Öykü

Unutmak

“Ben şirinim.” dedi küçük gösteren büyük kız.

“Evet” dedi gövdesi mavi dumanlar içinde kaybolmuş Cin. Belki de gövdesi dumanların ta kendisiydi. Belki de o kadar uzun süredir o lambanın içindeydi ki içten içe sıkıntıdan yanıyordu. Belki o kadar sıkılmıştı ki sadece başı değildi dumanlı olan tüm benliği dumana dönüşmüştü. Hatta belki de sadece yüz yıllar önce ölmüş, kendini lamba cini sanan şizofrenik bir ruhdu. Zamana karşı o kadar direnmişti ki; muhtemelen izmarite vardığında son bulacak silik bir hayaldi. Kim bilir belki de şirin olduğunu söyleyen küçük gösteren büyük kızın hayali.

“Ve bu dilek dilemene engel değil.” dedi cin; kızdığında biraz daha kolay seçilebilen kaşlarını çatarak.

“Dileğe ihtiyacım yok.” Dedi küçük gösteren büyük kız ve korkuyla elinden fırlattığı lambayı aramaya koyuldu. “Nerede bu lanet olası…”

“Lambaya geri dönmemi mi diliyorsun?”

“Bir şey dilemiyorum dedim ya!”

“Belki sadece susmamı istiyorsundur.”

Kız görüntüsüne hiç yakışmayan bir homurtu koyuverdi. “Buralarda bi yerde olmalı.”

“Şimdi bulacağım”la geçen iki saatin ardından kız tavan arasındaki antikalara tamamen gömülmüş durumdaydı, başına düşen dedesinin babasından kalma bir çerçeveyle artık durumu kabullenmesinin zamanı geldiğini anlamıştı. Belki de dedesinin annesinden kalmıştı. Orada; tozlar içinde; antikalara gömülüyken kimsenin umurunda değildi çerçevenin kimden kaldığı. Hatta belki de çerçevenin varlığını önemseyen son insanlar dedesinin anne ve babasıydı.

“Ne yani, şimdi sen diyorsun ki “şirinler, dilek dilemez ve her istediğini” elde eder.” Cin tavan arasının üçgen penceresinin önünde süzülüyordu ve vücudundan geçmesine izin verdiği ışık huzmeleri kızın yüzünü tuhaf bir maviliğe bürümüştü ve az önce kafasına inen çerçevenin verdiği acıyla birlikte kızın artık pek de şirin olduğu söylenemezdi.“Yani iyiler hep kazanır. Aşıklar hep kavuşur ve şirinler her istediğini elde eder. Bu mudur? Puff saçma!”

“İyiler kazanır demedim çünkü annem neredeyse hiçbir zaman kazanamadı.”

“Kötüler mi kazanır?”

“Babam mı? Kötüler yaptıkları her işte kötülerdir. Kötülükte bile.”

“Canımı sıkmaya başladın. Sadece üç dilek ve bir daha beni görmeyeceksin. Salla bi’ şey, önemli olmasına bile gerek yok. Tavan arasının temiz olmasını istiyorum de, ya da yakışıklı bir sevgilim olsun ya da ne biliyim zengin olayım.”

“Offf!”

“Bir cinle karşılaşmayı nasıl bu kadar sıkıcı bir hale getirdiğine inanamıyorum. Daha önce hiç…” dedi ve duraksadı cin. Etrafını saran dumanlar grileşmişti. Fırtına bulutu grisi değildi; hayır hayır, kesinlikle ne fırtına bulutu grisi ne de çelik soğuğu grisiydi… Olsa olsa basit, sade, düz bir yokoluş grisiydi.

“Daha öncesini hatırlamıyorsun değil mi?”

Cin cevap vermedi.

Şirin olmak kıza etrafındakileri üzme hakkı vermiyordu ve griyi de sevmiyordu ve tabii ki mutsuz bir cin kötü şans demekti (geçirdiği son iki saat bunun kanıtıydı) ve bir de …“Neyse konuya dönecek olursam; dilek dilemeyeceğim. Beni takip edeceksen diğer insanlara görünmesen iyi olur yoksa eminim içlerinden biri seni geldiğin yere geri göndermenin bir yolunu bulur.”

Cin yine cevap vermedi ama kızın söylediklerini aklını dağıttığından olsa gerek artık tamamıyla maviydi; gökyüzü mavisi. “Tehditler ve dilekler… Bir dahaki sefere lambamdan çıkmadan önce bu konuyu tanrıyla görüşeceğim. İşe bir standart konmalı.”

Kız tavan arasını hiç âdeti olmadığı halde dağınık bırakarak çıktı ve o minik kapıyı geçer geçmez şirin yüzüne bir hüzün çöktü. Cin tavan arasın da hiçbir büyü sezmemişti; kızın ani hüznünün bir nedeni olmalıydı.

İkinci kat merdivenlerinden inerken kızın gözleri bu yükü daha fazla taşıyamadı ve hüzün yanaklarından süzülen tuzlu su damlalarına dönüştü. Mutfağa girdiklerinde hüzün, masada oturan yaşlı görünen genç adamın da katkısıyla büyüdü.

Mutfak neredeyse bomboştu, ahşap duvarlar daha önceden bir şeyler taşıdıklarını belli eden çivilerle şekilsizleşmiş ve yaşlarını belli etmek için etrafa derin bir orman kokusu yayan kütüklere dönüşmüşlerdi.

Odadaki derin kahverengi ağırlığını bozan tek şey yaşlı görünen genç adamın elinde tuttuğu çerçeveydi. Çerçeve, “çerçevelediğim sadece bir kağıt değil” diye bar bar bağırıyordu. “Bir anı bu! Yaşanmış gerçek! Bakın içindekiler nasıl da gülüyor!”

Çerçevelenmiş anıdan gelen hayali kahkahalar bile odadaki hüznü bölmeye yetmiyordu.

“Aşkım” dedi kız.

Hüzün adama ağır gelmişti ama tuzlu su damlalarını kendine yakıştıramadığından olsa gerek masayı yumruklayarak rahatlamayı denedi. Çerçevedeki hayali kahkahalar bile kesilmişti. Yaşlı görünen genç adamın derin nefesi, bir sünger gibi hüznü içine çekti ve bu sayede sessizlik daha net duyulur oldu.

“Gitme dememin bir faydası yok değil mi?”

“Konuşmuştuk, biliyo…”

“Biliyorum, biliyorum. Sadece… Kabullenmek istemiyorum.” Adam cebinden kağıt bir mendil çıkardı ve masaya koydu. Kız usulca masaya yaklaştı; “Teşekkür ederim” diyerek mendili aldı. Adamla gözgöze gelmeye cesareti olmadığından geri döndü ve hüzne gömülen evi hızla terk etti.

Ormana doğru giden patikada Cin, üzerine neredeyse yapışan gri hüzünden tamamen arınmıştı ve son moda bir merak giyiyordu.

“Ne oldu şimdi? Neydi bu? Siz ayrıldınız mı?”

Kız cevap vermedi.

“Sizi barıştırmamı ister misin?”

“Kapa çeneni Omet ve beni biraz yalnız bırak!”

“Bu bir dilek… Hey adımı nerden biliyorsun?”

Kız durdu. Cin cevap vereceğini sandı ama kız bir ağacın yanına bırakılmış küreği eline alarak hemen sırtını ağaca verdi ve adımlamaya başladı.

“Adımı nereden biliyorsun dedim.”

“17. 18. 19. Sen söyledin ya. 20”

Cinin hafızası pek iyi değildi bu yüzden fazla ısrar etmedi ama sanki söylememişti ya da söylemiş miydi?

“Peki senin adın ne?”

“32.33. Şimdilik sadece…34. Şirin diyebilirsin.” Kız durdu ve olduğu yeri kazmaya başladı.

“Hazine mi var orda? Benim kazmamı ister misin?”

Aradan yarım saat geçtiğinde kız kazdığın çukurun yanına yığılıp kalmıştı. Cin gerçek bir hazine beklerken kumaşa sarılı birkaç şişeyle karşılaştığında artık bulmacanın onun için içinden çıkılmaz bir hal aldığına emin oldu.

Kız derin bir nefes alıp kalktı. Kucağındaki kumaşa sıkı sıkı sarıldı. “Şimdi beni yedi yüzyıl üç ay on iki gün yedi saat öncesine geri götür.” dedi.

“Hikâyeni merak etmeye başladım küçük kız. Dileğin benim için bir emirdir.”

Cin, yıldızların enerjisini çağırarak dileği gerçekleştirdi. Gündüz vakti zor işti. Hem de kız altın, para, şan, şöhret istememişti. Yedi yüz yıl. Kaç yıldızdan rica etmesi gerektiğini kız umursamıyordu ki. Hatta muhtemelen kız bu işlerin nasıl yürüdüğünü bile bilmiyordu. Her cin cinlikten nefret ederdi. Dileklerinin nasıl gerçekleştiğini umursamayan insanlarda. Bir yere varmayacak başlangıçlar için kaç yıldız söndürdüklerini bilseler… Omet diğer cinlerden çok daha fazla yıldız söndürmüştü. Bu da Omet’i kötünün de kötüsü yapıyordu. Neden bu kadar zayıftı ki? Ya da neden diğerleri bu kadar güçlüydü?

“Hey! Bu zincirler nerden çıktı. Neler oluyor?”

Cin dileği yerine getirir getirmez havada birden bire beliren zincirler bileklerini ve göğsünü sarmalamıştı.

“Bu demek oluyor ki üçüncü dileğimi de diledim.”

“Üç mü?”

Kız cinin devam etmesine fırsat vermeden araya girdi. “Benim adım Ada.”

Ses cinin kafasında yüzlerce kez yankılandı ve her yankı beraberinde bir anıyı canlandırdı. Ve yedi yüzyıl üç ay on iki gün yedi saat önce ya da şimdi Ada’nın söyledikleri aklını delip geçiyordu.

“Omet, benimle kalmanı istiyorum. Özgür olmanı istiyorum.”

“Biliyorum sevgilim.” diyordu Cin.

Anılar tüm varlığını yakmaya başlamıştı. Hatırlamak değildi bu sanki yeniden yaşamaktı.

“Bir cinin özgürlüğü için yapılması gereken çok…”

“Ne olursa… Lütfen sadece söyle ne olursa.”

Omet’in lambasını Ada’nın küçük kardeşi bulmuştu ve iki dileğini çocuksu bir hızla tüketir tüketmez son dileğini doğru bir şekilde değerlendirmek için sevdiği tek yetişkin olan ablasına danışmıştı; zaten annesi de babası da ona inanmazdı ki. Ada da inanmamıştı… ta ki Cine aşık olana kadar.

Sesler Cini yakıyordu.

“Ada, öncelikle dileği dileyen kişi, bütün dileklerini sadece cin için dilemeli.”

“Bunu yaparım… Gerçekten yaparım.”

“Biliyorum ama şöyle bir durum var ki… Her cin bir kuyruklu yıldızla doğar ve o yıldız dünyadan ancak yüz yılda bir geçer ve beden bulabilmem için o yıldızın yaydığı enerjiyi yedi kere biriktirmek gerekir ve bu da yedi insan demek. Ve insanlar… Asla… Onlar bencildir! Ve dahası da var… Çok daha fazlası. Unut bunu.”

Yeni görüntüler cine biraz daha acı verdi. Ada kardeşinin dileklerini kendi kendine yerine getirmeye çalışıyordu. Anılarında gittikçe yaşlanıyordu. Yeni bir ses. Ufaklık dileğini bulmuştu. Yeni bir ses daha.

“Artık yeni sahibin benim Omet.”

“Sen hep benim sahibimdin Şirin şey.”

“İlk dileğim…”

Omet hayal kırıklığına uğramıştı. Bu anıyı tekrar yaşarken bile o anın acısını hissediyordu. Ada’nın dilek dilemeyeceğini düşünmüştü. Beden bulamasa da… Her geçen gün anılarını unutsa da… Onunla yaşayabileceğini düşünmüştü.

“İlk dileğim; ikinci dileğimi gerçekleştirdikten sonra bir daha adımı, benden duyana kadar şimdiye kadar yaşadığın her şeyi unutman. Sadece bir cin olduğunu hatırlayacaksın.”

Omet şaşırmıştı. Sevinmişti. Hüzünlüydü. Rengarenkti.

“Nerden çıktı şimdi bu?”

“Gücünüzü anılardan ve yıldızlardan aldığını söylememiş miydin?”

“Evet.”

“Beni unutmanı istemiyorum ve anılarını senden alıyorum.”

“Anılarımı benden alırsan Şirin şey…” diye gülümsedi Cin hala masum sevgilisinin tatlı hayalleri içindeymiş gibi hissediyordu. “Dilekleri gerçekleştirmek için kaç yıldız söndürmem gerekir biliyor musun?”

“Umrumda değil.”

“Yani gelmiş geçmiş en kötü cin olmamı istiyorsun öyle mi?”

Cin bir kez daha acı içinde kıvrandı. Hiç kimse geçmişini keyifle hatırlamazdı zaten. Hele ki zorla unutturulan geçmişi.

“İkinci dileğim, her yüz yılda bir tekrar doğmak istiyorum. 6 kere ve yedi yüzyıl üç ay oniki gün üç saat sonra beni bulacaksın.”

“Sen… Ciddisin.”

“Evet ciddiyim. Dahası var demiştin. Galiba neler toplayacağımı söylemen gerekiyor.” diyerek gülümsedi büyük kız.

Cin, kendine geldiğinde dumanı o kadar dağılmıştı ki eğer bir renge sahipse bile bunu belli etmemek için elinden geleni yapıyordu.

“Ada” diyebildi sadece.

Ada kucağındaki kumaşı yere serdi. Küçük şişeleri gösterdi. Yedi denizden su. Yıldızının yaydığı enerjiyi hapsetmiş yedi şişe su ve yedi sevgilinin kendi arzusuyla verdiği saç teli.” Sonuncusunu cebinden çıkarmıştı.

Cin söyleyecek söz bulamıyordu. Küçük görünen büyük kız artık sadece yorgun ve yedi yüz yaşında görünüyordu. Ve hüzünlü evde bıraktığı o adam, sevgilisinin son sevgilisiydi. Ada da sevmiş olmalıydı. Hepsini. Yedi yüzyıl! Yedi deniz! Yedi yıldız! Yedi aşk! Elbette yaşlıydı bu kadın.

Cin’in anılarını unutmamasını sağlayabilmişti peki cin kıza yaşadıklarını unutturabilir miydi?

“Yedi kez doğdun!” diyebildi sadece. Zaten kız yıllardır bu cümlenin devamını getirmek istiyordu. Anıları silikleşmişti, onu yaşama bağlayan tek şey bu cümleyi tamamlamaktı. Kaç yüzyıl görmüştü bu rüyayı. Bu cümleyi kaç bin kez tekrarlamıştı aklından.

“Ve altı kez öldüm.” İkisinin intihar olduğunu hatırlıyordu; gerisini hatırlamak istemiyordu. “Ve yedi kez sevdim. İlki sendin ama artık ben o değilim.” dedi kız.

“Ada!”

“İnsanlar yaşamak için doğmamış, devam etmek için doğmuş Omet. Kimse yedi kere ailesinin ölümünü izleyemez ve kimse altı kere ölemez ve kimse yedi kere sevemez.”

Cin anılarının onu bıraktığı yerdeydi ama sevgilisi saniyeler içerisinde yedi yüzyıl yaşlanmıştı.

“Neden böyle oldu Şirin şey? Böyle olsun istememiştik ki?”

Ada sırtını bir ağaca yaslayıp olduğu yere çöktü. Yedi yüz yıllık yorgunluğun çöküşüydü bu. Ağaçlar bile anlayamazdı onu belki sadece toprak…

“Yedi ömür sordum bunu kendime. Ve sonunda cevap kendi kendine geldi. Dilekler tanrının kibrinden başka bir şey değil.” Derin bir nefes aldı. Belki hava da yorgunluğunu anlıyordu. “ Dilememize izin veriyor ama her şeyi kendi kendimize yapmamızı istiyor. Eğer bir cinden, bir dilek yıldızından ya da bizzat şansın kendisinden yardım alırsak da… O’nun dünyasına ait olduğumuzu bize hatırlatmaya çalışıyor. Sen ölümlüsün diyorsa ölümsüzlük dileyemiyorsun ya da dilediğine pişman ediyor.”

“Şirin şey, peki bundan sonra ne olacak?”

“Sen de insan olacaksın ve tanrı sana “cin olacaksın” dediği halde insan olduğun için kibrini tattıracak. Muhtemelen önce ben ölürüm.”

Ada umutsuzca şişeleri açıp bir bir toprağa döktü. Her bir sevgilisini tek tek anarak saçları da ıslak toprağa gömdü.

* * *

“Sonra ne olmuş anneanne?”

“Sonra cennet birbirine girmiş. Bir cinin özgür kalması hele bir de insan olması o güne kadar görülmüş şey değilmiş çünkü.”

“Peki tanrı kızmış mı?”

“Hayır bi’ tanem. Tanrı aslında Ada’nın dediği kadar kibirli değilmiş. Aslında tanrı insanların kaderine unutmayı da yazmış. Eğer bir cin yüzünden yaşıyor olmasa Ada da yaşadıklarını unutabilirmiş ama Ada hem kendi anılarını hem de Cin’in anılarını korumaya çalıştığı için bu kadar acı çekmiş.”

“Peki sonra ne olmuş?”

“Tanrı, cennette işleri yoluna koyduktan sonra yeryüzüne inip Ada ve Omet’le konuşmuş. Yaşadıkları büyük aşkı o kadar takdir etmiş ki onlara bir şans daha vermiş. Yaşananları unutturmuş ve ruh ikizleri olarak dünyaya geri yollamış.”

“Tanrının da sevgilsi var mı anneanne?”

“Olmalı.”

“Peki sonra ne olmuş bulmuşlar mı birbirlerini?”

“Tabiki ruh ikizleri her zaman birbirlerini bulur. Tanrı, bir daha bunların tekrarlanmaması için cinlerin hepsini özgür bırakarak farklı bir âleme yollamış. Omet ise insan olan tek cin olmuş.”

“Sonra.”

“Sonrası malum işte. Beş yüz yıl kadar önce annem doğmuş.”

“Doğar doğmaz onun bir cadı olduğunu anlamışlar mı peki?”

“Anlamışlar çünkü Omet’in cinken söndürdüğü bütün yıldızlar o gece yeniden parlamaya başlamış.”

“Ben doğduğumda da yeniden parlayan yıldızlar var mıydı peki?”

“Olmaz olur mu? Cadılar cinlerin söndürdükleri yıldızları parlatmak için doğmuşlar ya işte.”

Mercan Aytuna

1986 yılında Tokat’ta öğretmen bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdu. 2008’de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema ve TV bölümünden mezun oldu. Ardından Uludağ Üniversitesi Sanat Tarihi bölümde öğretimine devam etti. Ağırlıklı olarak doğu mitolojileri üzerine çalışmalarda bulundu. Metin yazarı, senarist, okutman ve yardımcı editör olarak birçok projede yer aldı. Hayvan dostu birçok projeye destek verdi. Çeşitli öykü seçkilerinde kısa öyküleri yayınlandı. 2014’te “Atla” isimli çocuk romanı yayımlandı. Yazar, bazen İstanbul’da, çoğunlukla kendi hayal dünyasında kimi zamansa paralel evrenlerde ikamet etmektedir.

Unutmak” için 7 Yorum Var

  1. Merhaba Eretrusilden,

    Ellerine sağlık tadını damakta bırakan bir öykü olmuş. Tek tük şeyler dışında da hata falan çarpmadı gözüme. Bu tek tük şeylerde gözden kaçmış olduğu belli olan virgül eksiklikleri ve harf hataları sadece.

    Biraz farklı bakmışsın temaya; çok güzel, biraz masalımsı bir öykü olmuş. Bu yüzden daha da çok hoşuma gitti. Diyalogların betimlemelerin harikaydı.

    Ellerine, kalemine sağlık demekten başka bir şey gelmiyor dilimden. Ve her ay öykülerini okuyabilmeyi içten diliyorum.

    1. İlk öykümün ilk yorumunun senden gelmesi beni oldukça mutlu etti.

      Teşekkürler. Elimden geldiğince yazacağım. Elimden gelmezse de ses kaydı yapacağım:)

  2. Güzel olmuş. “Kötüler yaptıkları her işte kötülerdir. Kötülükte bile,” cümlesi hoşuma gitti. Böyle afili cümleler kullanmayı ben de severim. Yazım hatalarını pek önemsemedim. Sade bir üslupla yazılmış güzel bir öyküydü. Yıldızlardan enerji alma fikri de güzeldi.
    Tebrikler.

  3. Selamlar martıların mercanı 🙂

    Nihayet ben de okudum. Nihayet kelimesine özellikle dikkatinizi çekerim efendim! Üslubuna daha önce okuduğum, daha doğrusu okumaya çalıştığım, kısacık (!) bir metinden alışkınım zaten. O yüzden okurken hiç zorluk çekmedim bu açıdan. Sadece cinin anılarını tekrar anımsamaya başladığı kısımda yazılanların hangisi o anda hangisi geçmişte yaşanmış tam olarak kavrayamadım. Bunun dışında gayet keyifli, masal tadında bir hikayeydi. Sonu ise ayrı bir hoştu.

    Nice öykülere…

    1. Beğenmene gerçekten çok sevindim. Teşekkürler:) Martıların Mercanı:) ben bunu kesin kullanırım:)

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *