aynı samimiyetle cevabını aldı.

“İki olsun,” neden iki tane aldığını bilmiyordu. Belki çok acıkmıştı, belki de… Öyle işte, nedeni yoktu. “Parayı tezgâhın üzerine bıraktım.”

Bu güneşin altında bile hala gölge kalabilen arka sokaklardan geçerek ana caddeye çıktı. Güvercinlerle dolu tüm meydanı gören ahşap bir banka oturdu ve sevimli yaratıkları incelemeye başladı. Sadece güvercinleri değil, meydandan geçen tüm sevimli yaratıkları…

İlk simidini bitirirken güneş de tam tepeye varmıştı, korna sesleri ve kalabalığın gürültüsü de aynı şekilde gitgide artıyordu. Dalgın dalgın güvercinlerin hareketlerini incelerken ikinci simide elini attı, bir parça koparıp büyük bir heyecanla ondan gelecek yardımı bekleyen güvercinlerin arasına attı. Aralarına, kavga çıkmasını kolaylaştırmak için tam ortaya. Bu arada kilolu bir bebek –konuşmayı henüz öğrenememiş bir ölümlü- yere oturmuş, güvercinleri yakalamaya çalışıyordu.

“Al, istersen sen de simit atabilirsin, daha kolay yakalarsın böylece,” dedi, sesini olabilecek en yumuşak hale getirerek. Çocuk birkaç saniye duraksadı, adamın yüzündeki samimi gülümsemeyi gördükten sonra -tüm şımarıklığıyla- simit parçasını kapıp güvercinlerin biraz uzağına fırlattı. Bu yakalama işinden pek anlamıyordu anlaşılan. Belki de amacı yakalamak değildi, zevk için korkutuyor da olabilirdi. Bunu o da yapmamış mıydı zamanında?

Üç yıl önce, dereceyle kazandığı tıp fakültesinin ikinci sınıfındayken doktor olamayacağına karar verip okulu bırakmış, bir daha da sınava girmemişti zira okumak gibi bir niyeti olmadığını –geç de olsa- fark etmişti. Her parmağında on marifet olan bir adam olarak, şayet annesinin istediği gibi üniversiteyi bitirseydi, şimdi berbat haldeki apartmanda değil, lüks bir villada yaşıyor olurdu. Okulu bıraktıktan sonra birtakım işlerle meşgul olmuş, hiçbirinden de zevk alamamıştı. En sonunda bir avcılık kulübüne katılmış, iki yıl içerisinde en kıdemlilerle aşık atacak seviyeye gelmişti. İşte hayatının aşkıyla da orada tanışmıştı. Ömrü boyunca kızlara ilgi duymamış olan bu adam, bir kıza âşık olmamıştı tabi ki; hayır, bir erkeğe de değil: Birçok sanatı içinde barındıran tahnit sanatına. Veya onun tabiriyle, ölümsüzleştirmeye.

***

“Ne demek bir bebek daha kayboldu? Koskoca meydanda kimse mi görmez herifi?!”

“Araştırıyoruz, başkomiserim. İlla ki bir güvenlik kamerasına yakalanmıştır.”

“Aynı yerden kaçırılan üçüncü bebek oldu. Kaçırıp ne yapıyor acaba? Turşusunu kurmuyor herhalde. Ailelerini arayıp fidye de istemiyormuş, dua edin de bebeklere bir şey yapmıyor olsun.”

“Evet, aslında yam–”

“Başkomiserim, kucağında bir bebekle yürüyen şüpheli bir kişiye dair ihbar aldık, eski kâğıt fabrikası yolunda.”

“Yürüyor muymuş? Şüpheli olan kısım bu olsa gerek.”

***

Kırık dökük, ahşap bir müstakil ev… Son iki ayda üç kez buraya gelmişti. Nasıl geldiğini bilmiyor, hatırlamıyordu. Sanki o kısım hafızasından silinmiş gibi, hatırladığı son şey kilolu bir bebekle konuştuğu ve onun yanağını okşadığıydı. Üçüncü –ve son- kez burada, ne yapması gerektiğinin tamamen bilincinde…

Kilolu ve yumuşak ciltli bebek, ameliyat masasını andıran alçak bir masanın üzerinde, bin bir çeşit aletin yanında, ölümlü uykusundan yeni kalkmış, şimdi umutsuzca ağlamakla meşguldü.

Bebeğin ağlama sesiyle beraber işe koyuldu ve bu evdeki her şey gibi kirli olan tezgâha uzandı. Tezgâhın üzerinde ne yoktu ki: Çeşit çeşit neşterden yan keskiye, uzun ağızlı kargaburundan penselere, ilaçlardan farklı renklerdeki tozlara; bir ameliyat için ne gerekliyse her şeye sahipti. İlk adımda lazım olan şeyi seçmekte zorlanmadı –ne de olsa üçüncü kez yapıyordu bunu. İğneyi alıp ufak bir şişedeki önceden hazırlanmış ilacı içine çekti. Bebek, boğazını yırtarcasına ağlıyordu. ‘Şuna bak, gören de ne sanacak? Ölümsüz olacak ama hala ağlıyor. Anneymiş, peh! Annenden hayır gelseydi seni ölüme mahkûm doğurmazdı,’ diye söylenirken ilacı bebeğin koluna enjekte etti. Birkaç saat içinde ölümsüz olacak olan bu bebeğin şimdi bir süre ölü kalması gerekiyordu. ‘Birkaç saatte ölümsüzlük,’ yaptığı yasal olsaydı eğer sloganı bu olurdu muhtemelen, ama ölümsüzlük yasal değildi ve hiçbir zaman da olamayacaktı. Ve bu yüzden bir gün lacivert ordunun gelip onu alacağını biliyordu. Amacı, onlar gelene kadar daha çok sayıda bebeğe sonsuz yaşam bağışlamaktı.

‘Keşke birisi de çıksa beni ölümsüz yapsa,’ diye kendi kendine mırıldanırken, zar zor çalışan bir CD çaların tuşuna basıp Kızıl Rahip’in Dört Mevsim konçertosunu başlattı. Bu müzikte tüm duyguları yaşıyordu ve birine sonsuz yaşam bahşederken tüm duyguları yaşaması ve yaşatması da zorunluluktandı. Yayları bozulmuş koltuğa uzandı ve bebek son uykusuna dalmaktayken o, yavaş ritmin keyfini çıkardı. Bebeğin sesi kesildiğinde ve müzik de hızlı ritme girdiğinde koltuktan doğruldu ve aletlerinin yanına gitti. Uygun numaralı neşteri seçti ve müzikle beraber salınarak masanın başına geldi. ‘İster kuş olsun ister de memeli, tahnit işlemi genel anlamda aynıdır, önce deriyi yüzüp ölümsüzlüğü engelleyen organları çıkarırsın. Deriyi çıkarırken çok dikkatli olman gerekir, özellikle sırt ve baş kısımlarında. Şişmanlar her zaman işi kolaylaştırır, daha esnektir ciltleri…’ sanki odada biri varmış gibi her yaptığını anlatıyordu ve bunu müzikle söylemeyi de –şaşırtıcı bir uyumla- başarıyordu.

***

Polisler sessiz sedasız yaklaştıkları ahşap evin kapısını gürültülü bir şekilde yumruklayıp kapıyı açmasını emrettiklerinde, siyah bir kuş –büyük ihtimalle bir karga- yalpalayarak havalandı. Kuşun tek başına ne işi vardı ki kapının yanında? Kapı elbette ki açılmadı. Evden yükselen tiner, küf, çürümüş ahşap ve demir kokusunun yanında bir müzik sesi de dışarıya kadar geliyordu. Kapıyı kırıp içeri girdiklerinde kokudan başları döndü. Odayı bulduklarında kokuya alışmışlardı ama manzara birkaç polisin kusmasına, birçoğunun da öğürmesine sebep oldu: etrafa saçılmış organ parçaları, ağır bir ilaç kokusu, bir elinde neşter, diğer elinde yapay bir göz tutan, yaptığı işten memnun soğukkanlı bir surat…

“Bırak onu evlat. Elimdekini kullandırtma bana!” Konuşan, tabancasını doğrultmuş olan başkomiserdi. Daha acemi polisler de titreyen elleriyle silahlarını tutuyordu.

“Ne yaptığımı bilmiyorsun. Bilsen böyle konuşamaz saygı gösterirdin bana. Onlara yaptığımı sana da yapmam için yalvarırdın.” Konuşurken, elindeki neşteri gizlice masaya koyup içinde sıvı olan bir cam şişeyi aldı ve arkasında bekletti. “Ben, onları ölümsüz yapıyorum, hem de birkaç saat içinde.”

“Bak,” dedi başkomiser duvardaki saati göstererek, “insanları ölümsüz yapan birinin evinde bile saat var. O akıp giderken zamanı durduramazsın. Yaptığın, o küçük bebelerin zamanını bitirmekten öteye geçmiyor. Ölü onlar, ölü!”

“Aah, yeter artık kes!” diye bağırdı tahnit âşığı yetenekli genç ve elindeki asidi başkomiserin yüzüne fırlattı. Polislerden biri aniden gelişen bu olay karşısında silahına sarıldı ve iki el ateş etti.

Önce acıyı duyumsadı, uzun zamandır hissetmediği bir duyguyu. Ah, Dört Mevsim’de eksik olan buydu: Acı, evet. Etraf karardı, yapılacak bir şey kalmamıştı. Koruyucusu olduğu zamanının sonu gelmişti işte…

Taksidermist” için 6 Yorum Var

  1. Merhaba Alperen.

    Polisiye mi desem, bilimkurgu mu… Aslında ikisini bir arada demek çok daha doğru bir tabir olur sanırım. Bu iki dalı harmanlayıp kısa ve hoş bir öykü ortaya koymuşsun.

    Daha güzel bir son olabilir miydi? Pek tabii olabilirdi. Hatta çok güzel senaryolar yazılabilirdi bu konu üzerine. Konuyu sevdim. Ama bu haliyle bile hoş bir tat bırakmayı başarmışsın.

    “Başkomiserim, kucağında bir bebekle yürüyen şüpheli bir kişiye dair ihbar aldık, eski kâğıt fabrikası yolunda.”

    “Yürüyor muymuş? Şüpheli olan kısım bu olsa gerek.”

    Üstteki diyalog çok hoşuma gitti. Gülümsedim.

    Ama daha çok şuna güldüm ben;

    “Bırak onu evlat. Elimdekini kullandırtma bana!”

    Niyeyse aklıma Rıza baba geliverdi. 🙂

    Kalemine sağlık.

    1. Yorumun da beni gülümsetti Doğukan, sağ ol.

      Adamın ismini Rıza koyacaktım da vazgeçtim 🙂 Bir replik için olmaz dedim.

  2. Çok güzel,çok beğendim Alperen. Sadece bir şey söylemek istiyorum; katil yakalanıp çocukları ölümsüz yaptığını söylediğinden hemen sonra baş komiserin duvardaki saati göstererek söyledikleri pek gerçekçi gelmedi bana. Öyle bir durumda, “Rıza Baba” bile o kadar soğuk kanlı olmaz, katile küfürler falan yağdırırdı herhalde.
    Denaro Forbin’in gülümsediği replik benim de çok hoşuma gitti. Böyle ince göndermelere her zaman bayılırım. Okurken aklıma başka yerlere kaymışsa beni kendime getirir, öykünün içine sokar yine. 🙂

    1. Beğenmene sevindim, aynı şekilde yorum yazmana da. Teşekkür ederim.

      Diyalogları yaşayarak yazmaya çalışırım ki gerçekçi olsun. (Gerçekçiliği kullandığım birkaç yerden birisidir bu.) Ancak burada -nasıl olmuşsa- gözümden kaçmış. Bir iki konuşmanın ve küfrün ardından gelseydi sanırım daha uygun olurdu.

  3. Selamlar,

    Değişiklik yapıp takvimler ay sonunu göstermeden okuyayım dedim 🙂 Hikayeni oldukça beğendim; bilimkurgu ve polisiye öğelerini başarılı bir şekilde harmanlamışsın. Katilin hareketleri, düşünceleri vs çok iyiydi. Polislerin konuşmalarıysa Türk işi polisiyelerden fırlamış gibiydi. Sırıtmıyor ama, gülümsetiyor.

    İki eleştirim olacak sadece. Birincisi “bebek” için. Parkta tek başına güvercinleri kovaladığını görüyoruz önce; demek ki bebek değil, 3-4 yaşlarında bir çocuk diye düşünüyoruz. Sonra da yatağın üzerinde yatıp ağlamaktan başka bir şey yapamayan bir bebek oluveriyor. Çocuğun karakteri tam oturmamış kısacası. İkincisi eleştirimse apar topar sonuna elbette. Komisere ne oldu? Kaçırılan diğer çocukları buldular mı? Evde mumyalanmış vaziyette miydiler? gibi gibi sorular havada kalıyor. 1 paragraf daha uzun yazabilirmişsin.

    Kalemine sağlık.

    1. Teşekkür ederim değerli yorumun için. Ay sonu değil; seçki sonu, ayın onu 🙂

      Normalde, yürümeyi bilen -ama konuşamayan- bir bebekti bu. Masanın üzerine oturulunca galiba yürümeyi unutmuş. Bir dakika, masaya bağlanmış da olabilir 🙂 Haklısın, uzatabilirdim biraz. Fakat adamla beraber hikayeyi sonlandırmak istediğimden başkomiserle ve diğer bebeklerle ilgili bilgi veremedim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *