Öykü

Yeni Bahar

Dereleri geçip, patikaları aştı, ağlayan martılara el sallayıp aç kurtlardan bacakları hissizleşene kadar kaçtı.

Uzun ve zevkli bir günün içindeydi. Yalnız başıma o kadar cesurdu ki yaşlı ve huysuz Wilfred’in meyve bahçesinden böğürtlen bile aşırmıştı ve şimdi onları iştahla midesine indiriyordu.

Daima kuzeye doğru gezintiye çıkardı bundandır ki güneşin yönüne bakacak olursa günün yarısını çoktan bitirmişti. İçindeki yeni yerler görme aşkı bitmemişti daha, lakin ayakları bir mamutun ayakları kadar şişmişti.

Tam sakin bir tepenin ucunda uzanmış rahat bir pozisyonda keyif çatarken ilerideki koruluktan nefes nefese koşan ve bir taraftan da ellerindeki çilekli turtayı yemeye çalışan üç beden görüverdi. Yakınlaştıkça bunların yakın dostları Angela ile Damien ve her yıl bahar şöleninde birlikte eğlendikleri, aptal şakalarıyla ödlerini patlatan Sam olduğunu fark etti.

“Hey orda ki sen kims? Turi Turiel sen misin?” onu ilk fark eden ağlak surata sahip bodur bir oğlan olan Sam olmuştu.

“Böyle keyif çatmasını Turiel’den başka kim bilebilir ki!” diye araya girdi buz mavisi gözlere sahip olan Angela.

“Benim Turiel.”

“Seni görmemiz iyi oldu. Neler yapıyorsun gene bir başına” diye sordu Angela.

Damien haberi geciktirmek istemedi. “Bir tane yakalamışlar.”

Şaşkınlığını gizleyememişti Turiel. “Bu bu mümkün olamaz.”

“Bahsi kaybettin. Senden önce buldular. Ha ha şimdi hepimize ısmarlayacağın biraları içmeye gidelim hadi.” diye her zaman ki sulu şakalarından birini yapıyordu Sam.

“Karanlığın evlatları geldi.” dedi Damien yüreğindeki korkuyu gizleyemeden.

Angela sordu. “Peki karanlığın lordu?”

“Ah aptal olmayın. Sizinle sırf eğlenmek için yakaladıkları o sahtekarı görmeye geliyorum. Büyük ihtimal gene o uzun kulaklı Jarrison ve tayfasının işidir.” diye konuyu hafife aldı Sam.

“Siz gidin benim yapmam gereken bir şey var, daha sonra gelirim.” diye karşılık verdi Turiel.

Ve gittiler. Anlatılan hikayeler gerçeğe mi dönüşmek üzereydi. Yıllarca onları aramıştı. Trollerin, hilkat garibelerinin, ejderhaların ve daha nicelerinin gerçek olabileceğini düşünmüştü fakat bu çok başka bir şeydi. Kötülüğün hizmetkarları, dehşeti arzulayanlar, öfkenin mağlupları. Bu duydukları Jarrison’un işi olamazdı. Hemen aksakal Askaroh’un yanına gitmeliydi.

***

Ahşaptan eve varabilmek için tozlu basamakları ikişer üçer çıkmaya başladı. Kapının önüne geldiğinde ise hırpani görünümüne çekidüzen verip kapıyı aralıksız dört kere tıkırdatıp daha sonra bir kez kuvvetlice yumruğunu indirdi, bu aralarında olan özel bir durumdan ibaretti. Askaroh kapıyı açıp yüzüne koca bir kahkaha yerleştirip şöyle dedi:

“Kötülüğün haşmeti aşkına! Yanıma uğramayalı kaç gündönümü geçmiştir haberin var mı seni hergele. Az evvel baharatlı şarap kaynatmıştım. Soğumadan içeri girsen iyi olur”

Yazdan kalma bir sonbahar gününde Askaroh’un şöminesi meşe odunu ile güzel bir şekilde yanıyordu. Odadaki pencerelerin birinden uyanık bir sarmaşık sızıp diğer pencereden çıkmaktaydı. Zaten Askaroh ne zaman ki hikayelerini tamamlayamama endişesine düştü düşeli evin içi hiçbir zaman temiz ve düzenli olmamıştı. Ve derken elinde iki kupayla gelip birini Turiel’e uzattı.

“Ee söyle bakalım hiç hikaye öğrenebildin mi?” dedi Askaroh.

“Şey, evet sanırım bir tane öğrendim ama biraz kısa bilmem hoşuna gider mi?” dedi Turiel.

“Sen anlatı ver de orasına ben karar vereyim seni tıknaz keçi çobanı kılıklı acemi oğlan” diye hiddetli bir karşılık verdi Askaroh. Ne zaman karşıdaki anlatıcı hikayesini geciktirip lafı dolandırsa küplere binerdi.

Turiel şarap kupasını üzeri düzleştirilip sehpa haline getirilmiş ağaç kütüğünün üzerine koyduktan sonra biraz çekinerek konuşmaya başladı:

“Duyduğum tek hikaye şu: Senin yaşlı bir bunağa dönüşmen.”

Yaşlı kişi bir anlık öfkeyle elindeki şarabı üzerine dökerek daha da fazla sinirlendi ve Turiel’e bildiği tüm edepsiz sözcükleri söylemeye başladı. Böylelikle ikisi de latifelerle karışık atışmaya başlamışlardı derken Turiel araya girdi.

“Geldiler. Onlar. Bu sefer gerçekten geldiler.”

“Haberi bana daha evvel geldi evlat. Kasabanın ötesindeki kırlarda daha nicesi varlarmış. Sana daha önce de demiştim oğul kaçman gerekli buralardan maceraların olduğu diyarlara veya saçmalıkların hiç son bulmadığı topraklara.”

“Nasıl giderim seni ne ederim.”

“Ah bir genç olsaydım canlarına okurdum ama benden geçti.”

“Güldürme beni ihtiyar.”

“Dediğim gibi buradan gideceksin, daha çok yaşayacaksın oğul benim ömrümden geriye daha ne kadar kaldı ki? Geceyi birlikte geçireceğiz ve şafakla yola çıkacaksın” gözleri dolan ihtiyar metanetini koruyabilmek için kendini fazlasıyla zorluyordu.

“Nereye giderim nasıl giderim bunlar benim için fazla şeyler değil mi?”

“Gideceksin. Geçeceksin. Evet geçeceksin. Sandalını hazırlattım. Büyük denizi, usta denizcilerin bile geçmekte zorlandığı su birikintisini aşacaksın ve kendine yeni bir hayat kuracaksın. Bu musibetlerin denizi aşamaması senin için talihin güzel bir hediyesi.”

***

“İyilik bu toprakları yıllar önce terk etti evlat. Karanlığın çökeceği o kadar açıktı ki ancak gözleri kör birisi bunları göremeyebilirdi ve göremediler. Hiç kimse. Bizden evvelkiler bu dünyadan göçüp giderken huzuru da kendileriyle birlikte sürüyüp götürdüler. Kötülüğü yendiler lakin silemediler. Neden mi evlat çünkü kötülük bu topraklardan asla silinemez. Kötülüğün sona ermesi için hepimizin ölmesi lazım aksi takdirde ebedi olacak tek varlık odur. Karanlığı, dehşeti, pisliği, kötülüğe dair her şeyi bizler yarattık ve şimdi onunla yaşamak zorundayız. Tek bir farkla. Bu sefer gözümüzü açık tutmalıyız.” ve aksakallı ihtiyar adam odadaki kendi payına düşen mumu alıp uyumak üzere odasına doğru yol aldı.

Turiel uyumadı. Uyuyamadı. Uyku tutmadı. Bir daha hiç uyanamayacağını düşünmeye başladı. Angela ve Damien’la beraber Sam’in şakalarına attıkları kahkahalarla bir daha eğlenemeyeceklerini düşündü. Ölen annesini ve hiç tanımadığı babasını düşündü. Geleceği düşündü. Derken düşünmeyi bıraktı ve kendi kendine söylendi. “Söz veriyorum. Tutacağım.”

***

Kilerde bulunan yıllardır bir kez olsun dahi kullanmadığı heybeyi çıkarıp boyu yerden iki arşından biraz fazla olan gövdesi kahverengi yelesi kuzgun karası olan midillisinin sırtına yükledi. Fırıncı ustaya yaptırdığı yaban mersinli peksimetleri özenle şeffaf bir torbanın içine koyup heybeye yükledikten sonra tuzlanmış balık ve bozulmaya yüz tutmuş domuz jambonlarını sıkı bir şekilde muhafaza edip onları da yanına almayı ihmal etmedi. Nitekim bu uzun bir yolculuk olacaktı ve açlık yüzünden başının ağrıması olmasını istediği en son şey idi.

Yanına hiç giyecek almadı çünkü şu an üzerindekiler sahip olduğu en iyi kıyafetlerdi ve gideceği yerlerde saygı görebilmek için bunları giymesi gerektiğini düşündü.

Büyük denizin öte tarafında sıcak havaların hakim olduğunu öğrendiği için mokasenleriyle vedalaşıp kumaş terliklerini ayağına geçirdi. “Bekleyin beni karanlık varlıklar, size terliklerim ile geliyorum” diye kendiyle dalga geçerek evinin kapısını çekip midillisine atlayarak sandalının bağlı bulunduğu Ağlayan Çeşme rıhtımına doğru mahmuz ettirdi.

***

Bakmaktan mesul olduğu keçi sürüsünü küçük tepenin çevresinde bir süre otlattıktan sonra onları etrafı ahşap çitle çevrili üzeri yapraklarla kaplı ağıla yerleştirip üzerindeki keçeden yapılmış kalın kepeneğini çıkararak köye doğru yola koyuldu Damien. İlk durağı elini ve yüzünü yıkamak için soğuk suyun şırıl şırıl aktığı eski çeşme oldu.

“Bakıyorum da bugün pek yorulmuşa benziyorsun.” aniden ortaya çıkan Angela yüzünden irkilen Damien bunu belli etmeyip karşılık verdi.

“Haberi sana da ne tez kavuşmuş”

“Rüzgar bugün kuzeyden esiyor ondan mıdır ki acep?”

“Sanmam, kesin gene küstah kuşların işidir bu. Hıı?” ileride Zengin Martı hanının önünde bir kalabalık yavaş yavaş toplanmaya başlıyordu ve ne idüği belirsiz kara giyimli adamlar köylüleri karşılarına almışlardı.

Damien’in elini tutup “Haydi gel.” deyip kalabalığın arasına doğru yol tuttular.

Üç kara giysili, tenleri koyu kahve, bileklerinde metal halkalar, gözlerinde saf öfke olan adam. İçlerinden tıknaz ve çelimsiz olanı bir adım öne çıkıp elindeki rulo haline getirilmiş parşömeni açıp kalın ve tok bir sesle herkesin tüylerini ürperten o cümleleri okumaya başladı.

“Güneş batarken, dereler kurumaya başlayacak
Ağızlardan zehir, bileklerden kan damlayacak
Her yeri esir aldı
Duvarlar ağlar, ağaçlar can verir
O geldi. Karanlığın efendisi. Dehşete hükmeden, gölgelere can veren

Günahkar olanı teslim edin

Ve o sizi kutsasın”

Safları aşıp herkesi geçtikten sonra korkulu silüetlerin önüne cesurca dikildi Angela ve sözlerini sakınmadı. “Defolun gidin buradan şarlatan kılıklı soytarılar”

Uzun boylu ve zayıf olan soluk benizli adam “Doğru konuş kadın. Bizi efendimiz gönderdi.”

“Kendisi gelmekten mi korktu yoksa hiç var olmadı mı? Bunların tamamı sizin palavralarınız olmasın sakın.” köylüler de Angela’ya destek çıkmaya başladılar. Derken tıknaz olan adam son derece teatral bir havayla sözlerini dedikten sonra üçü birden çekip ardlarına bakmadan gittiler.

“O her yerde. Pisliğin içerisinde, arıların peteklerinde, yaşam bulmamış tüm döllerde. Bir gün mühlet. Aksi halde yıkım ve sefalet.”

***

Başını kaldırıp havaya baktığında henüz doğmakta olan güneşin kızıllığından ve bulutsuz gökyüzünden anladığı kadarıyla bugün hava şartlarının kendi için iyiye işaret olduğunu düşündü. Yüreğinin derinliklerinde doldurulamaz bir boşluk hissediyordu. Bunun sebebi dostlarıyla veda edememesiydi. Böylesinin çok daha kolay olacağını düşünüp kendini avutmaya çalıştı ama içindeki pişmanlığın hiç son bulmayacağını iyi biliyordu.

Denizin yosun kokusuyla karışık insana yaşama isteği veren o havası vücudunu etkisi altına aldığında fazlasıyla cezbolmuştu Turiel. Hemen gitmek istiyordu yoksa bir daha hiç gidemeyeceğini biliyordu.

Eşyalarını oyulmuş bir meşe ağacından yapılmış dış kaplaması ise sarıçam ile zenginleştirilmiş olan portakal renginde olan sandalın içerisine yerleştirdi. Dört köşeli yelkeni bulunan deniz aracı ek olarak küreklere de sahipti. “Demek usta denizciler bile bu suyu aşmakta zorlanıyorlarmış, ben de bu çocuk oyuncağı sandalla aşacağım ha. Adi tanrılar.” diye sitem etmeden geçemedi.

Midillisiyle duygusal bir şekilde vedalaştıktan sonra eve tekrar dönebilmesi için dizginlerini serbest bıraktı. Sandala binmeden önce üzerine yaldızlı harflerle Yeni Bahar yazılmış olduğunu gördü. Bu ismi olmalıydı ve kendisi için gayet anlamlı olduğunu düşündü. Belki de çıkacağı yolculukla birlikte hayatı daha da güzelleşecekti.

Güverteye çıkıp son bir kez kara parçasına bakış attıktan sonra küreklere asıldı ve sandal ürkek bir ceylan gibi ileriye sıçrayıp hareket etti.

***

Birisi kendisini kolundan tutup kalabalığın arasından çekince hışımla kafasını kaldırdı fakat karşısındaki yüz Damien’a aitti.

“Hadi hemen yola düşmeliyiz benimle gel.” dedi Damien

Ne olduğunu anlayamayan Angela paytak adımlarla hızlıca yürümeye çalışırken “Ne oldu, neden bu kadar telaşlısın?” diye sordu.

“Turiel, Turiel gidecek biliyorum bunu fakat hava kararmaya başladı bugün yola çıkamaz. Büyük bir olasılıkla yarın gitmeye kalkışacaktır.”

“Gidecek mi? Nereye gider nasıl gider. Her şeyden önemlisi bizi nasıl bırakabilir?” gözleri dolan Angela her an ağlamaya başlayabilirdi.

“Gitmek zorunda olduğu için.”

“Öyleyle ne yapacağız?”

“Biz de onunla gideceğiz.”

***

Tam küreklere abanmışken sahildeki bir hareketlilik gözüne ilişti. Dikkatli baktığında rıhtımdan iki kişinin sandalına doğru koştuğunu gördü ve “uieel, uieell” sesleri kulağını tırmaladı. Rıhtımın sonuna geldiklerinde ise bu iki kişinin tam da orda olmasını en fazla isteyebileceği insanlar olduğunun farkına vardı. “Ne işiniz var burada, sizi kim gönderdi?” diye şaşkınlıkla sordu Turiel.

“İlk sorunun cevabı buradayız çünkü seninle geliyoruz. Diğer soruya gelecek olursak bizi buraya sana olan sevgi ve bağlılığımız getirdi.” diyen Angela artık gözyaşı dökmemek için kendini tutmuyordu. Böylelikle yol arkadaşları hep bir ağızdan kahkaha atarak tekrar birlikte olmanın keyfini yaşadı.

Damien ise Angela’nın gözyaşlarıyla dalga geçmekten kendini alıkoyamadı.

Böylelikle üç yol arkadaşının macerası başlamış oldu.

***

“Eee Rota belli mi?” diye sordu pruvada dimdik bir şekilde durup sonsuz denizi seyretmekte olan Angela.

“Güney. Ak saçlı önümüzde yaklaşık elli millik bir yolun olduğunu söyledi. Umarım gene bunakça şakalarından biri değildir.” dedi Turiel.

Bu zamanlarda rüzgarın suyun üzerinde kuvveti eksik olmazdı fakat şu an havada rüzgar bulmak fahişe evlerinde bakire kadın bulmaktan daha zor idi. Yelken bir işe yaramadığından yol arkadaşları sırayla kürek çekmeye başlamışlardı. Bir müddet sonra yoruldukları için güvertedeki çıkıntılara oturup bir şeyler atıştırdılar. Sandal hareketsizdi ve sonra olan oldu.

Kırmızı ve yeşil ışık partikülleri kuzeyden gelerek büyük bir güçle yelkeni doldurup ihtişamlı bir şekilde harekete geçirip sandalın hızlı bir biçimde yol almasını sağladı. Böyle bir şeye ilk defa şahit oluyorlardı ama aksakallının anlattığı öykülerden bu ışık parçacıklarının ne olduğunu biliyorlardı.

“Bunu o yaptı. Hala inanamıyorum. Sandalı efsunlamış olmalı, böyle bir güce sahip olduğunu hiç bilmiyordum. Sen neymişsin be aksakallı.” dedi Turiel.

“Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir!” diye hayret etti Angela.

“İşte yolculuğumuz asıl şimdi başlıyor. Bizi artık hiçbir şey durduramaz.” diye kendinden emin bir şekilde konuştu Damien.

***

İkinci günlerinde yol arkadaşlarının moralleri epey yüksekti. Deniz dalgalı olmaktan uzak, yollarına devam edebilecekleri seviyede şiddetliydi. Kürek çekmekten yorulan Angela sıranın Damien’a geldiğini bildirip Turiel’in yanına çöküp dinlenmeye başladı. Kurtarıcı Fişek. Askaroh’un yapmış olduğu efsuna bu ismi takmışlardı. Sadece gündüzleri sandalı yürütmeye yarıyordu. Karanlık çöktüğünde parlak ışıklarda kayboluyordu. Bu yüzden geceleri kürek çekmek zorunda kalıyorlardı.

“Suyun altında bir tahta parçası, hem balık dostu hem de oldukça kullanışlı.” diye Turiel’e sordu Angela.

“Nasıl yani, hiçbir şey anlamadım.” dedi Turiel.

“Bir bilmece, bunun cevabını kendin bilmen gerek. Hadi düşün biraz” aslında Turiel’in cevabı bilemeyeceğini biliyordu çünkü bu kendi uydurduğu bir şeydi. “Cevap denizaltı.”

“Neden söyledin tam da bilmek üzereydim. Dur, dur bir dakika denizaltı da nedir? Böyle bir şeyi ilk defa duydum.” her zaman ki gibi Angela’nın tuzaklı bir soru sorduğunu düşündü Turiel.

“Olmasını en çok istediğim şey. Suyun altında hareket edebilen ve soluk alabilmemizi sağlayacak bir sandal. Sudaki canlılar o kadar özgür ve saflar ki bütün ırklar üzerinde en çok hikmetin onlarda bulunduğunu düşünüyorum. Onlardan biri olmak isterdim.” dedi Angela.

Bu düşünceler Turiel’in çok hoşuna gitmişti. “Belki bir gün yanlarına gidebiliriz, denizler altına.”

“Evet” dedi Angela bunun olmasını çok isteyerek. “Hem de denizaltıyla.”

***

Yolculuğun altıncı gününde türlü badireleri atlattıktan sonra en çetin sınav karanlık her tarafa hakim iken gelmişti. Şiddetli fırtınadan dolayı yelken bağlı bulunduğu direk ile birlikte sandaldan ayrılıp suların dibine doğru gitmişti. Dalgaların boyu metrelerce yükseğe ulaşıyordu ve sandalı kontrol etmek artık imkansız hale gelmişti, devrilmesi an meselesiydi.

Aşırı paniğe kapılmaktan dolayı dışarıya karşı duyarsız bir hale gelip arkadaşlarına zorlukla sesini duyurabildi Angela “Sandal bu gidişle batacak. Ne yapacağız?”

Turiel’in olaya hakim olamadığını gören Damien şöyle dedi “Kurtulacağız. Kurtulacağız bu cehennemden.”

Lakin kurtulamadılar.

Önce Damien düştü kontrolünü kaybederek. Dalgalar onu tıpkı bir kar tanesinin kızgın bir ateşe düşmesiyle yok olmasının bir olduğu gibi yutuverdi.

“Turieel” sesini duyurmakta zorlanıyordu Angela. “Turieeel ne olur bir şeyler yap.”

Aklını başına toplamakta zorlanan Turiel öylece kalakalmıştı düşen arkadaşının ardından. Bir an kendine geldiğinde “Kurtaracağım Angela. Onu ve hepimizi kurtaracağım. Sandala iyice tutun ve ne olursa olsun suya düşmemeye bak.” deyip suya atladı.

“Hayıııııır” diye çığlığı koyuverdi Angela. Etrafta dinmek bilmeyen şiddetli dalgalardan ve zalim bir fırtınadan başka bir şey göremiyordu. Ağladı, ağladı Angela. Feryat etti, küfretti, lanet okudu, dudağını kanayana kadar ısırdı ve sonra bayıldı.

***

Sıcak bir öğlen güneşinin altında parçalanmış ve yorgun düşmüş bir sandal olan Yeni Bahar kumsala oturdu. Dalgalar dinmiş, rüzgar sinmişti. Kumsalda başka insan bulunmuyordu lakin Sepet Halkası köyü çok uzak değildi, en fazla bir mil civarı uzaklıktaydı.

Acılı bir beden sandalın içinde düşekalmıştı. Uyandı Angela. Sandaldan atladı ve ayaklarının altında kumsaldaki çakıl taşlarını hissetti. Gözleri ağlamaktan morarmış, hayalleri sakat kalmış, bedeni paramparça, anıları bir kabustan ibaret idi.

Büyük deniz. Usta denizcilerin bile geçmekte zorlandığı su parçası. İşte geçmişti lakin yolda iki parçasını kaybetmişti. Artık kendisi yarım insandı. Bedenini kumların üzerine uzatıp bir daha hiç uyanmamayı düşledi.

Uyandığında ise hava kararmaya yüz tutmuştu. Güneş batıda son ışıklarını saçıyordu. Ayağa kalktı ve yaşamak istediğini düşündü, acılarına tutunarak. Arkadaşlarını kendisiyle birlikte yaşatacaktı. Yaşama yeniden başlayacaktı.

Ve ormanın içerisine doğru yol tuttu. Önündeki patikayı takip ederek bir yaşam bölgesine ulaşabileceğini düşündü.

Yolun kenarları çamur kalbi acı dolu idi. İyi kalpli Angela. Masum Angela. Oysaki kendisi böyle bir yaşam arzu etmemişti.

Yaşayacaktı. Ama Turiel ve Damien’i asla unutmayacaktı ve bir gün yanlarına gidecekti hem de denizaltıyla.

Onlar şimdi yatıyordu.

Denizler altında…

Yeni Bahar” için 2 Yorum Var

  1. Epik fantezi türü sürükleyici bir öykü olmuş. Devam edecekmiş izlenimi yaratıyor. Masalsı atmosferi çok hoş 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *